Hüsâmeddîn-i Ankaravî ve Melâmî Neşvesi
Hüsâmeddîn-i Ankaravî, Bıçakçı Ömer Dede (ö.880/1475) tarafından kurulan Melâmiyye-i Bayrâmiyye olarak bilinen ikinci devre Melâmî şeyhlerindendir. Burada Ayaşlı Bünyamin (ö.926/1520), İsmail-i Ma’şûkî (ö.945/1539), Hayrabolulu Sarban Ahmed (ö.952/1545) ve Aksaraylı Pîr Ali’den (ö.964/1557) sonra Melâmî kutbu kabul edilen[1] Ankaravî’nin hayatı, tesirleri ve Melâmî neşvesi üzerinde durulmuştur.
Hüsâmeddîn-i Ankaravî’nin Hayatı ve Silsilesi
Ankaravî’nin ailesi, yetişmesi ve mânevî gelişimiyle ilgili yeterli bilgi bulunmamaktadır. Hüsâmeddîn Efendi, Ankara’da yaşamış, Kutluhan’da düzenlediği sohbet meclisleri nedeniyle saray tarafından sürekli izlenmiş biridir. Ankaravî’nin vefatıyla ilgili farklı değerlendirmeler yapılmıştır.
Kimisi onun eceliyle vefat ettiği, kimisi ise idam edildiği yönünde görüş bildirmişlerdir.[2] Ankaravî’nin vefatıyla ilgili, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki 5 Zilkâde 975/(2 Mayıs 1568) ve 18 Muharrem 976 (13 Temmuz 1568) tarihli iki mühimme kaydının ikincisinde, “Maslûb Şeyh Hüsâm” tabirinin bulunması, şeyhin eceliyle değil, resmen idam edilerek öldürüldüğünü göstermektedir.[3]
Ankaravî’nin silsilesi ve kendisinden sonra Bayrâmî Melâmî yolunda görev üstlenen isimler şu şekildedir: Hacı Bayrâm-ı Velî (ö.835/1430), Bıçakçı Ömer Dede (ö.880/1475), Bünyamin-i Ayâşî (ö.926/1522), Pîr Ali Aksarâyî (ö.945/1539), İsmâil-i Ma’şûkî (ö.935/1528), Pîr Ahmed-i Edirnevî (ö.1000/1592), Ahmed-i Sarbân (ö.952/1545), Hüsâmeddîn-i Ankaravî (ö.964/1557), Hamza-i Bâlî (ö.969/1561), Hasan Kabâdûz (ö.1010/1601), İdrîs-i Muhtefî (ö.1024/1615), Hacı Kabâyî (ö.1036/1626), Sütçü Beşir Ağa (ö.1073/1663), Bursalı Seyyid Hâşim (ö.1088/1677), Şeyhülislâm Paşmakçı-zâde Ali (ö.1124/1712), Sadrazam Şehîd Ali Paşa (ö.1128/1716), Seyyid Halil Efendi (ö.1134/1722), Habeşî-zâde Abdurrahîm Efendi (ö.1140/1727), Dilâver Ağa-zâde Ömer Efendi (ö.1172/1759), Zâim Ali Ağa (ö.1178/1765).
Hüsâmeddîn Efendi’nin şeyhi, İsmâil-i Ma’şûkî’den sonra kutbiyyet makamına geçtiği söylenen Ahmed-i Sarbân’dır. Sarbân, Pîr Aliyy-i Aksarayî’nin mensuplarındandır ve Hayrabolulu’dur. Kânûnî Sultan Süleyman’ın Irakeyn Seferi’nde padişahın maiyetinde “Sârbânbaşı” olarak görev yapan ve bu sefer sırasında Pîr Ali’ye intisap eden Sârbân Ahmed, faaliyetlerini Hayrabolu’da sürdürmüş ve 952/1545’te orada vefat etmiştir.
