Sohbet Meclisi Cennet İklîmi
Sohbet; arkadaşlık edip ünsiyet kurmaktır. Bedenle ya da gönülle uzun süre beraberlik hâlinin tesis edildiği, dinî veya dünyevî konuların konuşulduğu toplantıya da sohbet denir. Ancak tasavvufta, “şeyh yahut büyük âlimler ile beraber olup onlardan mânevî anlamda feyizlenmek, onların ilimlerinden ve edeplerinden istifade etmek” anlamındadır.
Sûfiler, tasavvufî sohbetlerde kendisinden üstün olanla sohbet ederek, o saygın zâta hizmet eder, hizmetinde bulunurlar. Kendisinden daha aşağı derecede olan birisi ile sohbet edildiği vakit, şefkat ve rahmet duyguları yoğunlaşır. Çünkü kendisinden aşağı olan biri ile sohbet, sadece onun gönlünü almak ve ona merhamet duymaktan dolayı yapılır.
Kendisiyle aynı seviyedeki kimselerle yapılan sohbetler ise; dostluk, arkadaşlık ve sevgiden ötürü yapılan sohbettir. Tasavvufta sülûk ehlinin çoğunluğu cismânî sohbette bulunur. Çünkü sohbette tebliğ, şifâhî eğitim ve irşadla beraber mânevî yansıma ve hâl eğitimi vardır.[1]
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yakın arkadaşlarını ifade eden sahâbe kavramı; tasavvufun temel kavramlarından olan sohbet kavramı ile aynı köktendir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v.) ile yapılan dostluk, arkadaşlık ve onunla uzun süre beraber yaşamayı ifade eden sahâbe mefhûmunun tasavvuftaki yansımasının sohbet kavramı ve metodu ile ifade edildiğini söylemek mümkündür.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’le bir süre birlikte yaşama tecrübesi bulanan kimseler sahâbî kabul edilebilir. “uzun süre birlikte yaşama” şartı tasavvuftaki sohbet kavramının da esasını teşkil etmektedir. Bu bakımdan mutasavvıfların sohbet anlayışının fakihlerin sahâbî kavramına olan yaklaşımları ile uyum arz ettiği anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir arasındaki dostluk ve arkadaşlık, tasavvuftaki sohbet kavramına tekâbül etmektedir. Diğer bir ifâde ile tasavvuftaki sohbet kavramı Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ashâbı arasındaki samîmî ilişkiye dayanmaktadır.[2]
Sohbet; “Zihnen ve Kalben Beraberliktir”
Tasavvufta sohbetin dayanağı âyet ve hadislerdir. Nitekim Nakşbendî büyüklerinden Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, “Sâdıklarla beraber olun.” âyetinde emredilen beraberliği cismânî birliktelik olan sohbet ve mânevî birliktelik olan râbıta olmak üzere iki şekilde tefsir etmiştir.
Cenâb-ı Hak, Tevbe Sûresi’nin 119. âyetinde “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” buyurmaktadır. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri der ki: “Bu âyet-i kerîmedeki ‘Beraber olun!’ emri, dâimî bir sûrette beraberliği ifade eder. Âyette ‘beraberlik’, mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hükmî beraberliği ihtivâ eder.
Fiilî beraberlik, sâdıkların meclisinde kalp huzuruyla fiilen bulunmaktan ibarettir. Hükmî beraberlik ise gıyablarında da onların hâllerini tahayyül etmekten ibarettir.” Demek ki sâdık olma yolunda atılacak ilk adım, sâdıklarla beraber olmak, yani onlarla, muhabbetli bir ülfet içerisinde bulunmaktır.
Sâdık olmak, bu durumun tabîî bir neticesidir. Yani Hak dostlarıyla beraberlikten maksat, yalnızca maddî ve zâhirî beraberlik değildir. Gerçek beraberlik, kalbî beraberliktir. Bunun içindir ki büyükler, “Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” buyurmuşlardır. Kalbî beraberlik ise evvelâ zihnî beraberlikle başlar. Bizler de Allah’ın sâlih ve sâdık bir kuluyla gıyâben de olsa, “zihnen ve kalben beraberlik” gayreti içinde olmayı gerektirir.[3]
Çünkü sâlih kimselerle birlikte olup sohbetlerine katılmak, insanın bâtınî gözünü açtığı gibi basîretini de kuvvetlendirir. Dolayısıyla tasavvufta önemli bir esas olan sohbet, müridi mânevî mertebelere erdiren bir vesîledir. Çünkü sohbette, şeyhte bulunan istîdatların mürîde geçmesi söz konusudur.
