Rasûl’ün Peşinde Helalinden Yaşam
Etrafımızdaki insanlara göz gezdirdiğimizde, neredeyse herkesin bunalımda olduğunu ve yaşadığı hayattan tat alamadığını görüyoruz. Yaşanan buhran ve kasavet hâlinin kişilerin fakir veya zengin olmasıyla ilgisi yoktur. Zengin olan da bunalımdadır, fakir olan da. Öyle ki insanlar yataklarına girip başlarını yastıklarına koyduklarında kısa sürede uykuya dalamamaktadır.
Ayrıca herkes her şeyden şikâyetçidir. Eşler birbirinden ve çocuklardan, çocuklar da tümünden şikâyet etmekte. Bunalımın yansımalarını her gün basında görmekteyiz. Gerek televizyonlarda ve gerekse gazetelerdeki haberlere bakıldığında, dünyanın her bir yanının neredeyse suç mahalline döndüğünü söylememiz yanlış olmaz. Hatta suç işleme oranı o kadar küçük yaşlara kadar indi ki, en olmayacak suç haberlerini bile kanıksadık ve sıradan görmeye başladık. Bu açıdan bakıldığında; kalbi huzursuz, buhranlı ve asık suratlı bir kitle olmaya doğru gittiğimizi hiçbirimiz inkâr edemeyiz.
Ortaya çıkan bu olumsuz tabloya bakıldığında, yarınlar adına içimizin karardığını söylemek durumundayız. Öyle ya, insanların ailelerini boğazlamaya başladığı, güpegündüz işyerlerinin ve araçların soyulduğu, genç kuşaklarda ahlâkî değerlerin çok zayıfladığı, yabancı kültürlerin gençleri dört bir yandan kuşatıp köleleştirdiği, camilerin yaşlılara kaldığı gerçeğini gören bir mü’minin ümit sahibi olması, ürkmemesi elbette zorlaşır.
Manzara İyi Değil
Gerçi sahabe asrından itibaren insanlar bulundukları dönemin bozulduğundan şikâyet etmişlerdir. Hz. Aişe Validemiz Rasûlullah sonrasında toplumun eskisi gibi olmadığından dert yanmış[1], zühd dünyasının önderleri de hep geçmiş dönemlere olan hasretlerini dile getirmişlerdir. Ancak durum ne olursa olsun, Rasûlullah’ın ashabından birisi kalkıp içinde yaşadığımız günleri gözleyecek olsaydı, her hâlde hayretinden diyecek kelime bulamazdı.
İnsanların bu derece bunalımda olduğunu, geniş kalabalıklar arasında yürürken yüzleri tebessüm edenlerin sayısının çok az olduğunu, tarif edilemez bir mutsuzluğun ve darlanmanın toplumu kuşattığını gözlemleyen bir kişinin, gördüğü manzara karşısında şaşkına dönmesi kaçınılmaz olurdu. Bu nedenle, Allah’a kulluğun ve insanın iç huzurunu yakalamasının önündeki engeller ile bireylerin mutsuzluk boyutunun her zamankinden fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dünya her hâlde, bugünkü kadar kötü bir dönemi çok az görmüştü.
Çözüm Değerlerimizde
Kendi içimizde yaşadığımız mutsuzluğun, kalbimizin bir türlü huzura ermeyişinin keza müşahede ettiğimiz umutsuzluğun ve yeis halinin nedenleri elbette pek çoktur. Bunları birkaç madde altına sığdırmak mümkün değildir. Bununla birlikte, Müslümanları huzura erdiren ve onların kardeşler topluluğu olarak bir arada yaşamalarını sağlayan temel kural Allah’a gerçek anlamda kul olmaları ve bunun gereklerini yerine getirmeleridir.
Bunların hayata geçirilmesi için gayret gösterildiğinde mü’minlerin hem kendi içlerinde huzuru yakalayacaklar hem de çevreleri güzelleşme sürecine girecektir. İslâm tarihinin çeşitli dönemlerinde ve farklı coğrafyalarında yakalanan mutluluğun kökenlerine inildiğinde, karşımıza hep aynı temeller çıkacaktır.
Bu nedenle, işe önce Allah’a iman etmekle, daha sonra da bunun gereklerini yerine getirmeye çalışmakla başlamak gerekmektedir.
Allah’a Gerçek Anlamda Kul Olmak
İnsanın en büyük sorunu hiç şüphe yok ki, yaratılış gayesinden uzaklaşmasıdır. Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.v.) insanın yeryüzüne Allah’a kulluk etmesi için getirildiğini, bu amaçla bir sınava tabi tutulduğunu belirtmektedir. Bu sınavda insandan istenen temel ödev, Allah ve Rasûl’üne iman etmesi ve bu ikisini hayatının merkezine alarak ömrünü sürdürmesidir.
