Hakk’ı Dileyip Hakk’ı Arayanların Hikmet Yolculuğu
İnsanoğlu bu fânî âlemde hep bir arayış içerisinde hayatını devam ettirir. Arayan aslında bir yitiğini bulmak üzere yaşamaktadır. “İnsanın yitiği nedir?” diye sorulacak olursa; verilecek cevap; “Hakîkattir.” Şeytanın vesvesesine uyup, Yüce Allah’ın çizmiş olduğu sınırları aşan ilk insan-ilk Peygamber Hz. Âdem (a.s.), kendine zulmedenlerden sayıldı. İşte insanın gerçek yurdundan gurbet diyarına sürgünü de arayışı da böylece başlamış oldu.
İnsan sürgündedir, ama öz yurdunun o lahûti güzel kokusunu hep içinde taşımaktadır. İşte bu koku ise Cenab-ı Hakk’ın Hz. Âdem’in ruhuna üflediği ilâhî nefesidir. İnsan, bu kokunun esrarını çözme yolunda, bütün varlığını bu lâhûtî kokuyla bezemeden aradığı yitiğini bulamaz, Rabbi’ne kavuşamaz.
Tasavvuf, insanın özünde var olan bu hakîkatin izini arama yolculuğudur. “Nefsini bilen Rabbi’ni bilir.” sözünün sırrı bu yolculukta açığa çıkar. Mevlâna’nın, “Ne arıyorsan osun sen.” sözü kulaklara küpe olmalıdır. Yine Bâyezîd-i Bistamî Hazretleri; “Aramakla bulunmaz, ama bulanlar arayanlardır.” buyurarak arayış ve hikmet yolculuğuna işaret ediyor.
Sûfî yolculuğun hedefi; nefsi tanımak, dolayısıyla Rabbi tanımak olarak belirlenmiştir. Yani mârifetü’n-nefs ve mârifetu-r-Rab. İnsan merkezli bir bilgi teorisini esas alan tasavvufî düşüncede, insanın kendini tanıması temel ilkedir. Sûfî, nefsi hakkında edindiği bilgiden hareket ederek Hakk’ın bilgisine ulaşır. İnsanın Hakk’a dair bilgisi nefsine dair bilgisi ölçüsünde olduğundan Hakk’ı daha iyi bilmesi için nefsini/kendini daha iyi tanıması gerekir.[1]
Hulûsi Efendi Hazretleri şöyle buyurur:
Hulûsî “men aref” sırrın bilenler kim bilir Rabb’ın
Bu sırrı bilmeyen ilm-i İlâhî’ye alîm olmaz
(Ey Hulûsî! “men aref” sırrını bilenler Rabbini bilir. Bu sırrı bilmeyen ilâhî ilme vâkıf olamaz.)[2]
“Kendini Tanıyan Rabbini Tanır”
İmam-ı Mâverdi Hazretleri buyuruyor ki:
Hazret-i Âişe, “İnsan Rabb’ini ne zaman tanır?” diye sual edince, Peygamber Efendimiz, “Nefsini tanıdığı zaman.” buyurmuştur. İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin oğlu Muhammed Mâsum Hazretleri buyuruyor ki:
“Men arefe nefsehü, fekad arefe Rabbehü./ Kendini tanıyan Rabb’ini tanır.”[3] hadîs-i şerifinin mânâsı, bir kimse kendi hakîkatini, kötülükler ve zıtlıklar ile beraber bilip, her hayır ve kemâli, Allahu Teâlâ’ya ait bilince çaresiz, Allahu Teâlâ’yı hayır ve kemâli ile bilmiş olur. Allahu Teâlâ’yı tanımaktan maksat, O’na, O’nun istediği şekilde doğru ibâdet etmektir.
Tasavvuf yolcusunun fakra erişmesi fenâ ile mümkündür. Sûfînin heveslerinden kurtulması, fakr safhasının başlangıcını ve fenânın özünü teşkil eder. Anlatıldığına göre, bir adam beş yüz dinar getirmiş ve Cüneyd-i Bağdadî’ye vermek istemiş. Cüneyd-i Bağdadî:
- Bunun yanında başka şeylerin var mı, diye sormuş adama. Adam,
- Evet, çok, diye cevaplamış.
- Daha fazlasını ister misin?
- Elbette.
- O zaman bunu al götür. Senin benden daha çok ihtiyacın var. Benim hiçbir şeyim yok, hiçbir şeye de ihtiyaç duymuyorum, demiş Cüneyd-i Bağdadî.
