15 Temmuz Gecesi Perçinleşen Kardeşlik Rûhumuz
Herkes benimsediği sosyal çevresiyle bir anlam ifade etmektedir. Kaynaşabileceği, dertleşebileceği, halleşebileceği ve muhabbetle yaşayacağı bir sosyal çevresinin bulunması insan için büyük bir nimettir. Toplumdan, cemiyetten, insanlardan ve sosyal çevreden uzak bir yaşam kişiyi yalnızlık girdabına maruz bırakır.
Herkesin kendi başına buyruk hareket etmesi, ayrılıp parçalanması, dağılıp yalnızlaşması yok oluşa bir davetiyedir. Ayrılık ve başkalık terk edilmeden, birlik ve beraberlik davet edilmeden bir hedefe varmamız mümkün değildir. Birbirini seven, birbirini anlayan, birbirini koyup kollayan, birbirinin yükünü hafifleten, birbirine saygı ve hürmet besleyen bir sosyal çevre içerisinde yaşamak huzuru yakalamanın, güce ulaşmanın, kıvâma ermenin, hayatta kalmanın yegâne yoludur.
Ağacı besleyen toprak çekildiği zaman ağaç kurumaya, diş etlerimiz çekildiği zaman dişlerimiz dökülmeye başlar. İnsanı güçlü, kuvvetli, korunaklı ve dayanıklı kılan da sosyal çevresidir. Bilgili, kültürlü, ahlâklı, edepli, anlayışlı, muhabbetli bir sosyal çevremizin olması kendimizi ve aile bireylerimizi koruyabilmenin vazgeçilmez bir şartıdır.
Yalnızlık, dağınıklık, parçalanmışlık, bireysellik, bencillik, etliye sütlüye karışmamak, bir kenara çekilmek, bana ne deyip kenara çekilmek yok oluşun göstergesidir. Gönül merkezli bir hareket olan din, insanlar arasında kurduğu muhabbete dayalı ilişki ile ruh dünyasının hikmet ve bereket kapılarının açılmasını sağlar.[1]
Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır. İslâm bizleri kenetlenmeye, dağılıp parçalanmamaya, kardeş olmaya, birbirimize destek olmaya davet etmektedir. Duygu, düşünce, tutum ve davranışta aynı inancı, aynı değerleri, aynı hedefleri güden Müslüman kitlelerin mutlaka iş birliği yapmaları, birbirleriyle yardımlaşma çabası içerisinde olmaları, güçlerini birleştirmeleri, tek başlarına taşıyamayacakları yükleri beraber yüklenmeleri, büyük projeleri beraberce yürütmeleri, birbirleriyle rekâbetten, engelleme ve çelmelemeden şiddetle kaçınmaları gerekmektedir.[2]
İman kalitesinin göstergesi inananların birbirini Allah için sevmeleri, birbirlerine Allah için tavır sergilemeleridir. İman etmedikçe cennete giremeyeceğimizi, birbirimizi sevmedikçe gerçek mânâda iman etmiş olamayacağımız gerçeğini dile getiren Peygamber Efendimiz, aramızda selâmın yaygınlaşmasını, birbirimizi sevmeye vesile davranış olarak nitelemektedir.[3]
Âhirette bütün dostluk ve akrabalıklar, sevgi ve bağlılıklar sonra erecek; herkes kendi derdine düşecek ve kimseyi tanımaz hale gelecektir. Ancak bunun bir tek istisnâsı vardır: Onlar da takvâ sâhipleridir. Allah için sevmek büyük bir kapı ve yüksek bir ahlâkî erdemdir.
Sevginin kalitesi gönlün tasfiyesi ile gerçekleşir. Birbirleriyle uyum sağlayan kalplerin sevgisi berraktır. Kalpler arasında mânevî uyum yoksa insanlar arasındaki geçim ve yakınlaşma dünyevî çıkarlarla sınırlı kalır. Kalpler arasındaki iman merkezli uyum ve sevgi, toplumsal iyilik ve güzelliklerin zeminini hazırlar.
