Vedat Ali Tok ile Röportaj: Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
Mükemmel bir dîvân eseri ortaya koyan Osman Hulûsi Efendi’yi edebî ve sanat yönünden nasıl değerlendirirsiniz?
Osman Hulûsi Efendi’nin şiirlerine bakıldığı zaman halk edebiyatının da güzel örneklerini görürüz ancak daha çok Dîvân edebiyatına ait hususlar dikkat çekmektedir. 20. asır şairi olmasına rağmen bir Dîvân şairi gibi aruz vezniyle, Dîvân edebiyatı nazım tür ve şekillerini kullanarak şiirler yazmış.
Tabii ki sadece şekilde kalmamış yüzyılların birikimi olan eski, klasik edebiyatın mazmunlarını, mecazlarını, metaforlarını kullanmış. Osman Hulûsi Efendi, Dîvân adebiyatı tarzında yazdığı şiirlerle usta şairlerimizden en fazla Fuzulî ve Şeyh Galip’i hatırlatır.
Onları kendine örnek aldığını zannediyoruz. Bazı şiirlerinde ise Yunus Emre, Aziz Mahmud Hüdayî, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin üslubu sezilir. Hulûsi Efendi, dîvân şiirinin her türlü mecazını, sembollerini, mazmunlarını, teşbihlerini bilmekte ve onları şiirlerinde kullanmaktadır.
Hatta kullandığı kelimeler, terkipler bile zamanına değil en az yüz yıl geçmişe aittir. Bunun, şiirlerine bakıldığı zaman, abartılı bir hüküm olmadığı görülecektir. Bir örnek olması açısından şu dörtlüğü hem kullanılan kelimeler hem de
sanat açısından değerlendirmek isteriz:
"Düşdüm ayakdan tut elim
Sun bir piyâle sâkiyâ
Firkatle lâl oldu dilim
Rahm et bu hâle sâkiyâ"
Burada “ayak” kelimesi tevriyeli kullanılmıştır, İlk okunuşta “ayak” kelimesinin “ayak üzeri durmak” anlamı akla gelmesine rağmen şairin “aşk şarabının içinde bulunduğu kadeh”i kastettiği anlaşılır. Zira şair sâkîden yardım istemektedir.
Tasavvuf dilinde sâkî, aşk şarabını sunan mürşittir. Ayak, piyale, saki kelimeleri bir sebep dolayısıyla bir arada kullanıldığı için, yine elayak keza piyale-lâl kelimeleri bir arada kullanıldığı için de tenasüp sanatı vardır. Eski şiirimizde ve şairlerimizde en fazla dikkatimizi ve ilgimizi çeken hususlar şairlerin bir beyite hatta bir mısraa birkaç anlam derinliğini sığdırabilme, bir kelime ya da bir terkiple çoklu anlam çağrışımları yapabilme, kelimelerin değişik anlamlarından faydalanarak okuyucuyu şaşırtma, hayran bırakma kabiliyetleridir.
Şairlerimiz eski alfabenin kullanıldığı dönemlerde kelimelerin sesleri yanında şekillerinden de ustaca faydalanmışlardır. Mesela Dîvân şairleri eski alfabeye bakarak harflerin şekilleriyle insanların çeşitli hâl ve hareketleri hatta ömürlerinin devreleri arasında ilişki kurmuş, bunu da şiirlerine ustaca yansıtmışlardır.
Mesela elif harfi gençliği simgeliyor. Dimdik, fidan gibi… Dal, iki büklüm beli ile bir ihtiyara benzetilmiş. Mim ise artık yerlere eğilmiş, kemale kavuşmuş bir pîr-i faninin timsalidir. Yine bu harflerden gidecek olursak elif, namaz ibadetinde kıyamı, dal rükuyu, mim ise sücudu temsil eder, bu harfleri yan yana getirdiğimiz zaman da âdem ya da adam ismi, kavramı çıkar.
Dîvân şairlerimizden Necatî bir beytinde şöyle diyor:
"Ş’ol elif-bâlâ görüb ben kâmeti dâl olmuşu
Yanına aldı cihân içinde bir âd eyledi"
O, elif harfi gibi dümdüz boylu güzel, benim gibi beli dal gibi bükülmüş birini yanına alarak adam yerine koydu. Hiçbir hususiyetim yok iken bir adım sanım oldu. Bu beyitteki elif ve dal harflerini yan yana getirdiğimiz zaman ad kelimesi
ortaya çıkıyor.