Dolayısıyla her şeyin Kur’an ve sünnete endekslenmesi istenmektedir. Kul, bu ikisinin rızasını ve isteklerini hayatının köşesine doğru ittiğinde, Allah ve Rasûl’ünün dışında kalan şeylerin isteklerini ve beklentilerini karşılamaya yönelir. Bu nedenle de Allah ve Rasûl’ü gönül dünyasından yavaş yavaş çekilir.
Bunların yerini dünya hırsı, şehvet, tamah, kibir, riya, samimiyetsizlik gibi kötü hasletler almaya başlar. Bu durum devam ettikçe kul öyle bir noktaya gelir ki, kalbi Allah ve Rasûl’ünün asla razı olmadığı isteklerle dolar, dünya ve onun sundukları manevî Kâbe’si hâline gelir. Dindarlığı sadece sözde kalır, sözleriyle yaşadığı hayat arasında neredeyse bir bağlantı kalmaz. Kulluğu Allah’tan başka yöne doğru kayar, zihnini meşgul eden şeylerin kulu-kölesi olur.
Kendimize bir soralım: “Biz Allah’a, Allah’ın istediği gibi iman ettik mi?” Bu sorunun ardından da Allah’ın buyruklarına ne derece uyduğumuza bakalım. Sorumuzun cevabını hemen bulacağız. Eğer sonuç bizleri hoşnut etmediyse, Rabb’imize olan imanımızı sorgulayalım; iman etmenin ne anlama geldiğini ve neleri gerektirdiğini bir düşünelim. Zira iman etmek sevmek demektir. Sevgilinin isteklerine râm olmaktır. Biz yaratıcımızın emirlerine râm olabildik mi?
Görevleri İhmal Etmemek
Farz olan beş vakit namaz insanın Rabbi ile olan sevgi bağını her dem canlı tutar. Kul Allah ile olan akdini günde beş kez yenileyerek ona olan görevlerini, onun kendisinden beklentilerini ve nelerden kaçınması gerektiğini hatırlar. Namazlardan sonra da ellerini açarak kulluğunu hakkıyla yerine getirebilmesi için Rabb’inden yardım talep eder.
Bu insan Rabb’iyle her an iletişim içerisinde olduğundan, her iki vakit arasındaki hayatını istikamet üzere tutmaya çabalar, helal-haram çizgisine son derece dikkat eder. Allahu Teâlâ’nın beyan ettiği gibi “Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkor.”[2] Bunun yanında, namazları edâ etmesinin ona verdiği manevî iç huzur, gününü kalbiyle barışık geçirmesine yardım eder. O gün için hayatının bir parçasının eksik kalmadığını düşünür.
Namazları edâ etmeyen kişiye gelince, kulluk akdini her gün tazelemediğinden dolayı Rabb’iyle olan irtibatı devamlı surette zayıflar. Allah’ı adeta hayatından yavaş yavaş dışlar. Bir müddet sonra Allah’a olan bağlılığı sadece sözde kalır. Bu durum onda büyük bir manevî boşluk oluşturur. Uhrevî dayanağı ve sığınağı kalmadığından azgınlaşır, kural tanımaz olur.
Nafile İbadetlere Önem Vermek
Biz Müslümanlar kulluğun nasıl yapılması ve nelere dikkat edilmesi gerektiğini Hz. Peygamber (s.a.v.)’den öğreniyoruz. Zira Kutlu Elçi Kur’an’ın yaşayan tefsiri idi. O, farz olan hususlar dışında yılın belli günlerinde oruç tutuyor, sadaka veriyor, bazı vakitlerde nafile namazlar kılıyor, umre yapıyordu. Böyle yapmak suretiyle hem farz olan ibadetlerini beziyordu hem de bu ibadetlerle kulluğunu güçlendiriyordu. Farz olan namazların önünde veya ardında bizlerin sünnet olarak adlandırdığı nafile namazları kılması da böyleydi.
Unutmamak gerekir ki, nafile ibadetler farz olan ibadetlerin daha büyük bir şevkle yerine getirilmesine hazırlık gibidir. Kul nafilelere devam ettikçe farz ibadetlerine daha fazla önem verir hale gelir. Nafile ibadetler sayesinde Allah ile olan irtibatını zamanın her dilimine yaydığı için imanı daha kuvvet bulur.