Câhiliye Dönemi’nde Buas Harpleriyle birbirlerini ortadan kaldırmanın mücâdelesini veren Evs ve Hazreç Kabîleleri Müslüman olduktan sonra Medine’de kardeşliğin en güzel örnekliğini sergilemişlerdi. Bir ara kışkırtmalara, şeytanın aldatmalarına kanarak tekrar kabîle asabiyetine bürünmüş, aşîret kavgasına kalkışmış, etnik ayrımcılığa yeltenip çatışmaya girecekken onların kavgasını Rasûlullah önler.
Bu olay üzerine inen, “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”[4]
Kur’ân âyeti muhtemel tehlikelere karşı hepimizi uyarmaktadır. İslâmî ve insânî değerler, İslâm toplumlarının sosyal kimliklerini oluşturmaktadır. Müslüman halkları birbirine kenetleyen bağlar örselenmemesi gerek bu değerlerdir. Bu değerlere sâdık kalan Müslüman toplumların yürekleri toplu atmaya başlar.
Etnik yapı, cins, dil, renk farklılıkları aslâ ayrışma sebebi olamaz. Kosova, Niğbolu, İstanbul, Viyana, Çanakkale ve Sakarya cephelerinde vatanı ve mukaddesatı koruyan ecdâdımızın farklı dilleri konuşuyor olmaları hiçbir zaman problem teşkil etmedi. Nitekim millî şairimiz Mehmed Âkif Ersoy bunu şöyle ifade etmektedir:
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler, top onu sindiremez.
Asr-ı Saâdet’te Peygamber Efendimiz’in etrafında Araplardan başka İranlı, Habeşli, Romalı, Yemenli pek çok kavim, ırk, millet ve dine mensup insan, İslâm potasında Müslüman kimliğiyle kaynaşmıştı. Asr-ı Saâdet’ten günümüze kadar gelen süreçte, bu farklı ırk ve dillere mensûbiyet aslâ problem olmamıştı.[5]
Ümmet olma şuurundan yoksunluğumuzun, birlik ve beraberliğimizin önündeki en büyük engel cehâletimizdir. Müslüman coğrafyada kol gezen cehâlet girdabı imanın kıymetini, kardeşliğimizin fazîletini, birliğimizin dirlik ve esenlik oluşunu bir türlü zihinlerde diri tutturamıyor.
Gurur, kibir, kendini beğenmişlik, şahsî çıkar, mal, makam, baş olma sevdâsı gözlerimizi kör ediyor da, kendimizden başkasını göremiyor, kardeşlerimizin hayırlı işlerini takdir edemiyoruz. Dedikodu, koğuculuk, kusur araştırma, yalan, dolan, iftirâ ile kardeşlerimizi kaçırıyor, kazanılamayacak gereksiz tartışmalarla enerjimizi boşa harcıyor, zayıf düşünce de sanki bir kurtarıcı gibi düşmanlarımıza sarılıyoruz.
Oysa onlar, bizi bölüp parçalamak ve parçaları da bir araya getirmemek için ne oyunlar sergiliyor, ne tuzaklar hazırlıyorlar. Peygamber Efendimiz’in, “Mü’min, başkalarıyla ülfet eder (hoş geçinir) ve kendisiyle ülfet edilir. Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kişide hayır yoktur.”[6] hatırlatması çerçevesinde çare; cehâletten kurtulma, iman kalitesine erme, kültürel dinamiklerimizi harekete geçirme, tarihimizin altın sayfalarına âşinâ olma, kardeşlik hak ve hukûkumuzu gözetme, her türlü etnik ayırımcılıktan uzaklaşma, hatâ ve kusurlara af ve müsâmaha ile yaklaşma, faydasız münâkaşalardan kaçma ve sabırla çalışma, çabalama, gayret etmedir.[7]
Millet ve ümmet olarak bizler birlik ve beraberlik içinde bulunmaz, birbirimize sımsıkı kenetlenmezsek, Allah’ın sevgisinden mahrum kaldığımız gibi, güçlerimizi ve kuvvetlerimizi kaybeder, ayakta duramaz ve yıkılır gideriz. Peygamber Efendimiz’in, “Mü’minin mü’mine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binâlar gibidir.”[8] tavsiyesini hepimiz hayat ölçüsü edinmek zorundayız.
