Tende Cânım Mustafa
Asıl adı Mustafa olan ve doğum tarihi net olarak bilinmeyen Ruhsâtî, hayatını âşık edebiyatının yaygın olarak yaşatıldığı ve âşıklar yatağı olarak nitelenen Sivas’ta[1] sürdüren XIX. yüzyıl âşıklarındandır. Hayatının detayları ve düşünce dünyasına dair çıkarımlar, bizzat Ruhsâtî’nin kendi şiirlerinden hareketle tespit edilmiştir.
Ruhsâtî, Deliktaş köyünde doğmuş, çocuk denecek yaşlarda yetim ve öksüz kalmış, kuvvetli bir tahsil görmemiş fakat kendisine ledün ilmi verilmiş, dört evlilik yapmış, eşlerini ve çocuklarının birçoğunu hayatında iken toprağa vermiş, 1911 yılında vefat etmiştir. Ömrünün çoğunu yoksullukla geçiren Ruhsâtî, genellikle beden gücüne dayalı işlerde çalışmıştır.[2]
Hak aşığı olarak tanınan Ruhsâtî, 20’li yaşlarında Nakşbendî meşâyıhından Şeyh Şâkir Efendi adında bir zata intisap etmiştir. Onun tarikatla olan bağı şiirlerinde ahlakî konuları ele almasına vesile olduğu gibi sazdan uzak durmasının da sebebidir. Şiirlerinde yer yer serazat tavırlar, dönemin idarecilerine eleştiriler ve coşkunlukla söylenen şatahatlara rastlanmaktadır.
Ruhsatî şiirlerinin bir bölümünde bir âşık gibi kalbi heyecanla çarpan, tabiattan zevk alan, toplumun bozuk yönlerini gören bir saz şairi, bir bölümünde öğüt veren, fâni güzelliklere aldanmayan, mütevekkil bir derviş edasındadır.”[3] “Bil ki hakikate yetemen âşık / İbtidâ mecâzî çarpılmadıkça.”[4] ifadelerinden anlaşıldığı üzere Ruhsâtî mecazî aşkı hakiki aşka köprü saymış; evliyaullahı, Rasûlullah’ı ve Allah’ı hulûs-i kalp ile sevmiştir.
O, Hz. Peygamber (s.a.v.)‘in muhabbetini kalbinden, adını dilinden, fikrini zihninden eksik etmemiş; seher yeli ve turnalarla Medine’ye selam salmıştır. Hayatında hiç Medine’ye gitmeyen Ruhsâtî mana âleminde veya rüyasında kutsal beldeleri ziyaret etmiştir:
Medine’ye vardım erdim murada
Kalmadı elimden gitti irade
Sultan Muhammed’i buldum orada
Yine bülbül oldu dillerim yâre[5]
Ruhsâtî’nin yâre bülbül olan dilleri, Hz. Peygamber (s.a.v.) sevgisini konu edinen müstakil koşmaların doğmasına vesile olmuştur. Bunlardan bir tanesi kısa açıklamalarla yazımıza konu edilecektir. Bu şiirde şair, muhtemelen kendi adının da Mustafa olmasından dolayı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e Mustafa ismiyle hitap etmeyi tercih etmektedir:
Serde tâcım kalpte ruhum tende cânım Mustafa
Kalmadı tende mecâlim ey cânânım Mustafa
Rûyum siyah destim boş nasıl varam dîvâna ben
Hakk’a yarar amelim yok gevherkânım Mustafa
Bir yandan Peygamber sevgisiyle hayat bulan şair, öte yandan Peygamber hasreti ile mecalsiz kaldığını ifade etmektedir. Dörtlüğün ilk iki dizesinde kendini gösteren bu zıtlık, câmiu’l-ezdâd olan Yüce Allah’ın el-Vedûd isminin tecellisinden ibarettir.
Sevginin insanı olgunluğa eriştiren tarafı belki de bu zıtlıklar gergefinde ruhun ilmek ilmek dokunmasıdır. Diğer iki dizede ise yüzü siyah, eli boş, sevgiliye yarar amel işleyememiş bir âşığın, maşûk huzurundaki mahcubiyeti dile gelmektedir. Bütün bunlara rağmen şair, gevherkân / hazinenin özü olan Muhammed Mustafa (s.a.v.)’nın varlığından dolayı ümitlidir.
Dolayısıyla burada sözü edilen gevher, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şefaati olmalıdır. O şefaat kara yüzü ak yüze, boş eli dolu ele, seyyiâtı hasenâta[6] tebdil etme vesilesidir.