Dîvân edebiyatında böyle harflerle ilgili yüzlerce örnek bulmak mümkündür. Osman Hulûsi Efendi de bir şiirinde şöyle der:
"Havf-ı Rabbânî düşüp yaksın ol dâğ ile içini
Elif-i zîbâ iken servi boyu[n] dâl ol"
Allah korkusu düşüp o ateşle içini yaksın; servi boyun güzel bir elif gibiyken, dal harfi gibi olsun. Burada dal harfi boyun eğmeyi, katlanmayı, meşakkate sabretmeyi simgelemektedir. Osman Hulûsi Efendi’nin, ebeveyni, hususi merakı ve okuduğu kitaplar onu, 20. yüzyılda Dîvân edebiyatı geleneğini sürdüren 3-5 kişiden biri durumuna getirmiştir.
Dîvân edebiyatı deyince ne anlaşılmalı, ne zamanları aklımıza getirmeliyiz? Bu edebiyatın ayırt edici özelliklerini özetleyebilir misiniz?
Dîvân edebiyatı, Klasik Türk edebiyatı, Eski Türk edebiyatı, Yüksek Zümre edebiyatı, Saray edebiyatı gibi isimlerle anılan bu edebî dönem aslında hemen hemen hiçbir adlandırmaya uymaz, hele Saray edebiyatı gibi adlandırmalar
bu edebiyatı gerçekte hiç anlayamamış insanların yapacağı bir adlandırma olmuştur.
Yaygın ismiyle Dîvân edebiyatı 13. asırdan itibaren gelişen 19. yüzyılın ortalarında ömrünü tamamlayan ancak günümüze kadar bu geleneği sürdürme çabalarında olan şairlerle hatırladığımız bir edebî dönemin adıdır. Daha çok dinî ağırlıklı ancak hemen her konuda ve türde verilen eserlerle zenginleşen bir tarihe sahiptir.
O yüzden, söylenişi bize sevimli gelmesine rağmen, sadece şiir türünü çağrıştıran Dîvân edebiyatı isimlendirmesi bile yanlıştır. Fakat biz, millet olarak nesirden ziyade nazma meyilli olduğumuz için bu tanımlamaya daha sıcak bakıyoruz. Şiire bütün bir Türk tarihinde, nesirden daha fazla önem verdiğimiz, ilgi duyduğumuz bilinen bir gerçektir.
Nitekim nazım sahasında gerçek anlamda klasik bir edebiyat meydana getirdiğimizi rahatlıkla söylemek mümkündür. Şairlerin âdeta gizli bir antlaşma ile oluşturdukları mazmunlar, mecazlar sayesinde uzun uzun anlatılması gereken bir hadise, bir kavram, bir hatıra, bir duygu, bir telmih, bir terkip hatta bir kelime ile öz bir şekilde dile getirilmektedir.
Mesela Osman Hulûsi Efendi’nin Dîvân’ında yer alan şu birkaç beyitte Hz. İsa’nın ölülere can verdiğine dair işaretler var ancak dikkat edilirse bu hadise anahtar kelimelerle, telmih yoluyla öz bir şekilde dile getiriliyor:
"Şol şehd-leb ile gele güftâra açıp fem
Zâil ola her gam
Cân bahş ede mevtâlara mânend[e]-i Îsâ
Enfâs-ı Mesîhâ
***
Çeşme-i âb-ı hayât yâhûd Mesîhâ’dır lebin
Rûh-ı hikmet nefh olur şîrîn makâlinden senin"
İslâm Ansiklopedisi’nde Rûhu’l-Kudüs için şöyle bir bilgi vardır: Rûhu’l-kudüs tabiri Kur’ân-ı Kerîm’de üçü Hz. Îsâ (el-Bakara 2/87, 253; el-Mâide 5/110), biri Kur’ân’la (en-Nahl 16/102) ilgili olan dört âyette geçmekte, dördünde de Cebrâil kastedilmektedir. Hz. İsa hakkındaki âyetlerde onun Rûhu’l-kudüs ile desteklendiği, Nahl Sûresi’nde (16/102) ilâhî vahyin Rûhu’l-kudüs vasıtasıyla indirildiği bildirilmektedir.
Kur’ân’da ruh kavramı “er-rûh” şeklinde tek başına kullanıldığı gibi değişik terkiplerle Allah’a nisbet edilerek veya rûhu’l-kudüs, errûhu’l- emîn gibi tabirlerle Cebrâil, ilâhî vahiy, ilâhî vahiy olarak İncil, Kur’ân ve Hz. İsa için kullanılmıştır.
