Münâfıkların Nifak Hareketlerine Karşı Dikkatli Olmak
Hicretin 6. yılı…
Hz. Peygamber (s.a.v.) Müstalikoğullarının Medine’ye baskın düzenlemek için asker topladıkları haberini alır. Yapılan araştırma neticesinde olay doğrulanır. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bin kişilik bir Müslüman ordu ile Müstalikoğulları topraklarına hareket emri verir. Amaç düşmanın bu niyetini fiiliyata geçirmeden yerinde etkisiz hâle getirmektir.
İslâm ordusuna ganîmet elde etmek niyetiyle çok sayıda münâfık da katılır. Bununla birlikte onların asıl amacı her zaman olduğu gibi bu gazvede de Müslümanlar arasına fitne ve fesat tohumları ekerek onları birbirine düşürmektir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), düşman ordusuyla Müreysi Kuyusu’nun başında karşılaşır. İslâm ordusunu görünce düşman ordusu dağılır. Peygamber Efendimiz kalanları önce İslâm’a davet eder, bu daveti kabul etmeyince onlara karşı savaş açar. Kısa bir süre sonra Müslümanlar zafere ulaşır ve çok sayıda ganîmet elde eder.
Savaş bittikten sonra Müreysi Kuyusu’ndan su alma konusunda bir Muhâcirle, bir Ensar arasında münâkaşa çıkar. İş kavgaya dönüşür. Ensar’dan olan Müslüman; “Ey Ensar, yetişin!” Muhâcirlerden olan Müslüman da: “Ey Muhâcirler, yetişin!” diye seslenince, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu olaya müdâhale eder ve olayı barışçı bir şekilde sonlandırır.
Bu ortam tam da münâfıkların arayıp bulamadığı, fitne ateşinin alevlendirilmesine uygun bir ortam olarak görülür. Münâfıkların reisi Abdullah b. Ubey bu olayı kendi lehlerine çevirmek ve Müslümanlar aleyhine fitne kazanının altını ateşlemek amacıyla kışkırtıcı söylemlerde bulunur.
Ubey, “Şu Muhâcirlere bakınız. Bizim yardımlarımızla geçinen bu insanlar şimdi bizi aşağılıyorlar. Bunlara yardım etmeyiniz de Muhammed’in çevresinden dağılıp gitsinler. Hele bir Medine’ye dönelim. Oradan güçlü olanlar (Ensar), zayıf olanları (Muhâcir) çıkaracaktır.” şeklinde kışkırtıcı konuşmalar yapar.
Onu dinleyenlerden Erkam b. Ziyâd, Abdullah b. Ubey’in bu sözlerini Hz. Peygamber (s.a.v.)’e aktarır. O da Ubey ve avanesini sorgulamak için çağırır, ancak onlar yeminlerini kalkan yaparak böyle bir söz söylemediklerini iddia ederler. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in onların doğru söylediklerine inandığını gören Erkam b. Ziyâd, kendisinin yalancı konumuna düşmesi karşısında çok üzülür ve derin bir sessizliğe bürünür. Kısa bir süre sonra Münâfıkûn Sûresi iner ve Erkam b. Ziyâd’in haklılığını ve doğruluğu ortaya çıkarır.
Kur’an-ı Kerim’de müstakil bir sûre olan “Münâfıkûn” adını taşıyan bu sûrede ve diğer muhtelif sûrelerde münâfıkların özelliklerinden bahsedilir. Bilindiği gibi, İslâm toplumlarında münâfıkların İslâm’a ve Müslümanlara verdiği zarar, kâfirlerden daha çoktur. Çünkü kâfirler, İslâm’a ve Müslümanlara açıktan düşmanlık yaparken, münâfıklar ise, dine bağlı bir Müslüman rolüyle mü’minleri aldatır ve İslâm'ı içerden sinsice yıkmak için çalışır.
Bu uğurda her türlü renge boyanır, her türlü maskeyi kullanır ve entrikalar içerisine girer. Bundan dolayı Kur’an’da münâfıkların komplo ve hilelerine sık sık dikkatler çekilmekte ve Müslümanlar tedbirli olma konusunda uyarılmaktadırlar.
Münâfıklardan bahseden bazı âyetlerde, onların inanmadıkları halde inanmış göründükleri[1], ağızlarıyla kalplerinde olmayan şeyleri söyledikleri[2] ve böyle kimselerin cehennemin en alt tabakasında olacakları[3] bildirilmiştir. Hadislerde ise yalan söylemek, sözünde durmamak, emânete ihânet etmek[4] gibi münâfıkların yaptığı bazı kötü amellerden bahsedilmiştir.