Ayrıca sohbet, muhabbet cezbesinin hâsıl olmasına vesîle olmaktadır. Bunlara ek olarak sohbet; insanda ilim ve tecrübeyi arttırırken insanı zâhiren ve bâtinen de kuvvetlendirir. Bundan dolayı mutasavvıflar sohbeti çok önemli bir esas saymıştır. Hâlidîyye’nin üzerinde önemle durduğu sohbet, geniş mânâda mütâlaa edilmiş ve samîmî bir niyetle sohbete girildiği zaman hayırları elde etmede bir vasıta görülmüştür.[4] Hulûsi Efendi Hazretleri şöyle buyurur:
Peymânesi Kevser yeridir ravza-i Cennet
Ol niyyet ile girsen olup mahrem-i sohbet
(Sohbete mahrem olmak (sohbetten istifade etmek) niyetiyle (sohbet meclisine) girersen meclisin kadehi Kevser, yeri cennet bahçesi olur.)[5]
Nakşbendîyye’nin temel ilkeleri arasında zikredilen sohbet, halvetin karşılığı olarak görülmüş ve halvetten daha fazîletli olduğu savunulmuştur. Sohbetler usûlüne uygun gerçekleştirildiği zaman bereketli ve feyizli olmaktadır. Çünkü sohbetten maksat âdâb ile edeplenmektir.
Nitekim Hulûsi Efendi (k.s.), sohbet esnasında mürîdin bu âdâblara riâyet etmesi ve âdâbın öğrenilmesi için müridlerin kendi aralarında sohbet etmesi gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca sohbetin bir mektep olarak gönülleri yetiştirdiğini beyan etmiştir:
Her bir edebin mektebidir gir taleb eyle
Ger âkıl isen âdem eder âdemi sohbet[6]
Edebe talip olan bu mektepten eğitim alır. Akıl sahibi insanları olgunlaştıran yetiştiren sohbet ortamıdır. Onun içindir ki; müritlerin kendi aralarında sohbet etmeleri, mürşidin sohbetinde bulunma âdâbını öğretir.
Nakşbendî büyüklerine göre; insanı fenâ mertebesine ve Allah’a ulaştıran yollardan biri de, ilâhî cezbeyle beraber seyr u sülûkunu yapmış, kâmil ve hakîkî bir mürşidin sohbetinde bulunmaktır. Tasavvuf ehli bu bağlamda hayatta alınıp verilen nefeslerin en değerlisini, kâmil bir mürşidin sohbetinde tüketilen nefesler olduğunu belirtmişlerdir.
Mürşid-i kâmilin sohbetlerinde tüketilmeyen bir hayat, Allah’a ulaştırmaya engel olduğu için hakkı verilmiş bir hayat değildir. Dolayısıyla bir mürîdin, mürşidinin sohbetine tam bir ihlasla katılması gerekmektedir. Bu durumda, mürîd şeyhinin fenâ derecesine ulaştığına inanmakla beraber sohbette bulunan sâliklerin hepsini de yüksek makamda, kendisini ise âciz görüp, sohbet esnasında himmet ve feyiz istemelidir.[7]
Gönül Yakınlığı ve Duygu Beraberliği
İnsanın sohbette öğrendiği ve muhâtaplarına yönelttiği nâzik dil ve üslûp, onun ilişkilerinde başarılı olmasına vesîle olur. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Söz, insan hâlinin tercümanıdır.” derken şöyle devam etmiştir: “Söz dilden kulağa, oradan da akıl ve anlayışın kaynağı olan rûha ulaşır.
Bu dil denen et parçasından hikmet nehri ırmak gibi akmakta, kulak denen deliklerden akıp, meyvesi akıl ve anlayış olan can bağına kadar gitmekte.” Bütün bunlardan sonra insanın önce düşünme, sonra ses çıkartma özelliklerini kullanarak, idrâk ve tekâmül seviyesine bağlı bir biçimde, bu konuşmaları daha derinden, özüne doğru anlamlandırıp sohbete çevirdiğini söyleyebiliriz.
Gerek samîmî konuşmaların gerekse ilâhi gibi gönüle tesir eden mânâlı sözlerin insan ruhuna olan etkisi, o ortamı cennete çevirir. Gönül ehli sohbet ortamındaki cennet huzûrunu, cennet iklîmini yakalar ve oradan asla ayrılmak istemez.
