Mustafa Nehcî Efendi ve Hakîkat Umdelerinden Damlalar
Mustafa Nehcî Efendi, Halvetiyye Tarikatı’nın Cihangiriyye kolunun önemli isimlerindendir. O, hakîkat yolcusu bir mürşid-i kâmil ve topluma yön veren gönül erlerindendir. Nehcî Efendi, velûd bir müellif olmasının yanı sıra dilin gücünü şiirleriyle en etkili şekilde kullanabilen bir dil üstâdıdır. Çalışmada onun hakîkat umdelerinden gönül dünyamıza yansıyan bazı damlalar üzerinde durulacaktır.
Mustafa Nehcî Efendi: Âilesi, Hayatı ve Eserleri
Mustafa Nehcî Efendi, 1025/1616’da Adıyaman’ın Besni ilçesinde dünyaya gelmiştir. Tama adı “Mustafa Nehcî Dede İbn Seyyid Himmet el-Hüseynî el-Halvetî el-Behesnî”dir. Nehcî’nin soyu, Hz. Hüseyin(r.a)’e dayanmaktadır. Nehcî Efendi’nin eğitim öğretim hayatına dair detaylı bilgi bulunmamaktadır.
1055/1645’te Nehcî’nin resmî bir göreve başladığı bilgisine ulaşmakla birlikte bu görevinin nerede ve görevinin ne olduğu konusunda bir bilgi eksikliği olduğuna da şahit oluruz. Nehcî 1649’da Üsküdar’a gelmiş, ertesi gün Mehmed Bahâî Efendi’den Farsça bir terci bend ile mülâzımlık dileğinde bulunmuştur.
Nehcî Efendi, bu talebini dile getirdiğinde otuz üç yaşındadır. Nehcî, mülâzımlık görevinin ardından dönemin Anadolu Kazaskeri Hüsamzâde Abdurrahman Efendi’yle görüşmüş, ona Farsça bir gazel sunmuş ve Abdurrahman Efendi’nin tercihiyle günlüğü yirmi beş akçe olarak bir medreseye müderris tayin edilmiştir.
Mustafa Nehcî Efendi, mülâzemet ve müderrislik görevlerini sürdürürken bir süre Tekeli Sarayı’nda oturmuştur. İçinde yanan ilahî aşkı teskin etmek düşüncesiyle tasavvuf yoluna girmeye karar vermiş, bu amaçla 1063/1652’de Cihângir Tekkesi Şeyhi Hasan Burhaneddin-i Cihângirî’ye intisap etmiştir.
Tekkede huzur dervişi olarak görevlendirilen Nehcî Efendi, resmî görevlerinden de ayrılmıştır. Hizmetlerinin ardından Nehcî Dede 1065/1655’te halife olmuştur. Nehcî Dede’nin büyük oğlu Seyyid Muhyiddin de bu dönemde İstanbul’a gelmiş ve Hasan Burhaneddin Efendi’ye bağlanarak tasavvuf yoluna girmiştir.
Halifeliğinin ardından, bir yıl sonra İstanbul’a dönmesi şartıyla Nehcî Dede’nin Besni’ye gidişine izin verilmiştir. Şeyhi, oğlu Seyyid Muhyiddîn ve müritlerinden Şeyhzâde Abdülkâdir Efendi’yi Nehcî Efendi’nin hizmetine görevlendirmiştir. Nehcî Dede öncelikle Abdülkâdir Efendi’yi Tokat’taki ailesine teslim etmek düşüncesiyle yola çıkmıştır.
Bu sırada Bağdat’ın muhafazası için üç bin yeniçeri görevlendirilmesi yapılmıştı. Hasan-ı Cihângirî Nehcî, oğlu Muhyiddin ve müridi Abdülkadir adına Yeniçeri Ağasına bir tezkire yazdı ve onlara katılmalarını temin etmişti. 1065/1655’te yola çıkıldı. Nehcî, Abdülkâdir’i Tokat’taki ailesine teslim ettiği sırada Sarıca ve Sekban eşkıyasının yolları tuttuğunu öğrenmiş ve Malatya üzerinden yoluna devam edemeyerek Diyoriki’den Çemişkezek’e geçmiştir. Fakat Harput istikametinde yolunu kaybetmiş, bu sırada şeyhinin yakını bir genç onları karşılayarak Perçenç’e yani şeyhinin memleketine onları götürmüştür. Nehcî, burada köy çeşmesini yaptırdıktan sonra Besni’ye gitmiş ve 1066/1656’ya kadar burada kalmıştır.