Sârbân Ahmed, yetiştirdiği halifeleri aracılığı ile İstanbul’un mistik kültürünü derinden etkilemiştir. Aynı zamanda iyi bir şair olan ve şiirleriyle Hz. Ali’yi övüp, on iki imamı tebcil eden Sârbân Ahmed’in şiirleri Bektâşîler arasında yaygın bir üne kavuşmuştur. Sârbân Ahmed’in mensupları arasında Hüsâmeddin Ankaravî, Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin dedesi Taptap Ali Şah ve Kaygusuz Vizeli Alâeddin’in adı geçmektedir.[4]
Hüsâmeddîn-i Ankaravî’nin Melâmî Neşvesi
Ankaravî, Melâmîlerin temel ilke olarak gördükleri Hakk’tan başka kimseye muhtaç olmamak gayesiyle çiftçilikle meşgul olanlarını temsil eden bir isim olmuştur. O, İdrîs-i Muhtefî’ye Hz. İdrîs’in mesleği olan terzilik mesleğine hürmeten “İdrîs” adını vererek el emeği ile geçinme konusundaki hassasiyetini gözler önüne sermiştir.[5]
Şeyhi Ahmed-i Sarbân’ın Hüsâmeddîn Efendi’ye gönderdiği bir mektupta yollarının özelliklerini tarif etmiş ve Hüsâmeddîn Efendi’nin sûfî kişiliğine dair bilgilere yer vermiştir.[6] Hüsâmeddîn Efendi’nin Ahmed-i Sarbân’dan sonra şeyhlik görevini üstlendiğini gösteren bu mektupta Sarbân’ın Hüsâmeddîn Efendi’den Allah’ın kerem ve lütfu gönlüne doğan, ruh gıdasını bulan, mâsivâyı gönlünden çıkaran, hakkânî sırlara vâkıf, Allah’ın inâyeti, Habîbullâh’ın şefâati ve nübüvveti, evliyânın yüce himmeti ile “Molla Hüdâvendigâr” hâli verilen birisi olarak tanıtmıştır.
Hüsâmeddîn Efendi’nin yolunun en temel özelliğini “Tenhâda çokluk oturmamak ve kaba dervîşler ile sohbet etmek” olduğunu zikretmiştir. Bunun sebebinin ise kişilerin birbirleri vesilesiyle, mârifeti konuşa konuşa elde edecekleri yönündeki genel kabul olduğunu söylemiştir. Sarbân’ın bu mektubunda dinin zâhirine uymaya dair yaptığı vurgu ve üstadının sevgisini kalbinden çıkarmaması yönündeki telkinleri de dikkat çekicidir.
Hüsâmeddîn-i Ankaravî’nin Bursa halîfesi Hasan Kabâdûz’a gönderdiği bir mektupta ise Ankaravî, tasavvufî fikirlerini ve sûfî kişiliğini daha net bir şekilde dile getirmiştir.[7] İçerik ve üslup açısından Ahmed-i Sarbân’ın Hüsâmeddin Ankaravî’ye yazdığı mektuba çok benzeyen bu mektupta Ankaravî, vahdet düşüncesine sahip bir sûfî olduğunu açıkça dile getirmiştir.
O, mektupta, vahdet-i vücûd tecrübesinde sâlikin dikkatli olması gerektiğini, benliğinden sıyrılıp Hakk’ın varlığı dışında her bağdan kurtulmanın vahdet tecrübesi için önemini ve sâlikin hiçbir şeyi nefsinden bilmemesi gerektiği gibi hususları dile getirmiştir.
Bu verilerden Ankaravî’nin, Melâmî neşvenin tesiriyle kınayanın kınamasından korkmamak, el emeği ile geçimini temin etmek, Hakk’tan gayrı kimseye muhtaç olmamak, tevâzu ve cömertlik süsüyle tezyîn olmak, vahdet neşvesini tecrübe etmek, benlik duvarlarını aşmak, enfüsî ve âfâkî delilleri temaşa eylemek, hakkânî tecellîlere muhâtap olmak, inanç ve değerlerinden ölümüne sebep olsa dahi taviz vermemek gibi ilkelerle yolunu şekillendirmiş bir sûfî olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kendisiyle ilgili, Sarı Abdullah Efendi’nin “Seyyâh-ı beydâ-yı tarîkat, sebbâh-ı deryâ-yı haķîķat, merd-i meydân-ı ma’nâ, ferd-i eyvân-ı taķvâ” [8] ifadelerini kullandığı Hüsâmeddîn-i Ankaravî, Bayrâmî Melamîlik anlayışının ikinci kuşak sürecinde etkin olmuş önemli isimlerden birisidir.
O, varlığından sıyrılıp Hakk’ın tecellîlerine mazhar olmak adına ölüme gülümseyerek giden tavrı, hayır hizmetlerindeki öncülüğü, dünyaya değer vermemek noktasındaki net duruşu, yetiştirdiği talebeleri ve halk nazarındaki kıymeti ile devrinde tesirli olmuş bir şahsiyettir.