Bir ve beraber olmayı rahmet, ayrılıp parçalanmayı azap olarak gören Peygamber Efendimiz[9], bizlerden toplumsal birlik ve beraberliğimizi sağlamayı, inananlar olarak hep birlikte ve huzur içinde yaşamamızı istemektedir. Toplumsal âhengimizin en temel şartı, içerisinde yaşadığımız toplumun fertleri olarak birbirimizi anlamaya çalışmaktır. Toplumun diğer kesimlerini iyi dinlememiz, ön yargılardan kurtulmamız, ortak dili kullanmamız, sorunları yerinde ve zamanında çözmemiz gerekmektedir.
Bir problemin giderilmesi için insanların ön yargısız ve iyi niyetle birbirini dinlemesi gerektiğinden bahseden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, konuyla ilgili olarak bizlere üzüm yemek isteyen ama dil probleminden dolayı anlaşamayan ve kavga eden dört kişinin hikâyesinden bahsetmektedir.
Bir adam dört kişiye bir miktar para verdi. “Bu para ile işinize yarayanı alın!” dedi. Dört kişiden biri, “Bu parayla engür alalım.” dedi. Öbür arkadaşı Arap idi. “Aksilik etme!” dedi. “Ben engür istemem, ineb isterim.” Onlardan birisi Türk idi. “Ben ineb istemem, üzüm isterim.” dedi. Rum olan bir başkası; “Bırakın bu lafları! Bu para ile istafil alalım.” dedi. (İstafil Rumca, ineb Arapça, engür de Farsça üzüm demektir). Derken dört kişi birbirleri ile çekişmeye, dövüşmeye başladılar. Çünkü adların anlamından haberleri yoktu. Onlar ahmaklıklarından, birbirlerine yumruk atıyorlardı.
Çünkü bilgiden bomboş, bilgisizlikle dolu idiler. Orada çeşitli dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları uzlaştırır, barıştırırdı. Onlara derdi ki; “Ben bu para ile hepinizin istediğini alırım. Hiç bir art düşünceye kapılmadan, hile yoluna sapmadan gönlünüzü bana verirseniz, bu paranız istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bu paranızla dördünüz de murâdınıza erersiniz. Dört düşman uzlaşır, birleşir. Sizin her birinizin sözü ayrılık belirtir, savaş doğurur; fakat benim sözüm uzlaştırır, birleştirir.” Yazık ki; Türk, Rum ve Arap olanların kavgasından engür ve ineb şüphesi çözülemedi. Mânâ dillerini bilen bir Süleyman gelmedikçe, bu ikilik ortadan kalkmaz.[10]
Başarılı ve huzurlu toplumlar farklılıklarını ayrılık ve kavga sebebi değil, zenginlik olarak görürler. Bir kilimin farklı desenleri gibi toplum olarak renklerimizin farklılığı bir âhenk oluşturur. Birbirine Hak nazarıyla ve rahmetle bakanlar, çatışma kültüründen değil uzlaşı kültüründen beslenirler. Gönül coğrafyamızın insanlarını ötekileştirerek belirsiz adreslere kurban etmek yerine, yakınlaşıp kaynaşarak sorunlarını çözmenin gayretine bürünmemiz gerekmektedir.
Duygu, düşünce, söylem ve eylem birlikteliği ancak sağlam karakter ve güçlü irâdelerle mümkün olacaktır. Bireysel başarılar da toplumsal dönüşüme katkı sağlamadıkça bir anlam ifade etmeyecektir. Farklı düşünmekle beraber işbirliği yapabilme becerisi gösterenler birlikte yaşayabilmenin yolunu bulanlardır.