Nehcî Dede, küçük oğlu Seyyid Seyfullah ve dervişlerinden Hacı Mustafa Dede’yle 1066/1656’da Besni’den yola çıkarak 1067/1657’de ikinci defa İstanbul’a gelmiştir. Şeyhi Hasan-ı Cihângirî, aynı yıl Nehcî Dede’yi siyah sarıkla taçlandırmıştır. Kânûn-ı evvel 1076/1665’te Maraş Valisi Çavuşzâde Mehmed Paşa ile Sofraz’da görüşmüştür. Valinin ısrarıyla Maraş’a gitmiştir.
Çavuşzâde Mehmed Paşa’nın Şam Valisi olması üzerine Nehcî Dede, Paşa’nın maiyetinde Şam’a gitmiştir. Nehcî Dede burada Şam Kadısı Debbağzade Mehmed Efendi ile tanışmıştır. Kadı’nın teklifi, Paşa’nın da uygun görmesinden sonra metruk hâldeki Şems Ahmed Paşa Tekkesi’ne yerleşmiş, sonraları vali ile kadının arası açılınca tekkeden çıkarılmak istenmiştir.
Bu sıkıntılı dönemin ardından 1079/5 1669’da Şam Kadısı olan, Bahâî Efendi’nin kardeşi Yahya Efendi’nin arzı gereği tekke beratı Nehcî Dede’ye verilmiştir. Mustafa Nehcî Dede, Girit’in fetih yılı olan 1080/1670’de hastalanmış ve bu hastalığı bir yıla yakın sürmüştür. 1081/1671’de Şam’da meydana gelen taun salgını, yine aynı yıl Şam Kadısı İlâhîzade’nin düşmanca tavırları yüzünden Nehcî Dede zor günler geçirmiştir. Fakat Vali Defterdar İbrahim Paşa’nın desteğiyle bu sıkıntıları da atlatmıştır.
Nehcî Dede, hac farizasının ardından 1086/1675’te Edirne’ye gitmiş, yolculuk sırasında İstanbul’a uğrayarak Hasan-ı Cihângirî ve onun halifesi Üsküdarlı Mehmed Efendi’nin kabirlerini ziyaret etmiştir. Dönüş yolunda Mısır Valisi Defterdar Ahmed Paşa’nın maiyetinde Receb 1086/Ekim 1675’te Edirne’den yola çıkarak aynı yılın Ramazan/Aralık ayında Şam’a ulaşmış, Muharrem 1087/Mart 1676’da tekkeyi tamir ettirdikten sonra ailesini Besni’den getirtmiştir.
Hareketli bir hayatı olan Nehcî Dede’nin vefat tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak onun 1090/1680 yılı civarında Şam’da öldüğü tahmin edilmektedir.
Nehcî Efendi’nin iki eseri bulunmaktadır. “Nehcî Divanı”, mürettep bir divan hüviyetindedir. Eserde bölüm olarak kasideler, musammatlar, gazeller ve kıt’alar yer almaktadır. Kasideler bölümünde dokuz kaside, musammatlar bölümünde otuz sekiz kıt’a-i kebire, dört tarih kıt’ası, üç kıt’a, iki terci’-bend, gazeller bölümünde üç yüz kırk dokuz gazel, kıt’alar bölümünde yüz otuz altı rubaî, bir lügaz, kırk iki muamma ve bir ferd olmak üzere divan, üç bin üç yüz yetmiş bir beyitlik beş yüz seksen beş müstakil şiirden meydana gelmiştir.
Nehcî’nin manzum ve mensur karışık eseri “Tuhfetü’s-sâlikîn ve hediyyetü’l-mütereşşidîn”i Halvetiyye tarikatının Cihângiriyye kolunun kurucusu Hasan Burhaneddin-i Cihângirî’nin hayatı, silsilesi, halifeleri ve menkıbelerini konu edinmiştir. Eserin dibace bölümünde müellif “Tuhfe”nin konusunu vermekte ve adını zikretmektedir.
Nehcî Dede, eserine besmele, hamdele ve salvele ile başlamış; Allah’ı yüceltmiş, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i övmüş ve onun ailesi ile dostlarına selâmdan sonra bütün peygamberlere dua etmiştir. Bundan sonra eserin konusunu, tertip şeklini ve adını vermiştir.