Cüneyd-i Bağdadî gibi fenânın en üst seviyesinde olan sûfî, nefsini bütün arzulardan arındırmış olur. Bâyezîd-i Bistamî; “Kâdir-i Mutlak beni kendi varlığına iki bin merhaleden sonra kabul etti. Her bir merhalede, bana bir sultanlık önerdi, fakat ben kabul etmedim. Allah, ne arzu ettiğimi sordu. Ben de ‘Arzu etmemeyi arzu ediyorum.’ dedim.” diye söylemektedir.
Zira tasavvufta en yüksek mertebe mahviyet, yani hiçlik mertebesidir. Kişinin kendini Allah’ın huzurunda hiç misali görmesidir. Nefsin arzularının önüne geçilmeden ileri vuslat ve tekâmül safhasına ulaşılamaz. Cüneyd-i Bağdadî şöyle demektir: “Otuz yıl kalbimi gözetledim. On yıl da kalbim beni gözetledi. Yirmi yıl kadar oldu, ne ben kalbimden haberdarım ne de o benden. Otuz yıldır Allah, Cüneyd’le Cüneyd’in diliyle konuştu, Cüneyd hiç ortada yoktu, fakat kimse bunu fark edemedi.”
Nefsânî Arzuların Kırılıp Hakîkat Yolculuğuna Katılmak
Fenâyı, “nefisten kurtuluş” veya “nefsin ıslahı” olarak gören Râbiatu’l-Adeviyye benzeri sûfîler, nefislerini mâşûkunda eritmişlerdir. Nefsânî arzuların kırılıp hakîkat yolculuğuna katılmayı teşvik eden Bâyezîd-i Bistamî, bir murâkebesinde şöyle yalvarır: “Allah’ım, beni aldanmaktan, kendimle böbürlenmekten, Sen’i özlememekten koru. Güzel olan, benim Sen yok iken bende ben olmam değil, Senin ben yok iken bende olmandır. Güzel olan; Sana Senin ile konuşmamdır, kendimle Sensiz konuşmak değil.”
Başka bir tecrübesinde Bâyezîd-i Bistamî, nefsin ıslahını şu misal ile izah etmiştir: Bâyezîd’in kapısına bir adam gelmiş ve ona seslenmiş. Bâyazîd, “Kimi arıyorsun?” diye sormuş. “Bâyezîd’ı!” diye karşılık vermiş adam. “Vah zavallı!” demiş Bâyezîd, “Otuz yıldır onu ben de arıyorum, fakat ne bir izine ne de bir eserine rastlayabildim.” Özetle fenâ, arzu ve isteklerin derece derece kırılmasıdır. Arzu ve istekler, nefis ile olan iştigalin göstergesi ve ikiliğin bir yansımasıdır.[4]
Özünü tanıma yani kendini bilme, Psikoloji’de bireysel farkındalık denilen ve Yûnus Emre’nin “İlim kendin bilmektir.” dediği olgudur. Felsefî anlamda öze dönüş ya da salt gerçekliğe ulaşmadır. Kendini keşfe çıkmak, tanımak hemen başlanması gereken ve ömür boyu devam eden bir yolculuktur.
Bireysel farkındalık, elde ettiğimiz bütün sonuçların sebebini kendimizde aramakla ve yaşamımızın sorumluluğunu almakla başlar. Hak ilmine tâlip olup, hakîkatin peşine düşen kimsenin bu mânevî yolculuğunda arzusu ilâhî sırları öğrenmek olmalıdır:
Okumaksa murâdın ilm-i Hakk’ı
Rumûz-ı “men aref” sırrı edak gel
(Arzun Hak ilmini okumaksa, gel “men aref” rumuzunun sırrını bil.)[5]
“Biz ona şah damarından daha yakınız.”[6] âyet-i kerimesi de iyi tetkik edildiğinde insanın Rabbi’ni bulmak amacıyla dışarıya doğru değil, esas içeriye doğru, iç âlemine bir mânevî yolculuk yaparak yakınlığa erişmesi gerektiği ifade edilir. İnsan istediği kadar bilgili olsun, eğer kendini bilmiyorsa, mârifetullah yolunda câhil sayılır. Buradaki “kendini bilmek” ifadesini; kendini tanımak, kendi sırlarına vâkıf olmak ve bu yolla yaratılışındaki hakîkate ermek şeklinde düşünmek gerekir.
