Can Ülkesine Aşk Sancağı Dikebilmek
Tasavvuf; İslâmî ilimlerin zirve noktası, zübdesi ve özü olarak ifade edilmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) insanda fıtrî olarak var olan dünya sevgisini gönülden atıp, ibâdeti önceleyerek kulluk şuurunu canlandırmayı öğütlemiştir. Böylece zühd hayatını yaşayanları Hakk’ın da halkın da seveceğini beyan etmiştir. Onun bu tavsiyelerine uyan sahâbe efendilerimizle başlayan zühd hayatı sonraları “tasavvuf” adıyla ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.), kendisi örnek olarak dünyaya meyletmemiş, Kur’an’ın emirleri doğrultusunda her vesileyle dünya hayatının geçiciliğine ve aldatıcılığına işaret buyurmuştur. Dünyaya bağlanmanın iyi bir huy olmadığını beyan ederek, ümmetin dünyaya bağlanmaması gerektiğini tavsiye etmiştir.
İnananları dünyaya meylettirecek iş ve eylemlerden, davranışlardan ashȃb-ı kirâm özelinde herkese şâmil olacak şekilde sakındırmış ve mal-makam zenginliğinin fitneye sebebiyet vereceğine dikkat çekmiştir. Peygamberimiz’in zühd hayatı ve zühde dair sözleri iyi incelendiğinde, bizlere dünya ve âhiret hayatında fevkalâde ışık tutmakta, güzel bir örnek sunmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.), zühdün çerçevesini çizdiği hadîs-i şerifinde insanların hayatlarını devam ettirirken göz önünde bulundurmaları gereken dinî hassasiyeti de belirlemiştir: “Dünyada zâhidlik, ne helali haram kılmak, ne de malı mülkü terk etmektir. Dünyada zâhidlik ancak Hz. Allah’ın elinde olana kendi elindekinden daha fazla güvenmen, başına bir musibet geldiği ve yakanı bırakmadığı müddetçe, onun ecir ve mükâfatından son derece ümitli olmandır.”[1] buyurmuştur.
Ümmetin Dünya ile İmtihanı
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatında zühd daha risâlet gelmeden önce Hirâ Mağarasında başlamış, bu hâl; riyȃzet ve tefekkür olarak hayatı boyunca devam etmiştir. O, yaşadığı dönemde insanların maddeye esir olduğu bir ortamda toplumun malları kendisine sel gibi akmasına rağmen, bunlara zerre kadar önem vermemiş, itibar göstermemiştir.
Eline geçen maddî şeyleri dağıtmayı yeğlemiş, bir gün bile yanında tutmadan, ümmetin fakirlerine ulaştırmış, sade bir insan olarak yaşamayı tercih etmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) hem peygamber hem de devlet başkanı olması hasebiyle, çok mala sahip olma imkânını elde ettiği hâlde bunlara değer vermemiş, hayatını zühd hâline göre programlamış ve fakir bir hayat sürmeyi benimsemiştir.
Böyle zor ve yokluk içinde bir hayat yaşamasına rağmen Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den rivâyet edilen bir hadisinde şöyle buyurmuştur. “Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. Şüphesiz ki Allah dünyanın idâresini size verecek ve nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır.”[2]
Rasûlullah (s.a.v.), dünyanın değersizliğini ve kötülüğünü vurgulayarak insanları onun esâretinden kurtarıp Allah’a kul olmaya yönlendirirken, dünyadan tamamen el etek çekip münzevî bir hayat yaşanmasını hedef almıyordu. Peygamberimiz’in hayatını incelediğimizde ne dünyanın ne de âhiretin ihmal edildiğini, ikisi arasında dengeli bir yolun takip edildiğini görürüz.
Hayatın her adımında tam bir itidal örneği olmuştur. İnsanlara harcama yaparken kendi imkânları dâhilinde kalmalarını, ne müsrif olmalarını ne de kendilerini her şeyden mahrum bırakmalarını tavsiye etmiştir. Mallarından bir şey isteyene verilmesini öğütlemiştir.[3]
Ashâbın zühd hayatında Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’e ne derece tâbi olduklarını Hz. Zübeyr’in rivâyet etmiş olduğu şu kıssa göstermektedir. Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) bir grup insanla otururken Mus’ab b. Umeyr çıkageldi. Sırtındaki hırka avret mahallini bile örtmediğinden, cemaat başlarını öne eğdiler. Mus’ab selam verdi. Selamını aldılar.