Buna göre eserde Hasan Burhaneddin-i Cihângirî’nin doğum yeri, Bursa’ya göçüşü, Halvetiyye Tarikatı’na girişi, sülûku ve tarikat hizmeti süresi, halife oluşu, şeyhleri, silsilesi, halifelik süresi, kendi halifeleri, dervişleri ve kerametlerinden sonra müellifin kendi hayatı ile tarikata gerişi sıra ile anlatılmıştır. Menakıb-nâme mahiyetinde bir eser olduğu için Tuhfe’de Şeyh Cihângirî’nin Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ulaşan tarikat silsilesi verilmiş ve halifeleri ile bazı dervişleri tanıtılmıştır.
Mustafa Nehcî Efendi ve Hakîkat Umdelerinden Damlalar
Nehcî Efendi vahdet-i vücûd düşüncesini benimseyen sûfîlerdendir. O, Hakk’ın varlığından başka bir şeyin gerçek varlık olarak görülmemesi üzerine inşa edilen vahdet düşüncesini ifade ederken marifet, fenâ, bakâ, tecelli, Hakk’ın perdelenmesi ve halvet ile nefsi dizginleme gibi birçok konu üzerinde görüş beyan etmiştir.
Nehcî Efendi Hakk’ın varlık sahnesine çıkardığı her şeyde Hakk’ın tecelli ettiğini ifade eden bir sûfîdir. Ona göre Hakk’ı görememek nefsin ve dünyaya yönelişin bir sonucudur. Hakiki varlık olan Hakk, her nesnede varlığına delalet eden işaretleri isim ve sıfatları yoluyla serdetmiştir.
O; “Ref’ eyle sen nikâb-ı ruhuŋ hayret ile tâ/ Kaldurmaya ki ceyb-i ufukdan ser âfitâb” mısraı ile hayret haline bürünen sûfînin Hakk’ın varlığını idrak edecek tecrübeye ulaşacağına ve Hakk’ın yarattığı her şeyin O’na ulaşmak için arzu duyduğuna işaret etmiştir. O;
“Feyz-i vücûdı enfüs ü âfâka sârî-cân/ Nûr-ı cemâli mülk-i dile ezher âfitâb
Sırr-ı hakîkate dili mir’ât-ı pür-safâ/ Evc-i kerâmete ruhı rûşenter âfitâb” dizelerinde ise kâinatı sevk ve idare eden unsurun Hakk’ın nefesi olarak görülen feyz-i akdes olduğuna, Hakk’ın kâinatı kendisine bir ayna yapıp bu aynadaki tecellilerine yaratılanların bakakaldığına işaret etmiştir.
Nehcî Efendi, gönlün Hakk’ın tecellilerine hazır hale gelebilmesi için halvet uygulamalarıyla kişinin gönlünü Hakk’ın sevgisinden başka her şeyden uzaklaşıp kesret davasını vahdet şuuruyla değiştirmesi gerektiğini de vurgulamıştır. O, Hakk’ı edep ve tazim ile Hakk kapısına, O’nu arzulamayı hakikate giden sürecin anahtarı olarak gördüğünü şu mısrada dile getirmiştir: “Ol kim o nâm-ı pâkini tâ gözleyüp edeb/ Ta’zîm-i tâm ile hele gör n’eyler âfitâb.”
O, arındırılmış bir kalbe Hakk’ın tecelli edeceğini, bu süreçte dış etkenlerden kurtulabilmek için halvet uygulamasıyla sûfînin manevî ilerleme kaydetmesi gerektiğini ve sûfînin kendinden geçip hakikate ulaşmasına vesile olacak vuslat haline ulaşma gayretine zorunlu olduğunu şu dizelerde dile getirmiştir:
“Câm-ı cihân-nümâ-yı safâ kalb-i enveri/ Bezm-i şarâb-ı feyzine rez-sâgar âfitâb.
Ferrâşe-i bisât-ı nazargâhı mâh-ı nev/ Meydân-ı cilvegâhına cârûger âfitâb.
Ol rûh-ı kudsı halvet-i hâsına perde-dâr/ Nüzhetgeh-i ne şâtına kor çâder âfitâb.”
Nehcî Efendi, zaman ve varlık sahnesinde olan her şeyin varlığının Hakk’ın varlığına bağlı olduğuna şu mısraında değinmiştir: “Zamânun ile bugün nazlanur zamân u zemîn/ Vücûduŋ ile olur müftehir bu arz u semâ.”
Aşk konusuna sık sık değinen Nehcî, aşkın kişinin gönlünü arındıran ve vuslata için başka bir arayışa mahal bırakmayan tesirini şu şekilde dile getirdiğini görürüz:
“Ol ‘ışkdur bu kim buŋa mahkûmdur kamu/ Hâkânı ‘âlemüŋ Cemi Cem-şîdi kayseri.
