Sohbet Mektebinde Edep Dersi Okumak
Tasavvufî sohbetler, bir edeb mektebi olarak gönülleri eğitir. Mürşid-i kâmil bu mektebin muallimidir, gönül yolunun sâlikleri olan ihvanlar ise bu mektebin talebeleridir. Sohbet ortamında, müritler mürşidin sözünden, sükûnetinden, hareketinden, sekînetinden ve hâlinden istifade ederek bir gönül eğitimi alırlar.
Bu istifade bazen de büyüklerin anıldığı, mânevî tasarruflarının ve feyzin gerçekleştiği müritlerin bulunduğu ortamda da zuhûr eder. Zaten tasavvuf ıstılahında sohbet için; hâl transferi denilmiştir. Özellikle Nakşbendiyye Tarîkatı’nın pîri Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin, “Bizim tarîkatımız (esası itibariyle) sohbettir. Halvette şöhret, şöhrette âfet vardır. Hayır, (Hak için olan) cemiyyettedir. Sohbete devam ede ede hakîkî imana ulaşma nasib olur.” kelâmı, sohbetin tasavvuftaki yerini ve hedefini ortaya koymaktadır.
Nefsin İştirak Edemediği Sohbette Edep Dersi
Tasavvuf ehli, sohbet deyince sadece karşılıklı konuşmayı değil; daha çok, kâmil bir insanla beraber bulunmayı; onunla hemhâl olmayı ve aynı atmosferde yaşamayı anlamışlardır. Bunun salih kimselerle sâdık bir niyetle yapıldığında ilâhî rızâya ve cennete vesile olacağını; ehl-i şerle olması durumunda ise, ilâhî gazaba ve cehenneme kapı açacağını belirtmişlerdir.[1]
Allah için kurulan sohbet meclisleri, herkese kapısı açık olan eğitim merkezleri durumundadır. Dünyevî meşgaleler ile perdelenen ruh, mânevî neş’esini kaybeden kalp, yeni bir canlılık ve sürûr kazanmak için muhakkak Allah adına kurulan bir mecliste bulunmalı ve asıl hedefi olan Allah rızâsını ve âhiret hazırlığını aklından çıkarmamalıdır.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) bir sohbetlerinde, “Bizim sohbetlerimize nefis iştirak edemez.” diye buyurmuşlardır. İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi (k.s.)’de şöyle buyurmuştur: “Gardaşlarım güzel bir yüz gördüğü zaman nefis, iştirak eder de, güzel bir sese nefis iştirak edemez.” Hulûsi Efendi Dîvân’ında sohbetin eğiticiliğini şöyle dillendirir:
Her bir edebin mektebidir gir taleb eyle
Ger âkıl isen âdem eder âdemi sohbet[2]
(Sohbet, her bir edebin öğrenildiği yerdir, (yeter ki) gir talep et. Eğer akıllı biri isen (bil ki), insanı insan yapan (kâmil sıfatlar kazandıran) sohbettir.)
Edep, birçok hayırların ve fazîletlerin kaynağı olması hasebiyle tasavvufî hayatta oldukça geniş bir yaşam ve uygulama alanı bulmuştur. İlk dönem sûfîleri Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i örnek almak üzere yola çıkarak, hemen hemen bütün davranışlarına belirli birtakım ölçülere göre şekil vermişlerdir.
Tarîkatlar dönemine gelindiğinde ise bu kurallar, "âdâb", "âdâb ve usûl", "âdâb ve erkân" olarak tabir edilmiştir. Tasavvuf mekteplerinde edep, çok mühim bir husustur. Sûfîler canlıya, cansıza, insana, hayvana, kısaca her şeye, her varlığa karşı edep üzere olunması gerektiğini belirterek, ona göre davranırlar.
Sakın nefsine uyup bir cân incitmeyesin
Hüsn ü edebi koyup bir cân incitmeyesin[3]
Ayrıca cansız varlıklara da bir tür dirilik atfederek, cansız varlıklara dahi edep üzere tavır alırlar. Sûfîler tabiata ve cansız varlıklara karşı takındıkları bu “edep” dolu, zarif tavırları ile aslında ekolojik dengenin korunması yönünde dünyanın geri kalanına oldukça ince bir ders vermektedirler.
Meselâ ses kirliliğinin bu kadar başını alıp gittiği bir ortamda, bir sûfî, diğerlerine hafif sesle hitap etmeyi tercih eder. “Yerin de canı vardır.” diyerek, yeryüzünde gürültü yapmadan, yeri bile incitmeden yürümeye gayret eder. Sessiz bir hayatın tefekkürü artırdığına inanan sûfîler az konuşmayı tercih ederler.
Tasavvuf insanı zarif ve nâziktir. Zira her daim “ihsan” bilinci içerisinde hareket etmektedir. Nitekim âyette şöyle buyrulmaktadır: “Her nerede olursanız olunuz, O, sizinle beraberdir.”[4] Hz. Ömer (r.a.) çok konuşmaktan sakındırarak şöyle demiştir: “Sözü çok olanın hatâsı da çok olur. Hatâsı çok olanın hayâsı azalır. Hayâsı azalanın verâsı (Allah korkusu) azalır. Allah korkusu azalanın kalbi ölür.” Sükûtun saltanatını Hulûsi Efendi (k.s.) şöyle dillendirir:
Sükût serîr-i dilde ahlâk-ı ankâdır
Bu cevher lutf-ı Hudâ’dır herkese nisâr olmaz[5]
Edep Mânevî Kemâlin Aynasıdır
Tasavvuf ikliminde edep sultanı, şerefli bir mertebeye ve yüksek bir mevkie sahiptir. Hatta Ebû Hafs el-Haddâd, tasavvufun bütünüyle edepten ibaret olduğunu söylemiştir. Hulûsi Efendi Hazretleri, “Zâhirî edebin mânevî kemâlin âyînesidir. Bir şişeye neyi koyarsan onu gösterir.” der.
Zira her hâlin, her vaktin ve her makamın edebi olduğunu, kim vakitlerin edeplerine riâyet ederse, ricâlin (Allah adamlarının) katına ulaşacağını ve kim de vakitlerin edeplerine uymaz da onları zâyi ederse, ulaşmak ve nâil olmak istediği yerlerden mahrum kalacağını ifade etmiştir. Bir lahza bile insanın erdeme ulaşmasına kapı açabilir. Hulûsi Efendi (k.s.) şöyle buyurur:
Yeter bir “lemhatü’l-ebsâr” olan çeşmin nigâhı tek
Bana ilm-i edeb erkân okut aşkın kitâbından
(Gözünün, bir kez açılıp kapanıncaya kadar geçen sürede bakışı kâfî, yeter ki bana aşkın kitabından edep ve erkân ilmi okut.)[6]
Ruveym b. Ahmed de ameli tuza, edebi una benzeterek her ikisinin de vücut sofrasında bir araya gelmesinin kalbî hissiyâta lezzet vermesi açısından gerekli olduğunu dile getirmiştir. Bazı büyükler de edep yalnızca bir açıdan değil, hem zâhiren hem de bâtınen, yani bütünüyle sımsıkı sarılmak gerekliliğini bildirmişlerdir.
Abdullah b. Mübârek de müridin çok amele değil, az da olsa edebe ihtiyacı olduğunu beyan etmiştir. Süfyân es-Sevrî de, vaktin edebine riâyet etmeyen sâlikin vaktinin kötülükten ibaret olduğunu ifade buyurmuştur. Dolayısıyla sâdık bir müride gereken âdâb, zâhir ve bâtındaki bütün hâlleri kapsar. Kezâ zâhirî edepler, bâtınî edeplere tâbîdir. Bâtındaki edepler ise, güzel ahlâkla süslenmek ve güzel davranışlarla donanmaktır.[7] Edep insanın kemâle ulaşması için bir vasıtadır.
Âdemi ikmâle sebeb lâzım olan cümle edeb
Hulûsi’yâ bak gör ki hep sıdkı bütünlerde bütün[8]
(İnsanı olgunlaştırmaya sebep olan şey edeptir. Ey Hulûsi! Bak gör ki bu edep de hep doğruluğu, Allah’a bağlılığı ve sadâkati tam olanlardadır.)
Edep Dersi, İnsanda Var Olan Bir Gücün Harekete Geçirilmesidir
İnsanın değeri, edebi ile ortaya çıkmaktadır. Edep fakirlerin ve dervişlerin dayanağı olduğu gibi, zenginlerin de süsüdür. Her yaştan her kesimden insana gerekli olandır. Bundan ötürü akıllı insan, enbiyâ ve evliyânın ahlâkı ile ahlâklanır, onların âdâbı ile edeplenir.
Nebîler ve velîler eziyetlere sabrederler ve onların kendilerine revâ gördüğünü yaparak karşılık vermezler. Faydasız bir şeye rastladıklarında ise yüz çevirip yollarına devam ederler. Kemal ehlinin kemâlâtının hangi şekilde hâsıl olduğuna bakılmalıdır ki, kemâl sahibi insan daha nice edebe erişmiştir.
İşte böyle edep sahipleri, nice güzel menzillerde nice güzel neticeler elde etmişlerdir. Avârif’te Seriyyü’s-Sekatî’den şu söz nakledilir: “Güzel edep aklın tercümanıdır. Kişinin ne kadar akıllı olduğu edebinden anlaşılır.”
İnsanın edep ehli olma kâbiliyeti, çakmağın ateş alma kâbiliyetine ya da hurma çekirdeğinin hurma ağacı olma kâbiliyetine benzerlik gösterir. Allahu Teâlâ insanın nefsini hem hayra hem de şerre kâbiliyetli olarak halk etmiş, hem ıslaha hem de bozulmaya imkân vermiştir. Fakat öte yandan, “Nefsini temizleyen felâha ermiş, onu kirleten ziyâna uğramıştır.”[9] buyurulmuştur.
Dolayısıyla nefs terbiye edilince akıl kuvvetlenir ve nefsin bâtınî ve zâhirî hâlleri düzelerek güzelleşir, böylece edep insanda kök bulur ve yerleşir. Edep, insanda var olan bir gücün, potansiyelin harekete geçirilmesi anlamına gelir. Bu da, insanın mayasında/özünde güzel bir karakter taşıyor olmasına bağlıdır.
Zira huy/karakter, Allah’ın fiillerindendir, Allah vergisidir. Çakmak taşında ateşin saklı olması da buna benzemektedir. Ateş de Allah’ın fiilidir. Dolayısıyla edebin kaynağı Allah vergisi iyi huy ve karakterdir. Edebin kaynağı ve aslı olan bu güzel huy ve karakter, Allah’ın fiili ve îcâdıdır.
Çakmak taşındaki ateş gibi insan fıtratında gizlenmiş bulunan bu güzel huyun kuvveden fiile çıkarma görevi, kulun kendisine verilmiştir. Kul çalışıp o huyu, o karakteri ortaya çıkarmayı başardığı takdirde edep kazanmış olacaktır. Zaten tasavvufun bizzat kendisi, Allahu Teâlâ’nın insanların fıtratına yerleştirmiş olduğu güzel huy ve karakterleri ortaya çıkarma mesleğidir.
Dolayısıyla sûfîlerin herkesten çok buna önem vererek, riyâzât ve ibâdet yoluyla fıtratlarında var olan güzel huy ve karakterleri ortaya çıkararak edep ve terbiyede örnek şahsiyet hâline gelmeleri gerekmektedir. Allahu Teâlâ’nın, huy ve karakterini kemâle erdirerek iç dünyasını hazır kıldığı sûfiler, Allah’ın verdiği bu kâbiliyetleri riyâzât ve çalışma ile kuvveden fiile çıkararak edep kazanmış olurlar.
Edepler, bazı kullarda Allah’ın fıtratına verdiği kâbiliyetin derecesine göre çok fazla riyâzât ve çalışmaya gerek kalmadan kuvveden fiile çevrilir. Buna en güzel örnek Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Nitekim Hz. Peygamber’i (s.a.v.) Allahu Teâlâ edeplendirmiş, böylelikle güzel edep sahibi olmuştur.
Öte yandan bazı kimselerin, fıtratlarındaki bu kâbiliyetin ortaya çıkabilmesi için çok çalışmaları gerekir. Bu sebepten müridler, mürşidin sohbetine ihtiyaç duyarlar. Zira sohbet ve ilim, bilgi sahibi olmak, bu kâbiliyetlerin açığa çıkmasına yardımcı olur. Allahu Teâlâ, “Nefislerinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyunuz.”[10] buyurmuştur. Burada korumaktan maksadın, onları edeple yetiştirmek suretiyle olabileceği belirtilmiştir.[11]
Alaeddin Attar Hazretleri, “Sûfilerin kalplerine eziyet etmekten ve edeplerin hatâlarından gâfil olmaktan çekin! Onların sohbetlerini istersen önce sohbet edeplerini öğren ve sonra sohbet et ki, fayda bulasın. Böyle yapmazsan nefsine zarar verirsin.” buyuruyor.
Sohbetin Âdâbı
Derviş gönüllü insanlar diğer ihvanlarla sohbette dünyevî işlerini katmamalı, Allah için sohbet etmeli ve maksadı O’nun sevgisi olmalıdır. Mürid, gönül dostlarıyla edepli konuşmalı, arkadaşları bir şey sorduğunda bildiği kadar cevaplamalı, bilgiçlik taslamamalıdır.
Sâlik, büyüklerin nasîhatine kulak vermeli ve yeni gelen ihvâna edebi öğretmelidir. İnsanlara anlayacakları şekilde irfan kapasiteleri kadar konuşmalı ve sohbetten keder ve yeis gelmemelidir. Sözlerde ihvânı sıkan bir ağırlık olmamalı ki sohbet meclislerinden kimse dönmesin. Mümkün olduğu kadar sükût etmeli ve dinleyenlerden olmalıdır. Dervişler Hak için bir araya gelip görüştüğünde, Allah’ın velîlerinin kelâmından konuşmalıdır. Sözlerinde nefse dair bir şey bulunmamalıdır.
Sohbetlerde şerîatın dışında sözler söylenmemelidir. Hâl ehliyle sohbetler kahvehanelerde olmaz, gönül eğitiminin merkezi sohbet ortamında mânevî huzurda olur. Çünkü sohbet câhil ve bilgisiz kimselerle olmaz. Mâneviyâta tâlip, sohbetin kıymetini bilen kimseler arasında olur.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tebliğ görevinin bir uzantısı olarak görülen ve mürşidlerin gönülleri irşad etmede en sık kullandıkları umûmî eğitim yollarından biri de sohbettir. Sohbet, genele yönelik olmakla beraber her bir kul o sohbetten kendi nefsini Hakk’a tasadduk ettiği oranda gıdalanır. Sohbet, yolun büyüklerinin ve özellikle Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin irşad yönteminin de temelini oluşturur.
Harakânî Hazretleri, “Her kim beni dost bilirse, Hakk’ı sevmiş olur. Her kim Hakk’ı severse, civanmertlerin sohbetine aralıksız devam eder. Her kim civanmertlerin sohbetine devam ederse, Hakk’ın sohbetine devam etmiş olur.” diyerek sohbetin önemini vurgulamıştır.
Bununla beraber, kâmil bir mürşidin en önemli özelliklerinden biri ki, bu aynı zamanda irşâdı da kişiye özel kılan bir başka yöndür, her kişinin seyrinin kendine özgülüğünü bilmesidir. O sebeple kâmil bir mürşid, irşâdın muhâtabı olan kişinin anlayabileceği seviyeden konuşmaya gayret gösterir. Harakânî (k.s.)’de bu noktaya dikkat çekerek, “Erler bulundukları makamdan konuşmazlar, dinleyici anlasın diye daha aşağıya inerek konuşurlar.” demiştir.[12]
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin tasavvuf anlayışı da tarîkat-ı âliyye büyüklerinin izinde sohbet üzerine kuruludur. Kendisinin sohbetlerinde, sahâbenin Hz. Muhammed (s.a.v.)’e göstermiş olduğu teslimiyet ve bağlılığı, ‘ihvanlar’ diye hitap ettiği dervişlerine nasîhat ettiği görülmektedir.
Bu sohbet ve nasîhatler günümüzde de hepimiz için rehberlik etmektedir. Anadolu’daki ana Nakşbendiyye-Hâlidiyye kollarından yaşamakta olanların Anadolu’da tasavvufî öğretinin günümüzdeki şekillenmesine büyük katkıları olmuştur. Hulûsi Efendi (k.s.)’nin tevâzu, sevgi, hoşgörü, sıdk, yardımseverlik, fakr ve hizmet eksenindeki talimleri, hayrü’l-halef evlâdı H. Hamîdeddin Ateş Efendi tarafından gönül bağlılarına sohbetlerde aktarılmaya, edep dersi olarak nakledilmeye devam etmektedir.
[1] Sühreverdi, Avârifu’l-Mearif (Ter: H. Kamil Yılmaz, İrfan Gündüz) Vefa Yay., İstanbul, 1990, s.556-557.
[2] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006. s.161.
[3] Ateş, Dîvân, s. 25.
[4] 57/Hadid, 4.
[5] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006, s.239.
[6] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Divan Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Divanı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2020, c.3, s.47.
[7] Edibe Boyraz, Tasavvufta Edep ve Hayâ Kavramlarının Çocuğun Ahlâkî Gelişimindeki Yeri, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara, 2022, s. 112-113.
[8] Ateş, Dîvân, s. 234.
[9] 91/Şems, 9-10.
[10] 66/Tahrîm, 6.
[11] Edibe Boyraz, Tasavvufta Edep Ve Hayâ Kavramlarının Çocuğun Ahlâkî Gelişimindeki Yeri, s.106-107.
[12] Duygu Çağlar Ayvacı, Ebû’l-Hasan El-Harakanî’nin Tasavvuf Anlayışı, Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2022, s.25.
Musa TEKTAŞ
YazarOsman Hulûsi Efendi, 1914-1990 yılları arasında Malatya’nın Darende ilçesinde yaşamış mutasavvıf bir şairdir. 1. Dünya Savaşı’ndan dolayı bu yıllarda; hayat iktisadî açıdan zorlaşmış; ilmî, tasavvufî,...
Yazar: Hamit DEMİR
Allah’ın sevgili kulları hep dert sahibi olmuştur. İyilik için dertlenmek, ideal olana kavuşmak için dert çekmek vuslatın vesilesi kabul edilmiştir.Derdi olan dermânın peşindedir, ama bulsa mı bulmasa...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Yaratılıştaki Yüz Güzelliğini Koruyarak Mahşerde Mahcup Olmamak İçinde yaşamış olduğumuz şu âlemde, yaratılmış olan bütün güzellikler Cenab-ı Hakk’ın ilâhî güzelliğinin bir yansımasıdır. Çünkü gü...
Yazar: Musa TEKTAŞ
İnsan topraktan yaratılmıştır, toprak tabiatlı olarak tevâzu gösteren her zaman kazanır, kibri yener, iç dünyasına tevâzu hâkim olur. Artık onun alacağı kararlarda, hareketlerde tevâzua uygunluk söz k...
Yazar: Musa TEKTAŞ