Deprem Âyetlerinin İşârî Yorumları
Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de geçen her bir cümleye âyet dendiği gibi Cenâb-ı Allah’ın varlığının ve kudretinin delillerinden olan bazı eşya ve hadiselere de âyet denmektedir. Söz konusu ontolojik âyetlerin; yani varlık delillerinin iki temel mercii âlem ve insandır.
Öyle ki Cenâb-ı Hak bu hakikati ifade kabilinden şöyle buyurmaktadır: “Kur’an’ın gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara âfâkta (yaşadıkları âlemde) ve enfüste (kendilerinde) bulunan âyetlerimizi hep göstereceğiz. Rabb’inin her şeye tanıklık etmesi (onlar için) yeterli değil midir?”[1]
Dolayısıyla âlemde ve insanın kendinde meydana gelen hadiselerin ardında bir hikmet, zorluğun ardından bir kolaylık, şer görünende hayır, darlığın ardından bir varlık, zahmet görünende bir rahmet ve Allah’a işaret eden bir alamet mutlaka vardır.
İnsanları dünya ve ahiret saadetine eriştirmek için indirilen Kur’ân, bizleri uyarmak için yer ve gökten gelen musibetlere dikkat çekmektedir. Özellikle bu âyetler, Yaratan’ın izzet ve kudretine karşı yaratılanların zillet ve acziyetine dikkat çekmekte ve bir bakıma her an her nefes Allah’a sığınmayı salık vermektedir.
Zira yer ve gök alışılagelmiş hareketlerinin dışında bir faaliyete büründüklerinde deprem ve sel adını verdiğimiz doğal afetlere muhatap olmakta, çaresizlikle imtihan edilmekteyiz. Hayat kaynağı olan bitkiler gökyüzünden yağan yağmurlarla yeryüzünde biterken[2] aynı gökyüzü ve yeryüzü ölüm sebebi olabilmektedir.
Yer sarsıntısından bahseden ayetlerin[3] bağlamları ve muhatapları farklı olsa da Müslümanlar için de ilgili âyetlerde bir ibret ve uyarı, kıyamet gününe dair bir hatırlatma söz konusudur. Nitekim benzer musibetler inananların başına da gelmiş; onlar psikolojilerini yıpratan, duygularını sarsan[4] imtihanlara karşı Allah’ın yardımını talep etmişlerdir.[5]
Temel hedefleri Allah, insan ve âlem irtibatını anlamak ve anlamlandırmak olan sûfîler ilgili âyetlere getirdikleri yorumlarla farklı bir bakış açısına sahiptirler. Özellikle yer küredeki hareketliliği azaltmak ve sağlamlığı artırmak gayesine mebni olarak yaratılan dağlar[6] konusunda Ahmed İbn Acîbe’nin “Allah beşeriyet arzına ve nefis toprağına akıl dağlarını yerleştirdi ki hevâ rüzgârı onu sarsıp kendisiyle oynamasın.”[7] yorumu, yaşadığımız felakete sebep olan ahlâk erozyonuna işaret etmektedir:
Zira depremin yıkıcılığını ve öldürücülüğünü artıran temel sebepler, aklın nefsin hevâsına teslim olması sonucu ortaya çıkan, ahlâk ve etik dışı tercihlerden ibarettir. Yapımından denetimine, malzemesinden işçiliğine, zemininden yüksekliğine kadar hemen her hususta usulsüzlük ve ihlal söz konusu olmadan inşa edilen yapıların ayakta kaldığı müşâhede edilmiştir.
İşte buna imkân tanıyan şey, aklın hevâya ve kalbin masivaya[8] teslim olmamasıdır. Aslında akıl, dağın tepesindeki sağlam kale anlamına gelen ma‘kîl kelimesi ile aynı kökten olup[9] bu etimolojik akrabalık hayatta pratize edildiğinde, işler akl-ı selîm ve kalb-i selîm, hukuk ve ahlâk dairesinde yürütüldüğünde üzücü hadiselerin önüne geçilebilecektir. Selim akıl ve masivadan arınmış gönül sahipleri, sağlam işler yapmakla kalmazlar her şeye rağmen insanların başına gelen sıkıntılar karşısında sağlam dururlar, düşkünler için bir sığınak ve teselli kaynağı olurlar.
Konu ile ilgili “O’nun sizi karada yerin dibine geçirmeyeceğinden emin mi oldunuz? Sonra kendinize bir yardımcı bulamazsınız.”[10] âyetinin işaretlerinde ise İbn Acîbe insan gönlünün madde perestlikten emin olamayacağını söylemektedir.[11] Buna göre insanoğlu maddî ve manevî sarsıntılarla imtihan edilmekte, tekdüze bir hayat yaşamamaktadır.