Hz. Ali (r.a.)’den aktarılan bir söze göre, “Sözün dikildiği yer gönüldür; ısmarlandığı yer düşüncedir, onu kuvvetlendiren akıldır, meydana çıkaran dildir; bedeni harflerdir, canıysa anlamı; süsü düzenli söylenmesidir; düzgünlüğüyse doğru oluşudur.” Yine Hz. Mevlânâ, sözle ilgili olarak, “Sözün kaynağı akıl, gönül, kulak veya görüştür: Gönül olmasa ten, konuşmayı ne bilir? Gönül aramasa ten, araştırmadan ne anlar?” demiştir.
İletişim, fıtrî olarak, gönüller arasındadır. “İnsanlar neden bağırarak konuşur?” sorusunun cevabı aşağıda nakledilen ve dervişlere mal edilen bir anonim menkıbede şöyle aktarılmıştır:
“İslâm âlimlerinden biri talebeleriyle Basra kıyısında gezinirken deniz kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Talebelerine dönüp, ‘Öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden yüksek sesle konuşuruz? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de duyurabilecek ve demek istediklerimizi rahat aktarabilecekken niye avazımız çıktığı kadar boğazımızı yırtarak bağırırız?’ diye sormuş. Talebelerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış:
‘İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak mecbûriyetinde kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesâfeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları lazım gelir.
Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sâkince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesâfe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır.
Artık bir süre sonra konuşmalarına bile lüzum kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini hakîkî olarak seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir. Bu sebeple tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesâfe girmesine müsâade etmeyin, izin vermeyin. Aranıza mesâfe koyacak sözlerden uzak durun. Aksi takdirde mesâfenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”
Sohbet meclisleri, insanın kendini bulacağı, cennet ikliminde hakîkati soluyacağı, rûhunu doyuracağı mânâ sofralarıdır. Sohbet için bir araya gelen topluluk, duygu ve düşünce birliği taşıyan bir topluluktur. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bu konuyla ilgili olarak da Mesnevî’de şunları ifâde etmiştir: “Aynı dili konuşan insanlar gönül dilinden habersiz iseler, dost değil, yabancıdır; ama gönül diliyle anlaşan iki kişi birbirinin lisanını anlamasa da dost olabilir. Ya da kimsenin gönül dilini anlamadığı yerde, yüzlerce dil bilen dilsiz kalır:
Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir.” Mevlânâ ayrıca, “İnsanlar, aynı gönül dilini konuşmaya başladıklarında aslında artık söze de ihtiyaçları yoktur; ‘Tanrım, harfsiz söz beliren o makamı, canımıza sen göster.” der. Bilgiye ve samîmiyete dayalı sohbetlerde, muhabbet artar ve anlatılanlar, güzel örnekler olarak hâfızalardaki yerini alır.
Sohbet meclislerinde insanlar birbirlerinden nezâket, sevgi, şefkat, fedakârlık gibi güzel hasletleri öğrenir. Ancak hâlâ insan olmayı becerememiş ve beşer olarak kalmış varlık şüphesiz nefis sahibidir. Gurur, kibir ve çalımla hareket eder.
İşte bu noktada hatip, sohbetini içten gelen bir inanç ve samîmiyete dayandırmaz ise inanılırlık ve dinlenme, dolayısıyla feyz alınma derecesi istenilen seviyeden çok uzaklarda kalır. Sohbetin faydalı olabilmesi için sevgi ve hoşgörü şarttır. Sohbeti güzelleştirip onu muhabbete çevirebilmek için gönüllerin birbirine sevgi ile açılmaları ve insanların hâlis niyetlerle birbirlerine içten davranmaları gerekir.[8]
Sohbet İkrâmları Cennet Bahçesindeki İkrâmlara Benzer
Cennette en güzel yerde bulunmak ve rahat hayat sürme hâli tefsirlerde “cennet bahçesi” olarak tanımlanmıştır.
Ravza kelimesi, “bol su kaynaklarına sahip yeşil bahçe” anlamına gelir. “Sen zâlimlerin yaptıkları şeyler tepelerine inerken bu yüzden korku ile titrediklerini göreceksin. İnanıp yararlı işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır. İşte bu büyük lütuftur.”[9] âyetindeki ravza kelimesi cennetin bir bölümünü işaret etmektedir.
Cennet bahçelerinde mekânın genişliği, latifliği, göz alıcı güzellikte olması reyhan ve her çeşit çiçekle bezeli olmasını ifade etmektedir. Aslında âhirette hazırlanmış olan zâhirî bin bir çeşit nimetlerin ve güzel ahlâk gibi kalp güzelliklerinin seyir yeridir.