Bu açıklamaya şu beyti zikredeceğimiz için ihtiyaç duyuyoruz:
"Rûhu’l-Kudüs şol nefhadır kim ölüler kıla diri
Ol Rûh-ı Kuds’üm ki dirilmiş râz-ı pinhân olmuşam"
Hocam eski edebiyatımızı anlamak her yiğidin harcı değil, diyebilir miyiz? Çünkü bu edebiyattan anlamak hele de zevk alabilmek için belirli bir bilgi birikimine, kültüre ihtiyaç var.
Elbette öyle. Eski edebiyatımız için biraz önce isimlendirme bahsinde zikrettiğimiz yanlış da olsa “Yüksek Zümre Edebiyatı” adlandırmasının sebebi, bu edebiyatı anlamak için belirli bir kültür seviyesi gerektirdiği gerçeği olabilir. Mesela bizim en meşhur şairlerimizden Fuzulî’nin şu:
"Bu gamlar kim benim vardır bâirin başına koysan
Çıkar kâfir cehennemden güler ehl-i azap oynar"
(Benim öyle dertlerim var ki bu dertleri bir devenin sırtına koysanız kâfirler cehennemden çıkar; azap ehli de gülüp oynamaya başlar.) beytindeki anlamı tam anlamıyla çözebilmek için Kur’ân-ı Kerim’i okumak, onun en azından mealini bilmek gerekiyor.
Şöyle ki; Mesela Müslümanların cezasını çektikten sonra çıktıkları gibi kâfirler de cehennemden çıkacak mıdır? Azap ehli niçin gülüp oynayacak? Bütün bu sorular ister istemez ana kitabımıza müracaat etmeyi gerektiriyor. Bunun için bâir (deve), cehennem, kâfir gibi anahtar kelimelerle Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda şu âyet çıkıyor karşımıza: A’râf Sûresi Sûresi 40. âyette;
“Âyetlerimizi yalanlayanlar ve o âyetlere uymayı kibirlerine yediremeyenler var ya, onlara göklerin kapıları açılmaz. Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler! Biz suçluları işte böyle cezalandırırız.” buyruluyor.
Âyette, devenin iğne deliğinden geçmesi nasıl imkânsız ise inkârcılara göğün kapılarının açılması ve cennete ulaşmaları da öylece imkânsızdır, ifadesine yer veriliyor. Böylece devenin iğne deliğinden geçmesi nasıl imkânsız bir şey ise inkâr edenlerin, kâfirlerin cennete girmesi de o kadar imkân dışı olduğunu anlıyoruz.
Fuzulî, burada elbette okuyucusuna dinî bir tebliğde bulunmuyor ama üzerindeki çilenin yoğunluğunu ifade etmek için söz oyununa başvuruyor. Benim çilelerim devenin sırtına yüklense deve o kadar zayıflar ki adeta ipliğe döner ve iğne deliğinden geçer, diyor. Deve iğne deliğinden geçerse Kur’ân’daki âyet gereği imkânsız olan da gerçekleşir yani kâfir cehennemden çıkar, cennete girme hevesiyle azap ehli de sevincinden güler, oynar.
Burada kelimelerin hiçbiri gereksiz yere kullanılmamış. Şair ne büyük bir ıstırap içinde olduğunu ifade etmek için çektiği çileyi aynı zamanda cehennem ve azap kelimeleri ile bir manzara çiziyor okuyucusuna. Hulûsi Efendi’ye ait aşağıdaki beyitte Karun gibi para, mal sahibi olmak eleştirilirken Kur’ân-ı Kerim’in Kasas Sûresi, 76. âyetinde bahsedilen Karun kıssasına telmihte bulunulmuştur:
"Mekteb-i ilm-i ledünnîden okuyup ârif ol
Yığma şo’l Kârûn-veş dînârı dînâr üstüne"
Yine Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî’de:
"Kûşe-i vahdetimiz halvetimiz yâr iledir
Sarmışız sînemize vuslatımız yâr iledir
Sorma zâhidlere bilmez “len terânî” sırrın
Tûr-ı Eymen’de nihân sohbetimiz yâr iledir
Okuduk Mushaf-ı hüsnündeki “ev ednâ”yı
Ol sebebden nazar-ı rü’yetimiz yâr iledir"
beyitlerinde önce A’raf Sûresi 143. âyetteki Hz. Musa’nın (a.s.) Allah (c.c.) ile konuşması ve niyazı, sonrasında âdeta kendisini dünyada değil de âhiret ve cennet hayatına kavuştuğunu zannettiği zamanı anlatmış ve Hz. Musa’nın Allah (c.c.) ile Tur Dağı’ndaki konuşmasını iktibas yoluyla vermiştir.