Allah Rasûlü Mus’ab’ı hayırla yâd edip övdü ve “Ben bunun Mekke’de ana ve babasının yanında gördüğüm durumunu hatırlıyorum. Kendisine çok iyi bakarlar, nimet içinde yüzdürürlerdi. Kureyş delikanlıları arasında onun gibi (yakışıklı ve güzel giyinen) yoktu. Sonra o, Allah’ın rızâsını kazanmak, Peygamberine yardım etmek gayesiyle Mekke’den çıktı. Dikkat ediniz! İleride şöyle şöyle hâdiselerle karşılaşacaksınız. Allah size İran ve Rum ülkelerinin fethini bahşeyleyecek. Öyle nimetlere kavuşacaksınız ki, sabahleyin bir elbise, akşamleyin başka bir elbise giyeceksiniz. Sizlere o gün iki öğün, sabah ve akşam çanaklarla yemek sunulacak.” buyurdu. Sordular: “Ya Rasûlallah (s.a.v.), bizler bu günümüzde mi hayırlıyız, yoksa o günümüzde mi? “Muhakkak ki bu günkü siz, o günkü sizden daha hayırlısınız. Eğer dünya hakkında benim bildiklerimi bilseydiniz, nefisleriniz ondan yüz çevirirdi.” buyurdu.[4]
Ümmetinin geleceğinin kaygısını taşıyan Rasûlallah (s.a.v.), ilerisi için dikkat edilmesi gereken hususları da bildirmiştir.
Zühd Dünyaya İlgisiz Davranmak ve Ondan Yüz Çevirmektir
Kur’ân’ın, insanlık için en güzel örnek olarak sunduğu Allah elçisinin, insanlığın önüne koyduğu hayat, gerçeği ve hikmeti arayan her insan için örnek alınacak bir hayattır. Özellikle onunla birlikte olma bahtiyarlığına eren sahâbelerin onu örnek alma ve ondan etkilenme dereceleri, karakter ve yetenekleri ölçüsünde farklılıklar göstermiştir.
Bununla birlikte ashâb-ı kirâm arasında hem zühd anlayışı, hem de zühdî farklılıklar bulunduğu da gerçektir. Günlük yaşantısını zühd yaşantısına uygun sürdürme hususunda, sahâbeler arasında belli kişiler örnek gösterilse de, sahâbelerin genelinin bu anlayışla yaşadıklarını söylemek fazla abartılı olmayacaktır. Zühd ve tasavvufla ilgilenenlerin, ilk örnekleri olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashâbı olduğu hususunda ısrarcı bir tavır sergiledikleri göz önünde bulundurulması gerekir.[5]
Dünyaya Kalplerinde Yer Vermeyenler
Ebû Zerr el-Gıfârî, Ebü’d-Derdâ ve Ebû Hureyre gibi dünyaya kalplerinde yer vermeyen, aza kanaat eden, daha ziyade kendilerini ilim ve ibâdete adayan, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ilim meclisini kaçırmak istemeyen fakir sahâbelerdir. Sahâbenin hayatına bakıldığında, dünyaya karşı zâhidâne bir hayat sürdükleri dikkat çekmektedir.
İster zengin veya fakir, isterse güçlü veya zayıf olsun, sahâbelerin kendi anlayış ve temâyüllerine göre dünya ve nimetlerine karşı az çok farklı tavır sergiledikleri, çoğunlukla da zühd ve takvâ yolunu tercih ettikleri görülmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), ashâb-ı kirâm arasında bütün dikkatini zühde ya da ibâdet hayatına veren sahâbeleri uyarmıştır.
İslâm her şeyden önce, sosyal ve amelî bir din olması bakımından ashâbın içinde zâhidâne bir hayat yaşamasına rağmen fazla dünya malından rahatsızlık duymayanların da varlığı bilinmektedir. Nitekim Abdullah İbn Ömer, “Uhud Dağı kadar altınım olsa ve zekâtını versem buna aldırmam.”[6] dediği nakledilmektedir.