Birlik ve beraberlik rûhundan yoksun kalanlar Allah’ın sevgisinden mahrum kaldıkları gibi, güçlerini ve kuvvetlerini de kaybeder, ayakta duramaz ve yıkılır giderler. Birlik, beraberlik ve huzur içinde yaşayabilmemiz için gerekli olan husus, birbirimizi anlamaya çalışmamızdır.
Allah’ın dosdoğru yoluna uymamız ilâhî bir emirdir.[11] Allah bizlerden kendi yolunda birbirine kenetlenmiş ve müstahkem bir binâ gibi saf bağlayarak mücâdele eden kimseler olmamızı istemektedir.[12] Peygamber Efendimiz en önemli tavsiyesi bizlerin cemâat hâlinde olmamız ve ayrılığa düşüp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızdır. Peygamber Efendimiz bizlere şeytanın yalnız başına yaşayan kimselerle beraber olduğunu haber vermektedir. Peygamber Efendimiz cennetin ortasında bulunmak isteyen kimsenin cemâate devam etmesini tavsiye etmektedir.[13]
Peygamber Efendimiz’in vefâtına sebep olan hastalığı esnâsında bile titizlik gösterdiği en önemli tutumlarından biri de cemâatle namaz kılması olmuştur. Hz. Enes’in bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz, hastalığının sadece son üç gününde cemâatle namaza katılamamıştır.[14]
Rabb’imiz bizden namazı eksiksiz kılmamızı, zekâtı hakkıyla vermemizi, rükû edenlerle beraber rükû etmemizi emretmektedir.[15] Sahâbeden Ebü’l-Münzir Übey İbni Kâ’b (r.a.) anlatıyor: Mescid-i Nebevî’ye devam eden bir isim vardı ki, ben mescide ondan daha uzakta oturan bir başkasını tanımıyorum.
Bu kişi cemâatle namazı hiç kaçırmazdı. Kendisine; “Bir eşek alsan da hava karanlık ve sıcak olduğunda ona binsen!” dediler. O şöyle cevap verdi: “Evimin, mescidin yanı başında olması beni hiç de memnun etmez. Çünkü ben mescide gidiş ve evime dönüşümün adıma ecir olarak yazılmasını diliyorum.” Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de ona, “Bunların hepsinin sevâbını Allah, senin için derleyip topladı.” buyurdu.[16]
Camiye ve cemâate devam hassasiyeti noktasında sahâbeden Yezîd bin Âmir (r.a.) Peygamber Efendimiz’le arasında geçen bir söyleşiyi bizlere şu şekilde aktarmaktadır: “Allah Rasûlü namaz kılarken yanına varmıştım. Oturdum ve cemâate iştirâk etmedim. Efendimiz (s.a.v.) namazdan sonra bize doğru dönünce, kenarda oturduğumu gördü; “Ey Yezîd, sen Müslüman olmadın mı?” buyurdu.
Ben, “Evet ey Allah’ın Rasûlü, Müslüman oldum!” dedim. Allah Rasûlü, “Öyle ise cemâate katılmaktan seni alıkoyan nedir?” buyurdu. Ben de, “Sizin namazı kılmış olduğunuzu zannederek evimde kılmıştım.” dedim. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Şayet namaza gelir de insanları namazda bulursan, onlarla birlikte kıl. Eğer daha önceden namazını kılmış isen, bu senin için nâfile olur. Evde kıldığın da farz yerine geçer.” buyurdu.”[17]
İmanımızın gücünü, milletimizin bekâsını, kardeşliğimizin devamını ve birlikteliğimizin gücünü hazmedemeyen karanlık çevreler dün olduğu gibi bugün memleketimizde fitne tohumunu ekmenin derdine düşmüşlerdir. Toplu vuran yüreklerimizi birbirine düşürüp 15 Temmuz 2016 gecesi milletimizin varlığına bizzat kastetmeye yeltendiler.
Namazımızı kılmış olsak bile oluşan cemâate katılma şerefine bizleri davet eden Peygamber Efendimiz’in bu uyarısı Müslümanlar olarak bizlere aslâ bütünlüğümüzü kaybetmemenin mesajını vermektedir. 15 Temmuz gecesi 251 vatan evladını şehit verdik.