Münâfıkların fiili olan nifak, bir yönden İslâm’a girip, bir başka yönden İslâm’dan çıkmak mânâsına gelir. Bir başka ifade ile dıştan Müslüman görünmek, içten ise, Allah’ı, Rasûl’ünü ve onun getirdiklerini yalanlamaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “İnsanlardan, inanmadıkları hâlde, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık.” diyenler de vardır.”[5] hükmü, nifakın dil ile ikrar olup, kalp ile tasdik olmadığını anlatması bakımından dikkat çekicidir.
Bu bir küfür çeşididir. Dolayısıyla, nifak ehlinin kalplerinde tasdik bulunmadığı için itikâdî açıdan kâfir hükmündedirler ve cehennemde ebedî olarak kalacaklardır.[6] Onları cehennemde ebedî kılacak olan; Allah’ı, Rasûl’ünü, O’nun getirdiklerini ve âhireti yalanlama tarzındaki küfürleridir.
Dinî bir terim olarak münâfık, kalbinde nifak hastalığı taşıyan, diliyle imanını açığa vurup, buna karşılık kalbinde küfrü sâbit olan kimseye denir. Nifak ikiye ayrılır. Bunlardan ilki, itikâdî nifaktır. Küfür kapsamına girer. Bu tür münâfıklık insanı dinden çıkarır.
Bu sınıfa girenler, inanmadığı halde inanmış gibi görünürler, kalplerinde küfrü gizledikleri hâlde ağızlarıyla Müslümanları kandırmak adına inandıklarını söylerler.[7] Kur’an-ı Kerim’de, “İnsanlardan öyleleri vardır ki inanmadıkları hâlde, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık.” derler[8] ve “Ağızlarıyla kalplerinde olmayan şeyi söylerler.”[9] âyetlerinde itikadî nifaktan bahsedilmektedir. Ve yine “Doğrusu ikiyüzlüler, ateşin en aşağı tabakasındadırlar.”[10] âyetine göre münâfıklar kâfirlerden daha ağır cezayla karşılaşacaklardır.
Diğeri ise amelî nifaktır. Bundan maksat, kalbinde küfür olmaksızın, münâfıkların hasletlerinden birisini işlemektir. Amelî nifakın, bazı rivâyetlerde[11] dinî emirlerin yapılmasında gevşeklik yapan mü’minler için kullanılması, her nifakın küfür anlamı taşımadığını gösterir.
Böyle bir nifak, kişiyi dinden çıkarmaz, ancak kişiyi iman konusunda büyük bir tehlike ile karşı karşıya getirebilir. Onun için mü’min yapmadığı ve yaşamadığı şeyleri söylememeli, sözüyle davranışları birbiriyle çelişmemelidir. Nitekim bir rivâyette amelî nifakın alâmetleri şöyle sayılmıştır: “Münâfığın alâmeti üçtür. Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, kendisine bir şey emânet edilince emânete ihânet eder.”[12]
Bu ve benzeri hadislerde belirtilen davranışlar Müslümanlarda da olabileceğinden dolayı amaç bu özellikleri taşıyan kimselerin itikâdî anlamda münâfık olduğunu söylemek değil, kalbinde iman olan kimseleri münâfıklara benzemekten uzaklaştırmaktır.
Öte yandan, kalbinde küfrü bulunan kimsenin, kâfir veya münâfık olması, âhirette değişik bir durum ortaya çıkarmayacaktır. Farklılık ancak dünyadaki hükümlerde olacaktır. Nitekim Ehl-i Sünnet inancının itikatta iki mezhebini temsil eden Eş’arîler ve Mâtürîdîler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Allah’tan getirdiklerini diliyle ikrar eden kimsenin lügat ve örf yönünden mü’min adını alacağı ve zâhirine bakılarak imanla ilgili hükümlerin kendilerine uygulanacağı hususunda görüş birliğine sahiptirler. Tartışma konusu, dünyada münâfığa uygulanacak hükmün ne olacağı konusundadır.
Münâfık dünyada mü’min gibi mi yoksa kâfir gibi mi muâmele görecektir?
Mâtürîdîler, dünyada zâhire göre hükmedilmesinin gerekli olacağını ileri sürerek, münâfıkın dünya hükümlerinde Müslüman gibi olduğunu söylemişlerdir. Kelime-i şehâdeti dille söylemek, imana bir kılavuzluktur. Böylelerinin beyanı, ifadelerinin içeriğine bağlı olarak zâhirî hükümleri geçerli kılar.