Âyetteki “hablü’l-verîd” ifadesi kişinin nefsine en yakın parçasına işaret eder. Allahu Teâlâ kuluna, kulun nefsinin kendisine olan yakınlığından daha yakın olduğunu işaret eder. Kul istediği her vakit nefsini bulur. Çünkü nefsi ona yakındır. İşte kul Rabb’ini dilediği, aradığı ve talep ettiği her vakit Rabb’ini de bulur. Çünkü Rabbi de ona yakındır.[7]
Bu sırrı biraz daha açmak için Şeyh Galib’in “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen.” sözüne bakmak kâfidir. Hulûsi Efendi Hazretleri de şöyle buyurmaktadır:
Bunca âlemlerin sen zübdesisin
Hâline kaldılar hayrân içinde
(Sen bunca âlemlerin özüsün, herkes hâline hayrandır.)[8]
Tasavvuf yolcusu arayışında ilim ve hikmet kanadıyla seyran eder. İlim bir bedenin organlarıysa hikmet bu organların yerli yerine konulmasıdır. Hikmetsiz ilim kör; ilimsiz hikmet de topaldır. Bilginin ve aklın dengesi hikmetle kurulur.
Pek çok âyette Yüce Rabb’imiz, “ilim” ve "hikmet” kelimelerini birlikte zikretmiştir. Elçilerinin üstünlüğünü, ilim ve hikmetle ilişkilendirmiştir: Söyle buyurmuştur: “Mûsâ olgunluğa ulaşınca, ona hikmet ve ilim verdik.”[9] “Biz İbrâhim nesline kitabın ilmini ve hikmeti verdik.”[10] “Olgunluğa ulaşınca Yusuf a hikmet ve ilim verdik.”[11]
İlim bilgidir ve bilgiyi türlü yollardan edinebilirsiniz. Fakat hikmetsiz ilim değer taşımaz. İlim inşaat malzemesi ise hikmet onu güzel bir mîmârî binaya dönüştürür. Hikmet; ilmi yerli yerinde, hakkı bâtıldan ayırarak kullanma, muhâkeme ve temyiz kâbiliyetidir.
Gerçek ilim; insana Rabbini tanıtıp sevdiren, kâinatın inceliklerini basiretle öğretecek içeriklerdir. İlmi tamamlayan bu yönü ifade eden de Kur’an-ı Kerim’in çok kullandığı “hikmet” kavramıdır. Hakk’ı arayanlar için yeryüzündeki en yüce ve en doğru hikmet ve basîret kaynağı Yüce Kur’an-ı Kerim’dir.[12]
Bilgisi Her Şeyi Kuşatan Allah
Allahu Teâlâ ezelden beri her şeyin bilgisine sahiptir. Buna delâlet eden “Rabb’im, her şeyi bilgisiyle kuşatmıştır.”[13] âyetini zikredebiliriz. Kur’ân’da aynı zamanda Allah'ın geleceğe dair bilgisinden bahseden âyetler görmekteyiz. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Kıyâmet saati hakkındaki bilgi yalnız Allah’ın katındadır; O, yağmuru yağdırmakta; rahimlerdekini bilmektedir. Hiç kimse yarın ne elde edeceğini bilemez; hiç kimse nerede öleceğini bilemez; ama Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.”[14]
Allahu Teâlâ’nın her şeyin bilgisine sahip oluşu, her şeyi yaratmış olmasına dayanmaktadır. Her şeyi belli ölçüye göre yaratmış oluşu da, irâde sahibi olmasına dayanmaktadır. Ayrıca Allah’ın bu irâdesi, O’nun bilgisi doğrultusunda gerçekleşmektedir. Böylece yaratma eyleminde mutlak ilim ve irâde bir araya gelince, Allah’ın her şeyi hikmete binâen en mükemmel şekilde yaratmasına sebep olmuştur. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Her şey, O'nun ilmi, planı, irâdesi dâhilinde gerçekleşmektedir.”[15]
Hulûsi Efendi Hazretleri bu âlemde hakîkati dileyip hakkı arayanları ilâhî ilmin iç devranında hareket ettiklerini, böylece yol bulduklarını böylece ilm-i ilâhîye teslim olduklarını beyan buyurur:
Her ne var âlemde hep Hakk’ı diler Hakk’ı arar
Nesne yok hâşâ ki ilm ü ihtiyârından cüdâ
(Âlemde her ne varsa hepsi Hakk’ı diler, Hakk’ı ister. (Bu âlemde) Onun ilmine ve ihtiyarına tâbi olmayan hâşâ hiçbir nesne yoktur.)[16]
İmâm Rabbânî Hazretleri, Allah’ın hem âlemleri yaratmasında hem de yaratılıştan sonraki işleyiş ve tedvîrinde ilim sıfatının zorunlu bir özellik olduğuna dikkat çekmiştir. Çünkü diyor İmâm Rabbânî (k.s.), evrendeki her şeyi Allah yarattığına, öldürdüğüne, hatta bütün canlıların rızkını temin ettiğine göre bütün bunları kuşatan bir sıfata sahip olması gerekir.
