Aşk Kâfilesinde Kalıp Rahmet ve Affa Mazhar Olmak
Tasavvuf tarihi boyunca bütün mutasavvıflar eserlerinde aşk ve muhabbetten söz etmişlerdir. Aslında esas gayeleri, kalbin bir eylemi olan tevhîdi/birliği yaşayarak öğrenmek ve etrafındakilere tavsiye etmek olmuştur. Muhabbet tevhîdin pratiğe dönüşmüş halidir. Çünkü muhabbetin kemal noktasında bir seven, bir de sevilen bulunmaktadır. Bu noktada ikilik birliğe intikal eder. Böylece tevhîdin temelinin aşk olduğu karşımıza çıkar. Hulûsi Efendi Hazretleri şöyle buyurur:
İkilik birlik oldu
Gönüller dirlik oldu
Aşk oldu enîsimiz
Dost oldu celîsimiz
Sevgi Yolunda İlerleyen Aşk Kâfilesi
İlk dönem sûfîlerinde muhabbet genel olarak “Hakk’a meyletmek, onun emrine uyup, takdirine râzı olmak, onun hoşnutluğunu kazanmak için her türlü belâ ve cefâya gönül huzuruyla katlanmak” şeklinde anlaşılmıştır.[1] Çünkü sevilmeye en lâyık olan Hak’tır. Tasavvuf tarihinde adı ilâhî aşkla anılan meşhur zâhitlerden Râbiatü’l-Adeviyye’nin şu şiiri, sûfîlerin muhabbetullahı bu yönden ele alışlarını gösteren veciz bir örnektir:
“Seni iki sevgi ile seviyorum. Biri benim sevdam, diğeri senin sevilmeye lâyık oluşun Sana olan sevgim senden başka her şeyi bırakıp sadece seni zikretmeme sebep oldu Senin sevilmeye lâyık oluşun, seni görmedikçe kâinâtı görememe durumuna getirdi beni. Ne o ne de bu sevgiden dolayı övülecek bir yönüm yok benim. Hem o hem de bu sevgiden dolayı övülmeye lâyık olan sadece sensin.”[2] Hulûsi Efendi Hazretleri de sevgi yolunda birliğin sembolü olan aşk kâfilesinden ayrılmamayı dillendiriyor:
"Bu âciz kulunu kâfile-i aşkdan cüdâ kılma
Bakıp noksânıma rahmınla et afv u atâ yâ Rab"
(Yâ Rab! Bu güçsüz kulunu aşk kervanından ayırma. Noksanımı görüp merhametinle affet, bağışla.)[3]
Eskiden insanların tek başına yolculuk yapması tehlikeli ve zordu. Onun için kâfileler ve kervanlar hâlinde hareket edilirdi. Şiirde bu toplu hareket etmenin en güzel örneği sevgiliye giden yolda aşk kâfilesinin içinde olmak büyük bir nimet olarak zikredilmiştir.
Zaten tasavvuf yolunda hedefe varabilmek için birbirine gönülden bağlı aynı istikâmette yürüyen gönüllerin birlikteliği muhabbet kâfilesini teşkil etmektedir. Kâfileden ayrılmak yolcunun tek başına kalıp tehlikelere düşmesi olarak nitelenebileceği gibi ulaşılacak nihâî hedefe varamayış olarak da görülür.
Hak yolunun yolcusu olan derviş yokluk makamına tâlip olan âşıklardandır. En önemli özellikleri şirkten kurtularak doğrulukla, iyilikle, aşk ve irfanla Hakk’a vuslat etmeleridir. Kendine dervişlik bağışlananın kalbi sahtelikten kurtulur, temizlenir, cilâlanır ve gümüş gibi parlak hale gelir.
Bu yolda dervişin sermâyesi sabır, kanaat ve miskinlik; hâli sıdk, tevbe ve zikirdir. Derviş ilâhî aşk ile yanıp yok olur. Celal terbiyesiyle saflaşıp Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de billurlaştırdığı ve hedef olarak gösterdiği insandır.[4]
Aşktan söz edilen her yerde ise mutlaka mâşûktan da bahsedilmiştir. Aşk muhâtabına, yani mâşûka göre, mecâzî, beşerî, ilâhî, hakîkî gibi isimler almaktadır. “Aşk-ı hakîkî”, “mutlak aşk”, “aşk-ı ilâhî” adlarıyla ise hep Allah aşkı kastedilmiştir. Zira âşıkın bütün merhalelerden geçerek sonunda ulaşacağı gerçek aşk budur. Hak âşıkı, mâşûkunda yok olmuş, pervânenin ateşte yanarak ateş olması gibi birliği tatmıştır.[5]
Yüce Allah’ın Yeryüzüne Rahmet Tecellîleri
İnsan, yeryüzünde Allah’ın halîfesidir. Allah’ın halîfesi olma, bir takım sorumlulukları beraberinde getirdiği gibi, Allah’ın isim ve sıfatlarının insan üzerinde tecellî etmesi anlamına da gelmektedir. Yüce Allah’ın yeryüzüne rahmet tecellîsi yönüyle en önemli isimleri Rahmân ve Rahîm ism-i şerifleridir.