Ayrıca Necm Sûresi’nin 9. âyetinde Mirac Gecesi’nde Allah (c.c.) ile Peygamberimiz (s.a.v.)’in arada vasıta olmaksızın görüşmeleri; “İki yay aralığı kadar, hatta daha yakın oldu.” şeklinde belirtilmektedir. Osman Hulûsi Efendi bu âyetten iktibas yoluyla yârin güzel cemalini seyrettiğini ve ona yakın olduğunu ifade etmektedir.
Dîvân edebiyatını dinî unsurların ağırlıkta olduğu bir dönem olarak değerlendirmek doğru mudur?
Arap ve Fars edebiyatları da dâhil, dünyanın hiçbir edebiyatında Türk edebiyatında olduğu kadar dinî unsurların edebiyatla mezcedildiğini göremeyiz. Klasik bir eser hazırlanırken bu, çoğu zaman din dışı bir konu diyelim ki bir ders kitabı, herhangi bir ilimle ilgili öğretici bir metin, bir aşk mesnevisi dahi olsa mutlaka en başta besmele, Allah’a hamd, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e salavat, ashabına selâm ve hürmet ifadeleriyle eserin sonunda Allah’a şükür cümlelerini görürüz.
Dinî eserlerde ve bazı edebî türlerde ise bunların zirveye ulaştığına şahit oluruz. Edebiyatımızda münacatlar, tevhidler, naatlar çok meşhur olmuş, bu yüzden bugün, her tür, başlı başına birer inceleme konusu haline gelmiştir. Osman Hulûsi Efendi’nin Dîvân’ında da bu türün örneklerini görmek mümkündür. Güzel bir naat örneğiyle bitirelim:
"Dürr-i şehvâr-ı risâletdir Muhammed Mustafâ
Tâc-ı Levlâk-i hilâfetdir Muhammed Mustafâ
Perdedâr-ı harem-i hâsıdurur Cebrâil
Mazhar-ı nûr-ı nübüvvetdir Muhammed Mustafâ
Zât-ı Hak Sultân-ı Kevneyn söylemişdir zâtına
Enbiyâ ser-hayline tâc-ı risâletdir Muhammed Mustafâ
Mu’cizâtıdır zuhûrunun serâser kâinât
Mebde-i kevn ü mekân-ı tamâmetdir Muhammed Mustafâ
Çâr yârı çâr erkânıdurur İslâm’ın
Sıdk u adl ü hilm ü ref’etdir Muhammed Mustafâ
Mâhasal dergâhının kemter Hulûsî bendesi
Redd kılmaz kimseyi kân-ı mürüvvetdir Muhammed Mustafâ"
Eğitimci, yazar. 20 Nisan 1966, B. Karamanlı / Pınarbaşı / Kayseri doğumlu. Namık Kemal İlkokulu, 50.Yıl Dedeman Ortaokulu, Kayseri Lisesi, Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu.
Edebiyat öğretmenliği yaptı ve bu arada yüksek lisansını tamamladı. İlk ürünü 1981’de Kayseri Anadolu Haber gazetesinin kültür sayfasında, sonraki yıllarda Berceste, Somuncu Baba, Erciyes, Yeniden Diriliş adlı dergilerde yayımlandı. Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir.
Eserleri (Araştırma-İnceleme):
Türk Şiirinde Hz. Muhammed (1997), Şiir Terimleri Nazım Tür ve Şekilleri (1999). Her Dem Taze Beyitler (2014) Kadı: Kadı Burhaneddin Romanı (2016) Eskimeyen Türk Edebiyatı Üzerine Mülâkatlar (2014) Edebi Sanatlar Ansiklopedisi (2011) Kayseri Lisesinden Nura Koşanlar (2015) Semender (2017)
Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Yazar“TOPLUMLAR ADÂLETLE ÂBÂD, ZULÜMLE BERBAT OLURLAR”Bu sayımızda Necmettin Erbakan Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Dergimizin yazarı Prof. Dr. Ali Akpınar Hoca’mızla yaptığımız adâlet ile ilgili söyleşimiz...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Allahu Teâlâ, Enbiyâ Sûresi 35. âyette şöyle buyurmaktadır: “Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.”Bu âyette if...
Yazar: Mehmet SOYSALDI
Hocam Ramazân-ı Şerif Müslümanlara nasıl bir mânevî mevsim/iklim sunmaktadır?Ramazan ayı; orucun, namazın, itikâfın, zekâtın, zikrin, virdin ve her türlü ibâdetin kendisinde toplandığı mânevî bir arı...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Arapça kökenli olan “vakıf” kelimesi “durmak, durdurmak, alıkoymak” anlamlarına gelmektedir. “Bir hizmetin gelecekte de yapılması, sürüp gitmesi için, belirli şartlarla ve resmî bir işlemle bırakılan ...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