Ticaretle geçimini sağlayan İbni Ömer (r.a.) elinde bulunanları bekletmekten hoşlanmaz, onu Allah için dağıtmayı severdi. Bir defasında bir mecliste otururken kendisine on iki bin dinar para gelmiş, hepsini dağıtmadan ayağa kalkmamıştı.[7] Rasûlullah ve ashȃb-ı kirâmın zühdünün temelini, Allah sevgisi, ibâdetlerle meşgul olma, Allah’a yönelme, dünyanın süslerinden yüz çevirme, mal-makam arzusu taşımama oluşturmaktadır.
Bir kısım sahâbînin dünyaya karşı zâhidâne bir hayat sürmeleri ön plana çıkmış olmasına rağmen, ister zengin veya fakir olsun, ister güçlü yahut zayıf olsun, sahâbîlerin kendi anlayış ve temâyüllerine göre dünya ve nimetlerine karşı mesafeli bir tutum içerisinde olmuşlardır.
Zühd Dünyaya Rağbet Etmemektir
Tasavvufun ilk oluşum hâli olan zühd ile insanlar muhabbete yönelmiştir. Sehl b. Abdullah’a muhabbet sorulduğunda o da şu karşılığı vermişti: “Muhabbet, kalplerin Allah’a muvâfakati ve bu muvâfakate iyi sarılmasıdır. Allah’ın zikrine devam ve münâcattan tat alarak aşırı sevgi ile Allah Rasûlü’ne uymasıdır.” der.
Cüneyd-i Bağdâdî ise muhabbeti şöyle tanımlar: “Sevenin sıfatlarının yerine sevilenin sıfatlarının geçmesidir.” Bu sözün mânâsı kudsî hadiste anlatılan, “Ben onu sevince gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olurum.”[8] gerçeğidir.
Cenâb-ı Hak kudsî bir hadiste; “Ben gizli bir hazineydim; bilinmeyi arzu ettim, âlemi yarattım.” buyurmaktadır ki, ilâhî aşkın kaynağı budur. Çünkü Allah’ı bilmek ve tanımak ancak aşk ile olur. Bu aşk güzele değil, güzelliğedir. Varlıklarda tezâhür eden Allah’ın sanatını, kudretini, rahmetini ve lütfunu ibretle temâşâ etmektir.
Aşk, muhabbetin seveni kavraması, bütün vücuduna yayılması, âdetâ onu sarmaşık dalları gibi kucaklamasıdır. Her durum ve hâliyle insanı Hakk’a götürür. Aşk, kulu er geç Mevlâ’sına kavuşturur.[9]
“Evlatlarım derviş insanın dünyalık bir şeyi olmaz.” ve “Ben Allah’a nefsim için taşı taş üstüne koymamaya söz verdim.” diyen Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi bir beytinde şöyle buyurur:
Cân ü cihân kaygısın çekmedi âşık olan
Dikmedi cân mülküne aşkdan özge bir livâ
(Âşık olan canını ve dünyevî şeyleri düşünerek kaygı çekmedi. Her şeyini sevdiğine verebilecek bir muhabbet ile yaşadı. O, can ülkesine aşktan başka bir sancak dikmedi. Muhabbeti her şeyden üstün ve galip geldi.)
Dîvân edebiyatının hayal ve remiz dünyasında can, genel olarak varlığı bilinen, fakat gözle görülüp elle tutulamayan bir özelliktedir ve mücerret olduğundan yok kabul edilmektedir. Diğer bir adı “rûh-ı musavver” olan can, mekânı belli olmadığı için Nev’î’nin;
Sana hercâîlik ayb olmaz ey rûh-ı musavver sen
Cihânın cânısın cân ise hergiz lâ-mekânîdir
beytinde ifadesini bulduğu üzere “lâ-mekânî” diye vasıflandırılır ve sevgilinin hercâî oluşunun sebebi de buna bağlanır. Bu arada hem gizli hem de hayat verici oluşu bakımından âb-ı hayâta benzetilir. Can ayrıca ten, beden, cisim, kalıp gibi isimlerle anılan maddî varlığa hayat veren esas unsur olduğundan bunlarla ve özellikle ten ile çok sıkı bir ilişki içinde ele alınır.