Şefkat ve merhamet de “Bismillâhirrahmânirrahîm” ifadesinde yerini bulan Cenâb-ı Hakk’ın bu ism-i şeriflerinin bir tecellîsidir.[6] Bu anlamda şefkat ve merhametin kaynağı Yüce Allah’tır. Nitekim Ebû Hureyre (r.a.)’nin rivâyet ettiği şu hadîs-i şerifte, bu durum açık bir şekilde dile getirilmektedir:
“Allah rahmeti yüz parçaya ayırdı, doksan dokuz parçasını yanında tuttu, bir parçasını ise yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça (rahmet) sayesinde bütün mahlûklar birbirlerine merhametli davranırlar. Hatta kısrak, (yavrusunu emzirirken) basıp da ona zarar verme korkusuyla ayağını (bu rahmetin eseriyle) kaldırır.”[7]
Rasûlullah bir gün ashâbıyla birlikte otururken elinde üzeri sarılı bir şey bulunan bir adam gelir ve Efendimiz’e şöyle der:
- Ey Allah’ın Rasûlü seni görünce buraya geldim. Gelirken bir ağaç kümesinin yanına uğradım. Orada bir kuşun yavrularının seslerini işittim de hemen onları alıp elbisemin arasına sardım. Derken anneleri gelip başımın üzerinde dönmeye başladı. Neticede ben yavrularının üzerini açtım, anne kuş gelip onların üzerine kondu. Ben tekrar üzerlerini örttüm. Şimdi onlar işte burada benimle beraberdir. Nebiyy-i Muhterem:
“Onları hemen bırak!” diye emretti. Adam da bıraktı. Ama anneleri yavrularını terk etmedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinât ashâbına sordu:
“Şu annenin yavrularına şefkatine hayret ediyorsunuz değil mi?” Ashap:
“Evet, yâ Rasûlallah.” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz:
“Beni hak ile gönderen Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun ki, Allah’ın kullarına karşı rahmeti, şu anne kuşun yavrularına karşı taşıdığı şefkatten daha fazladır. Onları götür, aldığın yere koy, anneleri de beraber olsun.” buyurdu. Adam da onları tekrar geri götürdü.[8]
Merhamet Peygamberi Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün hayatından bir kesit:
Bir yolculuktan dönülüyordu. Mola verilmiş, bir kadın da ateş yakarak hazırlık yapmaya başlamıştı. Ateşin alevleri yükselince kadın koşuşturan çocuğunun ateşe düşmesinden korktuğu için hemen onu bağrına bastı ve ateşe düşmesi halindeki dehşeti de tasavvur ederek buna gönlünün dayanamayacağını hayal edip orada bulunan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e dönerek sordu:
– Sen Allah’ın peygamberisin değil mi? Peygamberimiz (s.a.v.) de;
– Hiç şüphen olmasın, buyurdu.
Bunun üzerine kadın şöyle dedi:
– Allah’ın kullarına merhameti bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok değil mi?
Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
– Hiç şüphen olmasın öyledir, buyurunca kadın:
– Öyle ise bir ana yavrusunu ateşe atmaz, diye sızlandı.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in gözleri yaşardı da buyurdu ki:
– Yüce Allah (c.c.) ancak kendisine isyan edenleri ateşe atar. Müstahak olmayanları asla!..[9]
Allah’ın yüce merhameti gibi âhirette günahkâr mü’minleri affetmesi de bir lütf-ı ilâhî, rahmet-i ilâhî, afv-ı ilâhîdir. Günahlar, ya insan hayatta iken affedilmiş olur veya âhirette affedilir. Allah’ın günahkârları, onlar daha dünya hayatını sürdürürken affetmesi, tevbe, istiğfâr, ibâdet ve iyilikler, dünyevî musîbetler ve dünyada cezâ çekme gibi sebeplerle olmaktadır.
Allah’ın âhirette günahkâr mü’minleri affetmesini, sebepsiz ve sebepli olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Çünkü hadislerde, Allah’ın kıyâmet gününde, birçok günah işleyen bazı Müslümanları herhangi bir sebep olmaksızın affettiği bildirilmektedir.