Ankaravî, cezbe hâli kendisinde ağır basan bir sûfî olarak hakkında çeşitli şikâyetler söz konusu olsa da Hakk’tan yana olduğunu düşündüğü bu tavrından taviz vermemiştir. O, tasavvufu iman, İslâm ve ihsan boyutuyla yaşayabilmenin, ilâhî tecellîlere mazhar olabilmek için benliği ve dünya sevgisi gibi diğer unsurları kalpten atıp Hakk’ın tecellîleri için kalbi hazır hale getirme seyri olarak görmüştür. İddia ve sadece teori içeren tezler yerine şerîata bağlı olarak nefs, şeytan, dünya ve diğer engellerden sıyrılıp vâsıl-ı ilallâh olabilmek için gayret göstermeyi tercih etmiştir.
[1] Sadık Vicdânî, Melâmîlik, Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, İstanbul 1922-1924, s.53; Abdülbakî Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, Devlet Matbaası, İstanbul 1931, s.71, 174; Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, Hazırlayanlar: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, Kitabevi, İstanbul 2015, c.II, s.478-480; Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Elif Kitapevi, İstanbul 2004, s.166-168; Tarık Velioğlu, Osmanlı’nın Manevi Sultanları, Ufuk Yayınları, İstanbul 2012, s.111-112; Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s.222; Haşim Şahin, “İkinci Devre (Bayrâmî) Melâmîliğine Genel Bir Bakış”, Uluslararası Melâmîlik ve Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî Sempozyumu Bildirileri, 9-10. Mayıs 2015 Antalya, Ankara 2016, s.63.
[2] Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-Fuâd, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1288, s.256-257; Müstakîm-zâde Süleyman Sa’deddîn, Risâle-i Melâmiyye Şuttâriyye, İstanbul Üniversitesi Ktp., Türkçe Yazmalar, no:3357, vr.33a; Atâî, Hadâiku’l-hakâik fî tekmileti’ş-Şakâik (Zeyl-i Şekâik), Neşreden: Abdülkadir Özcan, Çağrı Yayınları, İstanbul 1989, s.70; Abdürrezzak Tek, Melâmet Risâleleri, Bayrâmî Melâmilîğine Dair, Emin Yayınları, Bursa 2007, s.98-99.
[3] Sarı Abdullah, Semerâtü’l-Fuâd, s.256-257; Atâî, Zeyl-i Şekâik, s.71; Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, s.71; Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15.-17. Yüzyıllar), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1998, s.272-274; Ahmed Refik, “Osmanlı Devrinde Râfızîlik ve Bektaşîlik”, Dârülfünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası, c.IX/2 (İstanbul 1932), s.42-43’te 25 ve 26 numaralı belgeler; Ekrem Işın “Melâmilik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.V, İstanbul 1994, s.381.
[4] Işın, “Melâmilik”, s.382; Zübeyde Özer, Cevheretü’l-Bidâye ve Dürretü’n-Nihâye, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul 2015, s.171.
[5] Tek, Melâmet Risâleleri, s.52.
[6] Tek, Melâmet Risâleleri, s.228-230.
[7] Tek, Melâmet Risâleleri, s.261-263.
[8] Özer, Cevheretü’l-Bidâye ve Dürretü’n-Nihâye, s.171.
Fatih ÇINAR
YazarVasco Da Gama’nın Rehberi Müslüman Denizci: Ahmed İbni MâcidPortekizli denizci Vasco da Gama (1469-1524), Portekiz kralı I. Manuel tarafından Doğu’nun hazinelerine ve Hindistan’a ulaşmakla görevlendir...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Asıl adı Mehmed Vehbi olan ve ismi Erzincan ile özdeşleşen Terzi Baba, mesleği dolayısıyla bu sıfatla anılmıştır. Terzi Baba mesleğinden dolayı “Terzi Ağa”, boyunun uzun olmasından dolayı “Uzun Terz...
Yazar: Fatih ÇINAR
Üsküplü Atâ’nın Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Mesnevîsinde Ahlâkın Temeli Olarak Aşka BakışıAtâ, Üsküp’te, Ahmed-i Yesevî’nin (ö. 562/1166) neslinden gelen ve onun ışığını o topraklarda temsil ederek insanları...
Yazar: Fatih ÇINAR
Mehmed Emîn-i Tokâdî, 17. yüzyılın ikinci yarısı ile 18. yüzyılın ilk yarısının önde gelen isimlerindendir. Bir Nakşbendî şeyhi olan Tokâdî aynı zamanda seyyah sûfîlerdendir. Bu çalışmada, velûd bir m...
Yazar: Fatih ÇINAR