Bu nedenle o, vücut sıfatından hemen sonra ilim sıfatının gerekliliği üzerinde yoğunlaşmıştır: “…Bu sıfat, diğer bütün sıfatları kuşatıcıdır. Allah’ın, irâde, kudret, semî’, basar ve kelâm sıfatları ayrı ve bağımsız sıfat olmakla birlikte, gerçekte bunlar ilim sıfatının birer parçası gibidirler. Çünkü bu sıfat, doğrudan Allah Teâlâ’nın zât-ı ilâhîsi ile irtibat halindedir…”
İmâm Rabbânî (k.s.), âlemde farklı zaman ve mekânlarda farklı durumların meydana gelmesinin Allah’ın ilminde herhangi bir değişikliğe sebep olmadığını kabul etmektedir Allah’ın bir insanı hem çocuk hem de yaşlı iken bilmesi, onun doğumundan ölümüne varıncaya kadar bütün hayat çizgisine sahip olması demektir.
Çünkü mevcutlar üzerindeki değişiklik ve gelişim, aslâ Allah’ın ilminde bir farklılık oluşturmamaktadır. Bu sebeple o, Allah’ın ilminin tek ve benzersiz olduğunu kabul etmiştir. İmâm Rabbânî (k.s.), insanların ve hayvanların bilgisinin sınırlı ve sonlu olduğunu kabul ederek, bunların, Allah’ın ilminin karşısında denizde sadece bir damlayı oluşturdukları söylemiştir.[17]
Hikmet; tasavvufta genellikle ilâhî sırların gerçeklerine erişmek olarak tanımlanır. Tasavvuf medeniyeti hikmet kavramını anlama yolculuğudur. Kişinin iç dünyasındaki yolculuğunun en güzelidir. Bu arayış ve yolculuğunda Hakk’ı bulanlara ne mutlu.
[1] Süleyman Uludağ, ‘Ma‘rifet-i nefs’, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2003), c. XXVIII, s. 56-57.
[2] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Dîvân Şâiri Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi Dîvânı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat yayınları, Ankara, 2019, c.2, s. 31.
[3] Aclûni, c. II, s.343.
[4] Kadir Özköse, Dervişin Günlüğü, Ensar yayıncılık, Konya, 2008, s. 91-92.
[5] Öztoprak, a.g.e, c2, s. 230.
[6] 50/Kaf, 16.
[7] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsiri, Erkam Yayınları, İstanbul, 2014. c.19, s.559.
[8] Öztoprak, a.g.e, c.3, s. 418.
[9] 28/Kasas, 14.
[10] 4/Nisâ, 54.
[11] 12/Yûsuf, 22.
[12] Muhammed Bozdağ, Yüreğimde Rabbim, MB Yayınları, İstanbul, 2016, s. 40.
[13] 6/En’âm, 80.
[14] 31/Lokmân, 34.
[15] Hale Garip, Kur’ân’da Kudret Kavramı Ve Allah’ın Kudreti, Bursa Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tefsir Bilim Dalı, Bursa, 2019, S.103.-104.
[16] Öztoprak, a.g.e, c.1, s. 9.
[17] Hüseyin Doğan, “İmâm Rabbânî’de Allah Tasavvuru”, Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Bahar 2020, Sayı: 25, Ss.167-182, s.174-175.
Musa TEKTAŞ
YazarTasavvuf ehli zikri; ruhlar yaratılırken “elest bezmi”nde Allah’a söz verenlerin bu dünyada hatırlanması olarak tarif ederler. Çünkü Cenâb-ı Allah, âyetlerde insanı hatırlamaya davet etmektedir. İnsan...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Hz. RasûlulIah (s.a.v.)’in vârisleri olan mânâ sultanları, yani mürşid-i kâmiller gönüller tabibidir. Gönüllere şifâ sunan doktorlardır. Onlardan ilim, hikmet ve edeb öğrenmek isteyen her ihvân ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Tasavvufî sohbetler, bir edeb mektebi olarak gönülleri eğitir. Mürşid-i kâmil bu mektebin muallimidir, gönül yolunun sâlikleri olan ihvanlar ise bu mektebin talebeleridir. Sohbet ortamında, müritler m...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Hayatımızı sürdürdüğümüz bu dünyada yeme içme gibi hayati ihtiyaçlarımız arasında beynimizin de ihtiyaç duyduğu bazı kavramlar var. Belki bunları ertelediğimiz ya da pek fazla dikkat etmediğimiz bir ş...
Yazar: Erol AFŞİN