Mesela, Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde; “Kıyâmet gününde bazı Müslümanlar dağlar kadar günahlarla gelirler, fakat Allah onların bu günahlarını affeder.”[10] buyurur. İmam Şâfiî bu hadisin, Müslümanlara en çok ümit veren hadis olduğunu söylemiştir. Allah, kullarının günahları ne kadar çok olursa olsun, dilerse onları bağışlar.
Kıyâmet günü Allah’ın affı ve bağışı sadece mü’minlere yönelik olacaktır. Dolayısıyla günahlarının çok olması, mü’min için ümitsizlik sebebi olmamalıdır. Hadislere göre günah işleyen insan, tevbe ve istiğfâr etmek, namaz, oruç gibi ibâdetler de dâhil olmak üzere her türlü iyiliği yaparak, yani kendi çabasına bağlı olarak o daha dünyada iken affedilebilir. Bunları yapmayan mü’min ise işlediği günahlardan, kendi güç ve iradesini aşan yollarla da affedilebilir.[11]
Hz. Âdem’in Tevbesi
Yeryüzü imtihanında bütün saydığımız nimetlere rağmen hatâ, yanlış, isyan ve inkâr ile günahkâr olan insanı tevbe ile temizleyen Allah kuluna karşı af ve merhametini göstermiştir.
“Ey iman edenler! Samîmî bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabb’iniz sizin kötülüklerinizi örter.”[12]
Hz. Âdem’in yasak ağaçtan yiyip cennetten çıkarılınca pişman olup ağlayıp af dilemiş, tevbe etmiş, merhamete kavuşmuştur.
Vehb şöyle demiştir: “Hz. Âdem’in ağlaması çoğalınca Allah şöyle demesini emretti: ‘Senden başka ilâh yoktur. Seni hamdinle tesbîh ederim. Ben bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, beni bağışla. Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Tevbemi kabul eyle. Çünkü sen tevbeleri çok kabul edensin.”
İbn Abbâs (r.anhümâ) şöyle demiştir: “İşte bu kelimeler, Âdem’in Rabb’inden ilhâm yoluyla aldığı kelimelerdir.”[13]
Ömer b. Hattâb (r.a.)’dan Rasûlullah (s.a.v.)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Âdem (a.s.) hatâsını itiraf ettiği vakit; ‘Ey Rabb’im, Muhammed (s.a.v.)’in hakkı için beni affetmeni dilerim.” dedi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ:
“Ey Âdem, sen Muhammed’i nereden biliyorsun? Henüz ben onu yaratmadım.” buyurdu. Âdem (a.s.):
“Beni (kudret) elinle yaratıp, bana ruhundan üflediğinde başımı kaldırdım arş-ı âlânın sütunlarında; ‘Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun Rasûl’üdür.’ diye yazılı olduğunu gördüm. Ben bilirim ki, sen isminin yanına ancak yarattıklarından sana en sevimli olanını yazarsın.” diye cevap verdi. Allahu Teâlâ:
“Doğru söyledin ey Âdem! Muhammed, yarattıklarım içinde bana en sevimli olandır. Artık seni bağışladım. Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım buyurdu.”[14]
Makbul Tevbe Edenler
Behâeddîn Buhârî Hazretleri, kendisine karşı edepsizlik yapan birine kızmayıp, tebessümle karşıladı. Fakat edepsizlik yapan kimse büyük bir derde düşüp, helâk olacak hâle geldi. Hatâsını anlayıp tövbe etti. Behâeddîn Buhârî Hazretleri bir ara o adamın evinin önünden geçerken, içeri girip hâlini sordu. “Allahu Teâlâ şifâ vericidir, korkma iyileşirsin.” dedi.
O kimse bu söz üzerine kalkıp; “Efendim, size karşı edepsizlik ettim, hatırınızı incittim, beni affediniz.” dedi. Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî Hazretleri buyurdu ki; “Kalbimiz o zaman incindi. Fakat şu anda gönül aynası tertemiz. İyi bil ki, mürşidlerin, yol göstericilerin kılıcı, kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama mürşid merhamet sâhibidir. Kimseye kılıç vurmaz. İnsanlardan belâsını arayanlar gelip kendilerini o kılıca vururlar.” Bu konuda Hulûsi Efendi Hazretleri de şöyle buyurur:
Seyf-i meslûl-i ilâhîdir ehlullah
Her umurunda muînidir Allah
Sultan II. Murad Han vefatından önce bir gün gezmeye çıkmıştı. Bir köprü başında bir dervişe rastladı. Selam verdi. Derviş yaklaşıp; “Hey padişahım! Tevbeye niyetlen, çünkü vâden yakındır!” dedi. Padişah, dervişe teşekkür edip duâlarda bulundu. Kendisine ölümü hatırlatanı çok sever, Allahu Teâlâ’nın rızâsı için yapılan nasîhatleri can kulağı ile dinlerdi.