Şehitler, hakîkatin tanıklarıdır. Hak ve hakîkate tanıklık yapıp bu uğurda canlarından geçenlerdir şehitler. Rabb’inin katında diri ve tanık olduğu için ona “şehit” denmiştir. Aynı şekilde şehit, can verirken cennete tanık olduğu ve melekler onun şehâdetine tanıklık ettiği için bu ismi almıştır.
Bedir Gazvesi’nden Mekke’nin fethine, Malazgirt Zaferi’nden İstanbul’un fethine, Çanakkale Savaşı’ndan 15 Temmuz Destanı’na kadar verdiğimiz bütün şehitlerimizi rahmetle anıyoruz ve rahmet diliyoruz. Şehitlere rahmet dilemek, onlara duâ okumanın yanında, onların uğruna canlarını verdiği değerlere sahip çıkmakla mümkündür elbette. Zira bayrakla doğanlar, bayraksız ölemez!
Sakın kader deme!
Kaderin üstünde bir kader vardır.
Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır.
Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır!
Göklerden gelen karara boynunu uzatan bir nesil çıkar. Gözünü budaktan esirgemez, topun, tankın, kurşunun üzerine yürür, korkmadan, çekinmeden… Hatta koşarcasına… Bu bir kişinin destanı değildir. Bir milletin, el ele verip kendi istiklâlini ve istikbâlini korumasının destanıdır.
İhânete, düşmanlığa, vefasızlığa meydan okumasıdır. Hakka, hakîkate, birliğe, kardeşliğe, dostluğa sahip çıkması ve bu uğurda bütün sevdiklerini, bir an bile düşünmeksizin arkada bırakabilmesidir. Tüm şehitlerimizin rûhu şad olsun, makamları cennet makamları âlî olsun.
[1] Mustafa KARA, Buhara Bursa Bosna, s. 211.
[2] M. Esad COŞAN, Başmakaleler 2, s. 185.
[3] Müslim, Îmân, 93; Ebû Dâvud, Edeb, 131; İbn Mâce, Edeb, 11; Tirmizî, İstî’zan, 1.
[4] 3/Âl-i İmrân, 103.
[5] Hasan Kâmil YILMAZ, “İman Ekseninde Sevgi ve Kardeşlik”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 287, s. 8-10.
[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 400; V, 335.
[7] Cemal NAR, “Cehaletin Gözü Kör Olsun”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 367, s. 22.
[8] Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65.
[9] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 278, 375.
[10] Mevlânâ, Mesnevî, c. 2, s. 283-284.
[11] 6/En’âm, 153.
[12] 61/Saff, 4.
[13] Tirmizî, Fiten, 7/2165.
[14] Buhârî, Ezân, 46.
[15] 2/Bakara, 43.
[16] Müslim, Mesâcid 278.
[17] Ebû Dâvûd, Salât, 56/577.
Kadir ÖZKÖSE
YazarBizim inancımıza göre, insanın yaratılış gayesi bellidir; Allah onu bir sınav için dünyaya getirmiş ve sınav sonunda alacağı puana göre âhirette hak ettiği karşılığı verecektir. Kul nereyi hak ediyors...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
- Allah’ın birliği inancına dayanan dinimiz, tam anlamıyla bir kardeşlik ve birlik dini olduğuna göre, birlik beraberlik konusunda neler söylemek istersiniz hocam?Son yıllarda hem İslâm ümmeti olarak ...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Bu gökyüzü, bu dağ, deniz, bu toprak zemin,Ay yıldızlı, nazlı bayrak, bu vatan kimin?Yıllar yılı bölünmedik fırka kalmadı,Kimse dirlik yollarında kapı çalmadı,Bu kavgalar hangimizden bir can almadı,Ak...
Şair: Halil GÖKKAYA
6 Şubat sabahı asrın felaketini yaşadık. Bu topraklar çok acılar gördü. Ama böylesi büyük bir felâket yaşanmadı. Kıyâmeti yaşadık. Bir şehir, bir belde veya bir noktada değil, çok geniş sahada büyük y...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE