İstanbul’un Fethiyle Gerçekleşen Aşk, İlim, Teknoloji ve Sabır Cihadı
Fetih; coğrafî açılımın ötesinde kafaların, kalplerin ve müesseselerin İslâm’a açılmasıdır. Fetihle gerçekleşen açılım ancak Hak adına olur. Hak’tan halka açılımın bir diğer ifade biçimidir. Peygamber Efendimiz’in Mekke’nin fethi günü Kâbe-yi Muazzama’ya; “(Artık) hak geldi bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl tamamen yok olmuştur.” âyetini okuyarak girmiştir.[1] Bu işaretiyle Peygamber Efendimiz fethin ancak Hak adına yapıldığını ilân etmektedir.
Fetihten maksat, sadece toprakları ele geçirmek değil insanları kazanmaktır; gönülleri ve kafaları İslâm’a açmaktır. Hedef toprakları değil insanı fethetmektir. İnsanı fethedilmeyen toprakların ne imarı ne de ihyâsı mümkündür. Fetih; cihadın gerçekleştirilmesi, i’lâ-yı kelimetullah davasının egemen kılınması, hak davanın cihana duyurulması, Müslümanların elinden gelen bütün maddî ve mânevî imkânlarını seferber etmesidir. Gerçekleştirilen böylesi soylu bir cihadın neticesi fetihtir. Fetihte öldürmek değil yaşatmak asıldır.[2]
İslâm dünyasında tarih boyunca gerçekleşen fetihler, Allah yolunda gerçekleştirilen cihadın birer semeresidir. Bir diğer adı “Kıtâl” olan Muhammed Sûresi’nin akabinde Fetih Sûresi’nin gelmesi, fetihlerin ancak cihadın eseri olabileceğine işarettir. Âyet ve hadisler bizlere cihadsız fetihlerin olamayacağını belirtmektedir.
Müslümanların fetihleri doğuran cihaddır. Cihad ise sadece silahlı mücâdeleden ibaret değildir. Aynı zamanda cihad; ilim talebinde bulunmak, helal rızık peşinde koşmak, ana ve babaya itâat etmek, hak sözü haykırmak, güzel ahlâk sahibi olmak, ibâdet ehli olmak, her daim zikrullah ile meşgul olmaktır. Bu kadar geniş anlam boyutuna sahip olan cihat, kulların Allah’a yakınlaşmasını, Hakk’ı tanımalarını, Allah ile aralarındaki perde ve engelleri kaldırmayı hedefleyen bir mücâdelenin adıdır.[3]
Rabb’imiz hicretin altıncı yılında gerçekleştirilen Hudeybiye Anlaşması’nı “feth-i mübîn” olarak nitelendirmektedir. Bu antlaşma İslâm’ı fert, aile ve toplum boyutunda bir bütün hâlinde yaşayan ashâb-ı kirâmın başarı öyküsüdür. Bu antlaşma sonucu Müslümanlarla doğrudan temas kurabilme imkânını elde eden müşrikleri Müslümanların güçlü imanı, üstün ahlâkı, sınırsız ferâgatları, hâlis ibâdetleri, ölümü öldüren âhiret inançları, fertle toplumu ve dünya ile âhireti kaynaştıran ilâhî düzenleri derinden etkilemiş ve müşriklerin İslâm’a yönelişlerini sağlamıştır.
Mekke’nin fethine kadarki iki buçuk yıllık dönemde Müslümanların sayısı katlanmıştır. Hudeybiye bey’atına 1400 kişi katılmışken, Mekke’nin fethine on bini aşan bir iman ordusu iştirak etmiştir. Tarih boyunca Müslümanlar silahlı mücâdeleleri ile toprakları ele geçirmiş, İslâm’la insanlar arasında oluşturulmuş engelleri kaldırmış, insanları İslâm’la tanıştırmış, İslâm’ın yaşanmasını kolaylaştırmışlardır. Hudeybiye Anlaşması ise silahlı cihadın doğuracağı bu sonuçları, büyük ölçüde silahsız cihadla sağlayabilmiştir.
O yüzden Rabb’imiz bu antlaşmayı “feth-i mübîn” olarak zikretmiştir. Bu gerçekten hareketle fethin gerçekleşmesi sadece silahlı mücâdeleden geçmemektedir. Gerçekleştirilen cihadın çok yönlü olması gerekmektedir. Bu ruhla İslâm dünyasının yeniden fethe ihtiyacı bulunmaktadır.
İslâm coğrafyasında yaygınlaşan bâtıl inançları, sapkın akımları, yabancı ideolojileri, çarpık ilişkileri, insanlarımızla onlara hayat verecek İslâm arasında oluşturulan duvarları, metafizik dünyayı yok sayan seküler eğitim kurumlarını, yalan ve çarpık haberleri yaygınlaştıran basın ve medyayı, temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasına engel mâniaları ortadan kaldıracak feth-i mübîn çabalarına dünden daha fazla ihtiyacımız bulunmaktadır.[4]
Hudeybiye Antlaşması’nda olduğu gibi bugün Müslümanların gönüllere girmeyi başarması, zihinleri aydınlatması, ön yargıları gidermeleri, küfür ve şirk karanlıklarını gidermesi, imanın nurunu yaygınlaştırması gerekmektedir. Hudeybiye Antlaşması sonucu gerçekleşen serbestlikle Müslümanlar Mekke’ye ziyâretler düzenledi, akrabalarıyla buluştu, müşriklerle daha yakından tanıştılar. Bu tanışıklıklar sonucu onlara İslâm’ı anlatma imkânı buldular.[5]
Fethin Hak adına yapıldığının örneği Anadolu fâtihi Süleyman Şah’ın tavrıdır. Antakya’yı fethedince şehrin ana kilisesinden 114 müezzinle ezan okutan Süleyman Şah, gerçekleştirdiği fetihle beldeler kadar kafaların ve kalplerin fethini de sağlamıştır. Peygamber Efendimiz’in müjdesine mazhar olan Fâtih Sultan Mehmet, fethin halktan hakka açılmak için yapılmış olduğunun fiili örneğini vermiştir.
Fetih günü mücâhitlerine şu şekilde hitap etmiştir: “Ey kahraman mücâhitler! Allah’a hamd olsun, bundan böyle sizler Kostantiniyye fâtihlerisiniz. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in müjdelediği şerefli askerler sizler oldunuz. Gazânız mübarek olsun. Aslâ çocukları, din adamlarını, sizinle harp etmeyen kimseleri öldürmeyin. Kadınlara da dokunmayınız ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in size lâyık gördüğü şerefin ehli olasınız." [6]
Makalemizde Fetih, Fâtih ve İstanbul Sempozyum Bildirileri (Seha Neşriyat, İstanbul 1992) kitabındaki dört bildiriden hareketle Fâtih Sultan Mehmet’ten önceki İstanbul’u fetih girişimlerini özetlemeye çalışacağız.
İstanbul fethini müjdeleyen Peygamber Efendimiz’in hadisini duyan her Müslüman için İstanbul’u almak ve Peygamberi tarafından övülmüş Müslümanlar zümresine katılmak, bir “Kızıl Elma” ideali olmuştur. Bu maksatla pek çok Müslüman komutan İstanbul’un fethi girişiminde bulunmuştur.
Bu girişimlerin ilki Hz. Osman tarafından başlatıldı. Hicretin 34/655 tarihine rastlayan İstanbul’un fethi gazâsına, "Gazvetü’s-savârî/Direkler savaşı” adını verdiler. Bu gazâ için Suriye valisi Hz. Muâviye vazifelendirildi ve kumandanlığına Abdullah b. Ebî Serh getirildi. Suriye’de hazırlanan gemilerle yürütülen bu seferde, Anadolu’nun güney-batı sahillerinde ve Antalya vilâyetinin Finike etrafında birçok savaşlar yapıldı, bizzat İmparator Kostans’ın komuta ettiği Bizans donanması mağlup edildi, ancak İstanbul’a kadar gidilemedi ve geri dönülmek zorunda kalındı. Bu gazâya “direkler gazâsı” denilmesinin sebebi seferin gemilerle yapılmış olmasındandır.[7] Dolayısıyla ilk fetih teşebbüsü, Hz. Osman zamanında, yani Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından 16 yıl sonra gerçekleştirildi.[8]
Emeviler devrinde Hz. Muâviye’nin halifeliği zamanında tekrarlanan ikinci İstanbul seferi (48/668) Yezid kumandasında gerçekleştirildi ve İstanbul ilk olarak Müslümanlar tarafından bu tarihte 5 sene müddetle muhâsara edildi. İstanbul’da medfun bulunan Hâlid b. Zeyd/Ebû Eyyûb el-Ensarî bu savaşa katıldı ve seferde şehit edildi.
İstanbul’u ciddî şekilde muhâsara eden Müslümanlar, bunda da kesin sonuç alamadılar ve geri döndüler.[9] Bu kuşatmaya Ebû Eyyûb el-Ensarî’den başka Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Zübeyr, Abdullah b. Abbâs gibi ashâbın güzide şahsiyetleri de katıldı.[10]
54-60/674-680 tarihlerinde gerçekleşen ve yedi sene süren üçüncü İstanbul seferi yine Hz. Muâviye’nin hilâfetinin son zamanlarında yapılmıştır. Yaz mevsiminde İstanbul’a hücum eden ve kış başlayınca Marmara’da Kapıdağ yarımadasına sığınan Müslümanlar, bu uzun seferden de sonuç alamamışlardır.[11]
Üçüncü gelişin hatırası bugün Arap Camii ve Mesleme Camii ile devam etmektedir. Bu fetih teşebbüsünde de çok sayıda ashâb ve tâbiîn şehâdet şerbetini içmişler, İstanbul’u şereflendirmişlerdir. [12]
Emevî halîfelerinden Süleyman b. Abdülmelik zamanında ve halîfenin kardeşi Mesleme kumandasındaki İslâm ordusu, 97/715 tarihinde dördüncü olarak İstanbul’u fethe hareket etmiş, fakat fetih müyesser olmamıştır. Araplar tarafından yürütülen bu en büyük kuşatmadan sonra ilk defa İstanbul’da Perşembe Pazarı’ndaki Arap Camii inşa edilmiştir.
Kahramanlıkları efsâneleştirilerek anlatılan Battal Gâzî’nin bu savaşa iştirak ettiği ve Anadolu’da vefat ettiği kaydedilir. İslâm ordusunun en büyük seferi olan bu dördüncü seferde, sadece İstanbul’un kuşatılmasıyla kalınmamış, ondan önce Gelibolu’dan Trakya’ya geçilerek Edirne ve Selanik dolayları İslâm askerleri tarafından kontrol altına alınmıştır.[13]
Arap Müslümanlar tarafından beşinci ve sonuncu olarak gerçekleştirilen İstanbul seferi, Abbasîler devrinde halîfe Mehdî tarafından, kumandasına bizzat oğlu Hârun Reşîd tayin edilmek sûretiyle 165/782 senesinde gerçekleşmiş, ancak bunda da netice alınamayarak Boğaziçi’nin bazı yerleri kuşatılmış ve geri dönülmüştür.
İstanbul’u fethetme arzusu, büyük bir aşka dönüşmüş, her yeni İslâm hânedânı İstanbul’u fethetmek için askerî hazırlıklara ve teşebbüslere girişmiştir. Anadolu’yu bir İslâm ülkesi hâline getiren Selçuklular zamanında da İstanbul’u fetih teşebbüsleri vardır. Ancak Haçlı seferleri şehrin fethine imkân vermemiştir.[14]
Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucusu Çağrı Bey ve Sultan Tuğrul Bey’in harekâtının hep batıya yönelmiş olmasının hedefi İstanbul yolunu açmaktı. İstanbul’da daha önce Araplar tarafından inşa edilen Arap Câmii’nin, 444/1049 tarihinde Bizans tarafından tekrar tamir edilerek Tuğrul Bey namına hutbe okutulmuş olması da bunu göstermektedir.
Hatta Tuğrul Bey’in maksadını anlayan Bizans İmparatoru, ona hoş görünmek için cami ve minarenin tamirinden başka içini kandillerle donatmış ve mihrabına da Selçuklu arması olarak bir okla yay astırmıştır.
Anadolu’da kurulan küçük Türk beylikleri de İstanbul’u fethetme idealini benimsemişlerdir. Anadolu harekâtını tayin etmek üzere Danişmendli Beyliğinin kurucusu Melik Ahmet Gazi’nin huzurunda toplanan mecliste şu karar alınmıştır: "Evvelâ Kostantıniyye fethine gidelim. Mevlâ mu’în olursa Kaysar-ı Rûm’u helâk edelim ve Battal Gâzî Mescidi ki harap etmişlerdir, anı şenlendirelim..." Bununla İstanbul’daki Arap Câmii kastedilmektedir.
Malazgirt Zaferinden üç sene sonra Selçuklular, Üsküdar ve Kadıköy’e kadar bütün Marmara sahillerini fethetmiş ve İstanbul’u tehdide başlamıştır. Yanında Buhârâlı İmam Ebû Mansur olduğu hâlde Fırat nehrini geçen ilk Türk hükümdar Alparslan Gazi, Malazgirt zaferinin arifesinde secdeye kapanmış ve şöyle duâ etmiştir:
“Yâ Rabbi! Seni kendime vekil yapıyorum, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım niyetim hâlistir. Bana yardım et. Sözlerimde hilâf varsa beni kahret!” Devrin İslâm halîfesi de bütün câmilerde onun için şöyle hutbe okutmuştur: "Allah’ım, İslâm’ın bayraklarını yükselt ve hayatlarını sana kulluk uğrunda esirgemeyen mücâhitlerini yalnız bırakma. Alparslan’ı düşmanına muzaffer kıl ve askerlerini melekler ile teyit eyle! Zira o, senin yolunda ve senin dininin üstünlüğü için nasıl cihat ediyorsa sen de onu öylece koru ve düşmanlarını kahret!"
Alparslan’ın imamı Ebû Mansur da zaferden önce ona şu tebşîrâtta bulunmuştur: “Ey sultan! Sen, Allah’ın başka dinlere karşı yardım ve zafer va’deylediği Allah’ın dini (İslâmiyet) uğrunda cihat ediyorsun. Ben, (bu sebeple) Allah’ın bu fethi senin adına yazdığını umarım.
Binâenaleyh Cuma günü zevâlden sonra dünyadaki insanların (hatiplerin ve Müslümanların) senin ve mücâhitlerin kâfirlere karşı zaferin için duâ ettikleri zaman muhârebeye giriş; duâ icabına makrundur.” Hocasının tavsiyesine uyarak Cuma namazını kıldıktan sonra Alparslan, muhârebeye girişiyor ve zafer müyesser oluyor.[15]
Devletlerini âlim, şeyh, veli ve din adamlarıyla birlikte kuran ve son derece dindar olan Osmanlı Sultanları, cihat ruhunu yücelttiler. Onlar da öncekiler gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in müjdesine mazhar olmak sevdâsına kapıldılar. Bu sevdâ ve kesin inanç, Osmanlı sultanı ve askeri nazarında dünya hâkimiyetini simgeleyen "Kızıl Elma" mefkûresine dönüştü.
İlk Osmanlı Sultanı Osman Gazi, oğlu Orhan’a vasiyetinde, İstanbul’u alıp orayı gül bahçesine çevirmesini söylüyordu. Kızıl Elma mefkûresi, zamanla Yeniçerilerin cenk şarkısı hâline gelmişti. Savaş dönüşü birbiriyle vedalaşırken, “Kızıl Elma’da buluşalım.” parolasını kullanıyorlardı.[16]
İstanbul, Fâtih Sultan Mehmet’e kadar Osmanlılar tarafından dört defa kuşatıldı. Bu kuşatmalardan, Yıldırım Bayezid’in birinci teşebbüsü, Haçlılarla yapılan Niğbolu Meydan savaşı; ikinci teşebbüsü, Timur tehlikesi yüzünden; Musa Çelebi’nin kuşatması ise Mehmet Çelebi ile taht kavgasından, II. Murat’ın teşebbüsü de Mustafa Çelebi’nin Bizanslılar tarafından Anadolu’ya gönderilmesinden dolayı neticesiz kaldı.[17]
Osman Gazi’nin vasiyetinde oğlu Orhan’a; “İslâmbolu aç, gülzâr yap!" dediği rivâyet edilir. Bu vasiyet sâdece Orhan için değil, bütün Osmanoğulları içindir. Bundan dolayı aynı inanç ile Orhan Gâzî Bursa’yı aldıktan sonra devamlı olarak Bizans sınırlarını tazyik ediyor, oğlu Süleyman’ı Rumeli’ye geçirerek oraların fethini ikmalle Kostantıniyye’yi batı haçlı dünyasından koparmak istiyordu.
Murad Hüdâvendigâr da Kosova’ya kadar ilerleyerek Bizans’ı arkadan çeviriyor ve haçlı savletini kırıyordu. Osmanoğulları içinde Fâtih’ten önce İstanbul’u fethe yönelen en büyük hareketi Yıldırım Bayezid başlattı. O, tam dört kere İstanbul’u muhâsara etti. İlk muhâsara 793/1391 senesinde vukû buldu ve Bizanslılara şu ağır şartlar kabul ettirildi:
İkinci muhâsara 797/1395 tarihindedir. Bizansların yukarıdaki şartların bazılarını tatbik etmemeleri üzerine, Türk ablukası yeniden muhâsaraya tahvil edilmişse de birinci şartlardan başka yeni bir netice alınamamıştır.
Üçüncü muhâsara boğazda Anadolu Hisarı’nın inşâsından sonra 799/1397 tarihinde vukû bulmuş ve bunda da:
Yıldırım’ın son muhâsarası için 802/1400 tarihine rastlamaktadır ki dört ay süren bu abluka, Timur’un Sivas’ı işgal etmesi üzerine kaldırılmıştır.
Osmanlıların beşinci İstanbul muhâsarası 813/14İ1 tarihinde, yani Yıldırım’ın Ankara felâketini takip eden fetret devrine rastlamaktadır. Yıldırım’ın oğlu Musa Çelebi tarafından plânlanan muhâsarada da iç karışıklıklar sebebiyle netice alınamamıştır.
Osmanlıların altıncı İstanbul muhâsarası, Fâtih’in babası II. Murad tarafından yapılmış ise de bunda da Şehzâde Mustafa isyanı sebebiyle netice hâsıl olmamıştır.
İstanbul’un fethi için tarih boyunca Müslümanların giriştikleri muhâsaranın on ikincisi ve Osmanlıların yedinci son muhâsarası 857/1453 senesinde Fâtih Sultan Mehmet tarafından gerçekleştirilmiştir. Elli üç gün süren bu çetin muhâsara ile fetih müyesser olmuş ve tarih boyunca bütün Müslümanlar için "Kızıl Elma" olan İstanbul alınmış, şehir İslâm’ın olmuştur.[18]
Sonuç olarak İstanbul’un fethi, bir aşk cihadıdır. Neferlerinden kumandanlarına cihada katılanların her biri Peygamber Efendimizin müjdesine nâil olmak için aşkla cihada katılmışlardır. Şehit olma idealleri aşk tadındadır. Surları çökerten topların icat ve imalinden, karadan yürütülecek gemilerin inşâsına kadar fethin lev3azımat-ı harbiyyesini sağlayan ilim cihadı ve teknoloji cihadı vardır.
Çevre fetihleriyle örneklendirilen ve böylece Bizans halkının gönüllerinde pencere açan ve fetih sırasında ilk direnişlerini kıran adâlet ve merhamet cihadı vardır. İstanbul’un fethi bir sabır cihadıdır. Emevîler, Abbasîler, Selçuklular, Beylikler ve Osmanlılar döneminde defalarca fethedilmek istendiği ve bir türlü nasip olmadığı hâlde her kuşatma bir sabır ve azmin nişânesi olmuştur. İstanbul’un fethiyle iş bitmemiş fethin akabinde ilim cihadı başlatılmıştır.[19]
[1] Müslim, Cihâd, 84.
[2] Ali Rıza Temel, “Fetih Anlayışımız”, Fetih, Fâtih Ve İstanbul Sempozyum Bildirileri, Seha Neşriyat, İstanbul 1992, s. 36-37.
[3] Ali Rıza Demircan, “Cihad ve Fetih”, Fetih, Fâtih Ve İstanbul Sempozyum Bildirileri, Seha Neşriyat, İstanbul 1992, s. 30-31.
[4] Demircan, “Cihad ve Fetih”, s. 33-34.
[5] Temel, “Fetih Anlayışımız”, s. 35-36.
[6] Demircan, “Cihad ve Fetih”, s. 29-30.
[7] Câhid Baltacı, “Tarih İçinde İstanbul’un Fethi”, Fetih, Fâtih Ve İstanbul Sempozyum Bildirileri, Seha Neşriyat, İstanbul 1992, s. 58.
[8] İsmail Yiğit, “İstanbul’un Fethi”, Fetih, Fâtih Ve İstanbul Sempozyum Bildirileri, Seha Neşriyat, İstanbul 1992, s. 70.
[9] Baltacı, “Tarih İçinde İstanbul’un Fethi”, s. 59.
[10] Yiğit, “İstanbul’un Fethi”, s. 70.
[11] Baltacı, “Tarih İçinde İstanbul’un Fethi”, s. 59.
[12] Yiğit, “İstanbul’un Fethi”, s. 70.
[13] Baltacı, “Tarih İçinde İstanbul’un Fethi”, s. 59.
[14] Yiğit, “İstanbul’un Fethi”, s. 71.
[15] Baltacı, “Tarih İçinde İstanbul’un Fethi”, s. 59-61.
[16] Yiğit, “İstanbul’un Fethi”, s. 71.
[17] Yiğit, “İstanbul’un Fethi”, s. 71.
[18] Baltacı, “Tarih İçinde İstanbul’un Fethi”, İstanbul Sempozyum Bildirileri, s. 61-63.
[19] Demircan, “Cihad ve Fetih”, İstanbul Sempozyum Bildirileri, s. 30-31.
Kadir ÖZKÖSE
YazarYûnus Emre gerek yaşantısıyla gerekse yapıtlarıyla İslâm’ı bir bütün olarak yaşamanın derdini taşımıştır. Dinin ferdî, âilevî ve ictimâî yükümlülüklerini yerine getirmek Yûnus Emre’deki bu bütüncül ya...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Dünya gelip geçici, önemli olan ebedî hayata hazırlanmaktır. Mal, mülk, mevki, makam, para, pul, şan şöhret bizi aldatmasın. Önemli olan, Hak yolunda gerçek mü'min olarak yaşayarak gönül insanı olmaya...
Yazar: Ali ÖZKANLI
Ahmed-i Yesevî, hikmetlerinde bizlere Kur’ân’ın öngördüğü zikir ibâdetini gündemde tutmakta, inananların zikirle uyanışa ermelerini öngörmektedir. Ahmed-i Yesevî, konuyu özellikle şu beş ana noktada e...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Her mü'minin gözündenBirer damla yaş aksaZincirleri kökündenSöker Mescid-i AksaUtanırız Ömer'denYüzümüz kalkmaz yerdenHer mü'min, peygamberdenEmânet diye baksaBu kutlu belde içinCan verdi nice mü'minK...
Yazar: Mahmut NACAR