Yanında bulunan İshak Bey’e dervişi sordu. Emir Sultan’ın müridlerinden olduğunu söyledi. Emir Sultan’ın adını duyan padişah da, “Bunda bir hikmet var.” dedi ve tevbe-i nasûh etti. Yanındaki bey ve paşalara dönüp, “Yarın mahşer gününde şâhit olun. İşte bütün günahlarıma tevbe ediyorum.” dedi.
Dervişe izzet ve ikramda bulundu. Sonra geri dönüp sarayına gitti. Daha kapıdan girerken başına bir ağrı düşüp hastalandı. Her Müslüman gibi hazırladığı vasiyetnâmeyi çıkardı. Veziri Çandarlı’ya verdi. Vasiyetnâmesinde, kendisinden sonra oğlu Mehmed’in Sultan, Çandarlı’nın da vezir olmasını arzu ediyordu. Vefat edince Bursa’ya götürülmesini ve orada medfûn bulunan büyük oğlu Alâaddin Ali’nin yanına defnedilmesini istedi:
“Vücudumu doğrudan toprağa gömün. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, yağmuru üstüme yağsın. Hükümdarlar gibi üstüme kubbe yapmayın. Mezarımın çevresinde Kur’an-ı Kerim okuyanların oturması için yerler yapsanız yeter. Cuma günü defnolunmak arzumdur.” dedi. Vezirlerini şahit tutup her birine imzalandı. Üç gün hasta yattıktan sonra Hakk’ın rahmetine kavuştu.
[1] Kuşeyrî, Ebu’l-Kâsım Abdülkerim, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye. Tah. Abdülhalim Mahmûd. Kum: İntişârât-ı Bîdâr, s. 449.
[2] Kelâbâzî, Ebû Bekir Muhammed b. İshak (1992). Doğuş Devrinde Tasavvuf -Taarruf, (Çev. Süleyman Uludağ) Dergâh Yay, İstanbul, s. 162.
[3] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Dîvân Şâiri Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi Dîvânı, Nasihat yayınları, Ankara, 2019, c: 1, s. 25.
[4] Mustafa Tatcı, Dervîşler Hüma Kuşu, İstanbul : H Yay., 2009, s.58
[5] Gürer, s. 21.
[6] Mustafa Canlı, Hz. Peygamber’in Şefkat ve Merhamet Merkezli Ahlâkı, Bülent Ecevit Üniversitesi Yayınları, Zonguldak, 2017, s. 79.
[7] Buhârî, Edeb, 19.
[8] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1.
[9] https://sorularlaislamiyet.com/allahin-kullarina-karsi-olan-sefkat-ve-merhametini-anlatir-misiniz
[10] Müslim, Tevbe, 51.
[11] Harun Özçelik, Hadislere Göre Günahların Bağışlanma Yolları, Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 35, Erzurum 2011, S. 94-96.
[12] 66/Tahrîm, 8
[13] Bkz. 2/Bakara, 37.
[14] Rûhu’l-Beyân Tefsiri, Cilt: 12, s. 366.
Musa TEKTAŞ
YazarCemi’-i enbiyâlardanMuhammed cümlenin şâhıYüzü nurundan almışlarFelekler şems ile mâhıYedi kat gökleri geçtiKadem arş üstüne bastıErişdi kâbe kavseyneTavâf eyledi dergâhıAnın seyr ü sülûkundanMelekler...
Yazar: Vedat Ali TOK
Tasavvufî konular incelenirken üzerinde durulan en önemli konulardan biri de muhabbettir. Mâneviyat yolunun ârifleri sevginin en ileri derecesi olan aşk kelimesinin karşılığı olarak muhabbet kavramını...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Yaratılıştaki Yüz Güzelliğini Koruyarak Mahşerde Mahcup Olmamak İçinde yaşamış olduğumuz şu âlemde, yaratılmış olan bütün güzellikler Cenab-ı Hakk’ın ilâhî güzelliğinin bir yansımasıdır. Çünkü gü...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Şehitlik, İslâm inancına göre ayrıcalıklı bir mânevî makam ve yüce bir pâyedir. Bu özel unvan, Müslümanlara Allah’ın rızâsını kazanmış, cennete girecekleri bir şâhitlik olarak verilmiştir. Şehit olan ...
Yazar: Musa TEKTAŞ