Olmadı bir irşâdımız bu nefs-i emmâreden
Herkes kemâl bulmaz imiş okumakla kâreden
Yüz bin tabîb Lokmân olsa kurtulmak yok yâreden
Senden gayrı yok ilâcım bî-dermânım Mustafa
Ruhsâtî, ilk dizede nefsin en aşağı mertebesi olan emmâreden kurtulamadığını ifade eder. İkinci dizenin sonundaki kâre (kara) kelimesi, beyaz kâğıt üzerine yazı yazmaya yarayan siyah mürekkebi temsil etmektedir. Dolayısıyla ilim tahsil etmenin insanı kemâle erdirmede bazen yeterli olamayacağı vurgulanmaktadır.
Sûfîlerin genellikle dikkat çektiği üzere ilim, hüsn-i niyyet ile tahsil edildiği ve marifetullah ile irfâna dönüştüğü zaman yol göstericidir. Aksine bir takım dünyevî kazanımlar elde etmek gayesiyle ve Hakk’tan gafletle tahsil edildiği zaman yoldan saptırıcıdır.
Diğer iki dizede şair, nefs-i emmâre vurgusu ile anlamlandırabildiğimiz bir dertten söz etmektedir. Bu dert hiç şüphesiz, şairin eksikliğini hissettiği maneviyattır. Dolayısıyla beşer planında tıp ilmini bilenler, hatta bu işin piri kabul edilen Lokman (a.s.) gibi bin tane doktor bile bir araya gelse Ruhsâtî’nin derdine derman olamayacaktır. Bu dermansızlığın dermanı ancak mürşid-i kâmil-i mükemmil Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) ve onun izinden giden nebevî vârisler elindedir.
Tâlihim tecrübe kıldım baht-ı siyâh karayım
Kesmedim hergiz gümânım şem‘ine pervaneyim
Ey Ruhsâtî haşr olanda değme böyle yanayım
Tek dilde ezberim olsun nâm u şânım Mustafa[7]
Şair talihsizliğine vurgu yaparak son kıtaya giriş yapmaktadır. Diğer şiirlerine bakıldığında da Ruhsâtî’nin dönem dönem yaşadığı yoksulluktan, eş ve çocuklarını kaybetmekten dolayı buhranlar yaşadığı görülmektedir. Hemen akabinde şair tevekkül hâlini hissettirmekte, Allah’tan asla ümit kesmemekte ve O’nun rahmetine karşı hüsn-i zan beslemektedir.
Zira şair her ne kadar talihinden şikâyet etse de celâl tecellisi ile kendini gösteren şem‘ ateşine pervane olmaktan geri durmayacağını ikrar eder. Öyle ki ta haşr gününe kadar içinde bulunduğu ateşle yanmak ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’i daima anmak istemektedir.
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ tabîbe’l-kulûb.
[1] Doğan Kaya, “Önsöz”, Âşık Ruhsâtî (Sivas: Sivas Belediyesi, 2010), 7.
[2] Doğan Kaya, “Hayatı-Âşıklığı-Şahsiyeti”, Âşık Ruhsâtî (Sivas: Sivas Belediyesi, 2010), 18-25.
[3] Nurettin Albayrak, “Âşık Ruhsâtî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (Erişim: 17.01.2023).
[4] Doğan Kaya, Âşık Ruhsâtî (Sivas: Sivas Belediyesi, 2010), 113.
[5] Kaya, Âşık Ruhsâtî, 173.
[6] Şefaat, Allah’ın kullarına olan rahmetinin tezahürlerinden biridir. Allah kullarına karşı öyle merhametlidir ki onların günahlarını silmek şöyle dursun sevaba bile dönüştürebilir: “ Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” 25/Furkân, 70.
[7] Kaya, Âşık Ruhsâtî, 119.
Hamit DEMİR
Yazar1. Ey kıble-i ervâh tecellâ nazarındırEy dîde-i eşbâh mücellâ nazarındır2. Her demde lebin çeşmesi bin Hızr eder ihyâDilber lebi enfâs-ı Mesîhâ nazarındır3. Kim dâmenini tutmadı esrârını bilmezTâlible...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi
Zaman, Yüce Allah’ın bizlere bahşetmiş olduğu en önemli nimetlerinden biridir. Zaman hem nimet hem emânettir bizde. Zira zamandan bir bölüm verilmemiş olsaydı imtihana çekilmezdik. Bunun için mükellef...
Yazar: Ali AKPINAR
Siyahîlerin beldesi anlamına gelen kadim bir ülke Sudan. Tarihin bir döneminde Kızıldeniz’den Atlas Okyanusu’na kadar uzanırmış sınırları. Beyaz Nil ve Mavi Nil’in Hartum’da birleşmesi ile Büyük Nil o...
Yazar: Hamit DEMİR
1712 yılında Tokat’ta dünyaya gelen Kânî, Osmanlı Dönemi’nin önde gelen şairlerindendir. Devlet erkânından birçok kimsenin kâtipliğini yapan bu zat, Mevlevî Tarikatı’na intisap etmekle hayatında bir y...
Yazar: Hamit DEMİR