Can, aşk yolunda konup göçen bir yolcu olarak zikredilirken bir taraftan da gelip geçici olduğuna dikkat çekilir. Çünkü İslâmî inanışa göre can da ten de Allah’ın insana emânetidir. Vakti gelince can kuşu (mürg-i cân) Azrail’in tuzağına (dâm-ı ecel) düşecek ve onun tarafından avlanacaktır.[10] Can mülküne aşk sancağını dikecek olanlar, cana da, cihana da itibar etmezler.
Hz. Ebû Bekir (r.a), “Gelecekte dünyanın genişleyeceğini, bolluğa kavuşacağını görüyorum. Bolluk zamanında ipek perdeler, atlas yastıklar kullananlar çıkacak. Sizden birinizin boynunun vurulmasını, dünyaya dalmasından iyidir.”[11] diye öğüt verirdi.
İmam Rabbânî (k.s.) Hazretleri ise dünyayı şöyle tarif eder: “Dünya nedir bilir misin? Kadın, oğul, mal, şan, şöhret, liderlik, eğlence ve oyun gibi seni Hak’tan uzaklaştıran ve O’na ulaşmanı engelleyen her şey dünyadır.”[12]
Hz. Mevlânâ, “Suyun gemi içinde olması geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye, onun hedefe gitmesine yardımcıdır.” buyuruyor. Dünya-insan ilişkisini, gemi-su ilişkisiyle dile getiren Hz. Mevlânâ’ya göre geminin hareketi için suyun varlığı nasıl gerekli ise, insan için de dünyevî imkân ve ihtiyaçlar o derece lüzumlu ve hayâtîdir.
Menziline ulaşabilmesi için nasıl ki geminin yolu denizden geçer; uhrevî hedeflerine ulaşabilmesi için de insanın yolu dünyadan geçer. Aynı hakîkati, Hulûsi Efendi Hazretleri de şu cümlelerle ifade buyurmuştur:
“Hizmet için maddiyat da lazım. Yalnız, dünyalığın muhabbetini gönlünüze sokmamanız lazım. Derya ne kadar derin olursa olsun, bilakis geminin seyrini artırır, lakin gemiye su aldırmamak gerekir.”[13]
[1] Tirmizi, Zühd, 36.
[2] Müslim, Zikr, 99.
[3] Mustafa Yıldırım, İlk Dönem Zâhidleri ve Zühd Anlayışları, Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2017, s.13-14.
[4] Özköse Kadir, “Zühd ve Sûfilerin Zühde Yükledikleri Anlam”, C.Ü.İ.F.D., c. IV, sayı 1, Sivas 2002, s. 178.
[5] Yıldırım, a.g.e., s. 60.
[6] Ahmed b. Hanbel, a.g.e., c. II, s. 287
[7] Yıldım, a.g.e., s. 62.
[8] Buhari, Rikâk, 38.
[9] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatlar, MÜ İlahiyat Fak. Vakfı Yay, İstanbul, 2011, s. 203.
[10] Mustafa İsmet Uzun, “Can”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c: 7, s. 138-139.
[11] Hasan Kamil, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşr., İstanbul 1998, 3. Baskı, s. 90.
[12] İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 73. Mektup.
[13] İsmail Palakoğlu, Gönüller Sultanı, s. 186.
Musa TEKTAŞ
YazarAllah’ın sevgili kulları hep dert sahibi olmuştur. İyilik için dertlenmek, ideal olana kavuşmak için dert çekmek vuslatın vesilesi kabul edilmiştir.Derdi olan dermânın peşindedir, ama bulsa mı bulmasa...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Doğunca ağlar amaÇocuklar ağlamasınDayanmaz baba anaÇocuklar ağlamasın.Çocuk masum her dindeDün de öyle bugün deKudüs'te Filistin'deÇocuklar ağlamasınÇocuk dünyanın gülüEvimizin bülbülüKalem taşısın e...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Prof. Dr. Mehmet Soysaldı ile RöportajDünyevîleşme denilince ne anlamalıyız, dünyevîleşmenin tarifini yapabilir misiniz?Yüce Allah, insanı en güzel bir şekilde yaratmış ve ona sayısız nimetler vermişt...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
İnsanın iki önemli tarafı vardır: Biri nefs ve bir diğer yanı ise rûhtur. Nefs, rûhun emrine girerse, insan baştan ayağa rûh kesilir ve erdemin, olgunluğun, iyilik ve güzelliğin mekânı olur. Hulûsi Ef...
Yazar: Musa TEKTAŞ