Ol ‘ışkdur ki tâc u serîrinden ayırup/ Çok şâhı kıldı bende-i fermân-ber-i derî.
Ol ‘ışkdur ki buldı ebed mülk-i lâ-yezâl/ Bî-pâ vü ser derinde yatan ‘abd-i kemteri.” Aşk ile ağyardan kurtulup dil ile mümkün olduğu hakikate dair tecrübeleri dile getirmeyi sûfînin yolu olarak tarif eden Nehcî, bunu şu mısraında ifade etmiştir: “Tutalum ‘ışkuŋa dil vermede yok ihtiyâr elde/ Nedür agyâr elinden yâ dil ü cânuŋ bu efgânı.”
SONUÇ YERİNE
Nehcî Efendi varlık anlayışını vahdet-i vücûd ekseninde şekillendirmiş bir sûfîdir. O, vahdet düşüncesini anlatabilmek ve muhataplarına bu konuda telkinlerde bulunabilmek düşüncesiyle halvet uygulamaları, nefsi dize getirme, gönlü saf eyleme, benliği terk etme, tevhidi hakiki boyutuyla tecrübe etme, aşk mektebinin talebesi olma, Hakk’ı aşkın ve içkin her haliyle idrak etme ve ağyar ile meşguliyeti terk etme gibi hususlarda görüş bildirmiştir.
Nehcî Efendi’nin düşünce sisteminin ana arterlerini oluşturan bu konular vahdet-i vücûd düşüncesini savunan sûfîlerin de eserlerine ve şiirlerine konu edindikleri hususlardır. Nehcî Efendi, coşkun ifadelerle ve şiirdeki etkileyici tavrıyla görüşlerini dile getirdiği bu hususlarla vahdet düşüncesini benimseyen sûfîlerden olduğunu ifade etmeye çalışmıştır.
Mustafa Nehcî, hareketli yaşantısına rağmen irşad faaliyetlerinden taviz vermeyen, içerisinde yaşadığı toplumun sorunları ile birebir ilgilenen, çevresine duyarlı, nefse muhalefet anlayışı ile düşünce sistemini tesis eden, vuslat ve vahdet düşüncesiyle öne çıkmış bir kişidir.
O, şiirdeki mahareti ve gönüllere tesir eden usulüyle döneminde etkili olmuş ve dikkatleri üzerine çekmiş birisidir. Mustafa Nehcî, aşk mektebine talebe olmuş, mürşidine bende, kesret düşüncesinde uzak vahdet anlayışına sevdalı ve ağyar ile kavgalı bir derviştir.
O, tevazu, kanaat, tevekkül, mürşid-i kâmil, teslimiyet, tasfiye, inziva, tevhid, kalp gözü, tecelli, marifet, gölge varlık ve yegâne varlık olarak gördüğü Hakk’ın varlığı gibi birçok konuda görüş beyan etmiş birisidir. Onun düşünce sistemini tüm yönleriyle ifade etmek bu çalışmanın sınırları aştığı için metin içerisinde dile getirilen hususlarla iktifa edilmiştir. O, sûfî kişiliği, seyahatleri ve tasavvufî düşünceleri üzerinde derinlemesine araştırmalar yapılması gereken hazinelerimizdendir.
Fatih ÇINAR
Yazarİnsan hayata karşı bütün zorluklardan arınmış bir varlık değil, dünyaya kafa tutacak güçte de değil. Tabii Allah’ın verdiği aklı kullanarak insanlığın ilk zamanından bu yana çok önemli merhaleler kate...
Yazar: Erol AFŞİN
Gece olur gündüz olurDöner bu devran bu devranGüneş doğar hayat bulurDöner bu devran bu devranIrmaklar denize akarÇağlayıp bendini yıkarGök gürleyip şimşek çakarDöner bu devran bu devranKimi elde tutm...
Şair: Ramazan PAMUK
Âriflerin bütün derdi Allah’ın rızâsını kazanmaktır. İlâhî rızâya gölge düşürecek her şeyden ellerini ve eteklerini çekmişlerdir. Bir bütün hâlinde Allah’a yönelen ârifler, ne dünyaya ne de âhirete il...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
İslâm dini, dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayan bir hayat dinidir. İnananlara, ahirette huzurlu ve mutluluk vadederken dünyada da nice güzellikler yaşatmaktadır. İnsan, yalnızca dünya için yani...
Yazar: Kemal DEMİR