Sevinç ve huzur içinde yatağına girip şiddetli bir geceye uyanan nice insanlar olduğu gibi yatağında kaygı ile dönüp duran ve sabah bir müjdeye uyanan nice insanlar da vardır.[12] Allah’ın celâl tecellisi ile imtihan etmesine karşılık isyana düşmekten, cemâl tecellisi ile imtihan etmesine karşılık varlığa aldanmaktan Allah’a sığınmak en güvenilir yoldur.
Zira varlıkla imtihan zordur ve darlıkta olduğu gibi varlıkta da Hakk’a dayanmak gereklidir. Çünkü Osman Hulûsi Efendi’nin şu enfes satırlarda ifade buyurduğu gibi bütün hâller geçicidir ve geçici olan kalıcı olanı unutturmamalıdır: “İçinde garîbâne yaşamakta olduğumuz, bu beşeriyyet âleminde insanlar için ciddî bir saâdete, hakîkî bir neşveye mazhariyyet mutasavver değildir. Bu dünyâda görülmez ki, her tulûu bir gurûb, her zevki bir hüzün, her ikbâli bir idbâr ta’kîb edip durmasın.”[13]
[1] 41/Fussilet, 53.
[2] “Biz, gökten su indirip (bununla) yeryüzünde her türden faydalı bitkiler bitirdik.” (31/Lokman, 10)
[3] Örnekler için bk. 7/A‘râf, 78, 91; 16/Nahl, 26, 45-46; 34/Sebe, 9; 67/Mülk, 16; 86/Târık, 11-13; Kıyamet günü yaşanacak yer sarsıntısı ile ilgili âyet için bk. 22/Hacc, 1-2; 99/Zilzâl, 1-8.
[4] Hendek günü ashâbın durumu şöyle analtılmaktadır: “İşte o zaman mü’minler büyük bir imtihan geçirdiler ve adamakıllı sarsıldılar.” (33/Ahzâb, 11)
[5] “Yoksa sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine yoksulluk ve sıkıntı çekmişler, öyle sarsılmışlardı ki peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ demeye başladılar. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.” (2/Bakara, 214)
[6] “O, sizi sarsmaması için yere sağlam dağlar yerleştirdi.” (15/Nahl, 16; 78/Nebe, 7)
[7] Ahmed el-Hasenî İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd fî tefsîri’l-Kurâni’l-mecîd, çev. Dilaver Selvi (İstanbul: Semerkand, 2016), 5/33, 6/52.
[8] Kalp küresinde Allah’ın nurunu sabit kılanlar eşya ve hadiselere yön veren sağlam dağlar gibidir. Ebû Muhammed Sadrüddîn Rûzbihân el-Baklî, ʿArâisü’l-beyân fî hakâikı’l-Kurʾân, thk. Ahmed Ferîd Mezîdî (Beyrut: Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, 2008), 2/312-313.
[9] Ebû Hâmid Muhammed b. Ahmed Gazzâlî, Hükümdarlık Ahlakı Nasîhatü’l-Mülûk, çev. Mehmet Ali Özkan (İstanbul: İnsan Yayınları, 2021), 147.
[10] 78/İsrâ, 68.
[11] İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd fî tefsîri’l-Kurâni’l-mecîd, 5/256.
[12] Abdülkerîm b. Hevâzin Kuşeyrî, Tefsîru’l-Kuşeyrî el-müsemmâ Letâifü’l-işârât, thk. Abdullatîf Hasan Abdurrahman (Beyrut: Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, 2007), 2/196.
[13] Osman Hulûsi Ateş, Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden Hutbeler (İstanbul: Nasihat Yayınları, 2016), 52.
Hamit DEMİR
Yazar16. yüzyıl dîvân şairlerinden Balıkesirli Zâtî, II. Bayezid, II. Selim ve Kanuni Sultan Süleyman tarafından takdir ve taltif edilmiş bir şairdir. Şiirlerinde rindâne meşrebi ön plana çıkan Zâtî, tezki...
Yazar: Hamit DEMİR
1809 yılında İstanbul’da doğan Şeref Hanım, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Osman Selâhaddin Dede’nin müridlerindendir. Şiirlerinden hareketle hiç evlenmediği anlaşılan Şeref Hanım, 1861 yılında vefat et...
Yazar: Hamit DEMİR
İslâm, sorumlulukları önceleyen dindir. Sınav dünyasında önce sorumluluklarımızı bilmeli ve onları yerine getirmeliyiz ki, haklarımızı konuşabilelim. Başka kültürlerde haklar öncelenir, sorumluluklar ...
Yazar: Ali AKPINAR
Hâfız Abdülezel Paşa, Sultan II. Abdülhamid Han Dönemi’nin gözde kumandanlarındandır. 1828/1829 yılında Konya’nın Hâdim ilçesinde dünyaya geldi. Babasının adı Osman’dır. 15 yaşına kadar Hâdim’de ve Ko...
Yazar: İsmail ÇOLAK