Bu nimetler dünya nimetleriyle karşılaştırılamayacak derecede üstündür. Her çeşit mânevî nimet ve lezzet bu kapsam içindedir. “İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, işte onlar cennet bahçelerinde sevindirilirler.”[10] âyet-i kerimesinde ravza, “cennet” kelimesiyle tefsir edilmiştir.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “İyi biliniz ki ben sizden önce gidecek ve sizi bekleyeceğim! Dikkat ediniz; (yarın âhirette) sizinle buluşma yerimiz Kevser Havuzu’nun başıdır. Yarın benimle buluşmak isteyen, elini ve dilini günahtan çeksin!..”[11]
İslâmî literatürde havz, âhirette Rasûl-i Ekrem’e tahsis edileceği bildirilen çok büyük bir havuzu; “çok hayrı, kevser de yine Rasûlullah’a ayrılan, bütün cennet ırmaklarının kendisinden doğduğu büyük bir su kaynağını veya nehri ifade etmektedir.
Arapçada ayrı ayrı kullanılan bu iki kelime Türkçede havz-ı kevser şeklinde bir tek terime dönüşmüş bulunmaktadır. Rasûlullah’a lutfedilen nübüvvet, hikmet, ilim, çok sayıda ümmet, tevhîd vb. mânevî nimetler şeklinde de yorumlanmıştır.
Kevser Sûresi’nin nüzûlüyle ilgili olarak Enes b. Mâlik’in rivâyet ettiği bir hadiste Rasûl-i Ekrem, Kevser’i Rabb’inin kendisine va’d ettiği bir nehir şeklinde açıklamış, bu nehrin üzerinde hayrı çok olan bir havuz bulunduğunu ve kıyâmet gününde ümmetinin oraya geleceğini bildirmiştir. Muhtelif rivâyetlerde söz konusu nehir, etrafı incilerle örülmüş kubbelerle çevrili, suyu gümüşten beyaz, miskten daha hoş kokulu, baldan tatlı gibi özelliklerle tanıtılır.[12]
Yukarıdaki beyitte Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi özetle şöyle buyuruyor: “Eğer güzel bir niyet ile sırf Allah rızâsı için gönüller bir araya gelir sohbet meclisinde oturursa orası cennet gibi olur. O mecliste ikram edilen, sunulan çay veya diğer içecekler havz-ı kevserin başında sunulan ilâhî ikramlara benzer.”
Allah cümlemize böyle bol hayırlar nasip eylesin.
[1] Yakut Hâşemî Hâşimî, Seyyid Sıbğatullah Arvâsî ve Tasavvufî Görüşleri, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2020, s. 96.
[2] Mahmud Esad Erkaya, Tasavvuf Klasiklerinde Sohbet ve Uhuvvetin Temel İlkeleri, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 17 (1), s.252-253.
[3] Uluslararası İmam Rabbânî Sempozyumu Tebliğleri, (Editör: Prof. Dr. Necdet Tosun), Azîz Mahmûd Hüdâyi Vakfı Yayınları. İstanbul, 2018, s.37.
[4] Hâşimî, a.g.e., s. 97.
[5] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Divan Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Divanı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2020, c.1, s.30.
[6] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006. s.161.
[7] Hâşimî, a.g.e., s.99.
[8] Erdem Öktemus, Tasavvufta Konuşma ve Sohbet Âdâbı, Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2021, s. 14-22.
[9] 42/Şûrâ, 22.
[10] 30/Rûm, 15.
[11] Buhârî, Salât, 80; İbn-i Sa’d, II, 227.
[12] Mustafa Ertürk, “Havz-ı Kevser” Maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 16, İstanbul, 1997, s.546-549.
Musa TEKTAŞ
YazarZiyâretçilerin Kaleminden Hulûsi Efendi (k.s.)’nin Gönülleri Eğiten Tasavvufî AhlâkıTasavvuf; Kur’an’ı Kerim’i Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi yaşamaya çalışma gayretinin adıdır. Kettânî tasavvufun,...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Yaratılıştaki Yüz Güzelliğini Koruyarak Mahşerde Mahcup Olmamak İçinde yaşamış olduğumuz şu âlemde, yaratılmış olan bütün güzellikler Cenab-ı Hakk’ın ilâhî güzelliğinin bir yansımasıdır. Çünkü gü...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Bize 15 Temmuz gecesi vatan bahşeden aziz şehidim!...15 Temmuz kalkışması bağımsızlığımızı, millî irâdeyi, demokrasiyi, hukuk devletini; nihâyetinde birlik ve beraberliğimizi hedef almıştı. O gece; mi...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Mustafa Takî Efendi (ö.1925), millî mücadelenin içerisinde kendini bulan ve maddî-manevî katkıları ile mücadelenin seyrine yön veren isimlerden bir tanesi de eserleri, ilmî kişiliği, bağımsızlık özlem...
Yazar: Yusuf HALICI