Çünkü biz, işin iç yüzünü bilme imkânına sahip değiliz. Bu duruma göre kalbiyle tasdik etmeyip diliyle ikrar eden, hareket ve tavırlarıyla da Müslüman olduğunu yansıtan münâfık, bir Müslüman gibi miras alır, mirasçı olur, Müslüman bir kadınla evlenebilir ve öldüğünde Müslümanların kabristanına defnedilir. Fakat böyle bir kişi âhirette kâfirler gibi muâmele görecektir.
Eş’arîler, kalbi ile tasdik ettiği hâlde dili ile ikrar etmeyen kimsenin mü’min olduğunu, buna karşılık, diliyle ikrar edip de kalbiyle tasdik etmeyenlerin ise, münâfık olduğunu söylemişlerdir. Hicrî 4. yüzyılda yaşamış olan Eş’arî Kelam bilgini Bâkıllânî ise, münâfığın imanını, mecâzî iman olarak isimlendirir.
Ona göre, iman edilecek şeyleri kalbiyle yalanlayan, diliyle Allah’ın birliğini kabul eden ve İslâm’ın gereği olan bir takım davranışları yerine getiren hakîkî mü’min olmasa da mecâzî anlamda mü’mindir. Dolayısıyla, münâfıkta varolan mecâzî iman, dünya hükümleri konusunda münâfığın mal ve canının helâl olmasını engeller. Çünkü o, zâhir yönüyle mü’mindir, Allah katında ise mü’min değildir. Bu noktada Bâkıllânî de Matürîdiler gibi düşünür.
Sonuç olarak, görüleceği gibi, imanın ve nifakın aslı, kalple ilgilidir. Söz ve davranışlar, kalpteki aslın delilleridir. Kalpte gizli olan şey, insanlarca bilinemediğinden, dünyada söz ve davranışlara göre hüküm vermek gerekecektir. İslâm toplumlarında ortaya çıkan nifak hareketlerinin fert ve toplum üzerinde olumsuz etkileri vardır.
Bunun itikâdî ya da amelî olması fark etmez. Bir defa itikâdî nifak insanı, dinden çıkarır. İnsan vicdanında derin sarsıntılar meydana getirir. Her ne kadar amelî nifak dinden çıkarmasa da ahlâkî anlamda ikiyüzlü hareket etmek, insanda şahsiyet gelişimini olumsuz yönde etkiler.
Bu mânevî hastalık, toplum bireyleri arasında güvensizlik doğuracağı gibi, toplumsal bağların çözülüp gevşemesine ve bir arada yaşama kültürünün yara almasına sebep olur. Dolayısıyla bir inanç hastalığı olan nifakın eğitim yoluyla tedavi edilmesi gerekir. Bundan da bütün Müslümanlar sorumludurlar.
[1] 2/Bakara, 8.
[2] 5/Mâide, 41.
[3] 4/Nisâ, 145.
[4] Buhârî, İman, 24.
[5] 2/Bakara, 8.
[6] Bkz. 4/Nisâ, 140, 145.
[7] Cürcânî, Seyyid Şerif, et-Ta’rîfât, Beyrut, 1983, s. 245.
[8] 2/Bakara, 8.
[9] 48/Fetih, 11.
[10] 4/Nisâ, 145.
[11] Müslim, İman, 25.
[12] Buhari, İman, 24.
Ramazan ALTINTAŞ
Yazarİslâm’ın ilk yılları... Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın alenî olarak İslâm’ı açığa vurduğu günlerdi. Hz. Ömer’in İslâm’la şereflendiğini gören Mekke müşrikleri infiâle ve telâşa kapıldılar. Derhal Mekke müş...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İslâm’a göre insan hayatı kutsaldır ve bu hayatın korunması için emniyet, huzur, güven, özgürlük ve barış ortamının sağlanması gerekir. İslâm geleneğinde Hanefî-Mâtürîdî âlimler, kimin, insan ha...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Gazze’de olup bitenler Gazze ile İsrail’in bir savaşı değil. Eğer öyle olsaydı, İsrail çoktan havlu atmış olacaktı. Bugün dünya Gazze ile savaşıyor. Siyonist İsrail’in arkasında ABD, İngiltere, Fransa...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Sultan I. Abdülhamid’in kızlarındandır. Yedinci çocuğu olarak 17 Temmuz 1778 Perşembe günü dünyaya geldi. Annesi, I. Abdülhamid’in ikinci kadını Ayşe Sineperver Kadın Efendi’dir. Padişah kızına,...
Yazar: İsmail ÇOLAK