Yaratıcı’sı ile olan bağının sağlam olması nedeniyle de dünyada karşılaştığı sıkıntılar onu yıkmaz. Kalbi daima huzur içindedir. Zira o maddî bir karşılık beklemeksizin her zaman Rabb’ine yönelmektedir. Allah’a kulluk etmek onda meleke haline gelmiştir. Ubudiyet etmekten lezzet aldığından yaşamında çok güzel bir Müslümanlık sergiler.
Nitekim nafile ibadetlerin önemine dikkat çeken Allah, bir kudsî hadiste şöyle buyurur: “Kulumu bana yaklaştıran şeylerin benim katımda en sevimli olanı, farz kıldığım ibadetlerdir. (Farzlardan sonra) kulum bana nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne dilerse, onu mutlaka veririm; bana sığınırsa onu korurum."[3]
Harama ve Helale Rasûlullah Gibi Dikkat Etmek
Kulluk sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi ibadetlerle sınırlı değildir. Bunlar çok önemlidir ancak haram ve helale dikkat etmek de bir o kadar önemlidir. Hiç şüphe yok ki, yaşadığımız dönemde helale ve harama dikkat etmek önceki dönemlere göre çok daha zorlaşmıştır. Bu nedenle kulluk da ağırlaşmıştır.
Gözlerimizin bir harama takılmasına engel olarak yolda yürümemiz veya bir televizyon haberini izlememiz neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Faiz ve benzeri pek çok harama istemeden bulaşmaktayız. Ancak durum ne olursa olsun, bütün bu olumsuz şartlar bizim kulluktan uzak durmamız için bir mazeret olamaz. Sıkıntı ve zorluk ne kadar fazlaysa, hiç şüphe yok ki ecir de o derece fazla olacaktır.
Bu nedenle kul helal ve haram çizgisine dikkat etmez, kendisinin ve ailesinin midesine inen lokmaların hangi yoldan geldiğini önemsemez, gözleri sürekli haramda dolaşır, gıybet yaparak tanıdığı herkesin günahını yüklenir, etrafındaki insanlar tarafından kötü anılırsa; bu kişi Allah’a kulluğun bir yönünü ihmal ediyor demektir.
Esasında böyle bir insanın farz ibadetlerine özellikle de namazına dikkat etmesi beklenemez. Bunları yerine getirse bile lezzet alamaz. Hem Allah’ın yasakladığı şeyi yapacak hem de bir müddet sonra onun huzurunda divana durarak “Rabb’im, ibadetimi kabul et, beni iyi kullarından eyle!” diye yalvaracak! Düşünebiliyor musunuz, hem oruç tutuyor hem de o anda bir Müslümanın gıybetini yapıyor veya alışverişinde hile yapıyor, dürüst davranmıyor. Aynı vakitte hem Allah’a ibadet hem de isyan ediyor!
Bu nedenle harama ve helale dikkat etmeyen insanların ibadetlerden manevî haz almaları beklenemez, ibadetleri sadece şekildedir, zahirdedir. Ayrıca bu kişiler yaşamları tamamen çelişkilerle dolu olduğundan huzurdan da uzaktırlar. İçlerinde sürekli bir çatışma yaşarlar; kalpleri, iğneleniyormuşçasına devamlı tedirgindir.
Ne kulluktan uzak kalabilmektedirler, ne de haramlara dalmaktan. Esasında îfa ettikleri ibadetlerin Allah katında tam olarak karşılık bulmadığını da bilmektedirler. Bunun hem kendilerini ibadete veremeyişlerinden hem de ibadetlerini haramlarla kuşatmalarından kaynaklandığının farkındadırlar.
Bir evi soyan hırsızın, “Aman yatsı namazını kaçırmayayım.” diyerek çaldığı eşyaları bir kenara koyarak namaza durması gibi. Allah’ın yasakladığı haramları işledikten sonra namaza durmanın veya diğer farz olan ibadetleri yerine getirmenin bu misaldekinden hiç farkı yoktur. Hatta haram-helal dinlemeden sadece para kazanmaya bakan bir insanın bu parayla hacca gitmesi, Kâbe’de Rabb’in huzurunda durarak ibadetini kabul etmesi için yalvarması ne derece makuldür?
Böylesi insanların imanlarını kontrol etmeleri ve kulluğu sadece farz ibadetlerin îfasına indirgememeleri gerekir. Böyle yapmadıkları takdirde ise, kalpleriyle ve bildikleriyle barışık olmayan, gelgitli ve çelişkilerle dolu bir hayatı yaşamaya mahkûm olacaklardır. Bu tür bir hayatın onlara mutluluk getirmeyeceği aşikârdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hususta “Helal nafaka aramak her Müslümana farzdır.” buyurmuştur.[4] Bir diğer hadislerinde de çelişkili hayat süren Müslümanın durumunu şu misalle açıklamıştır: “Bir kimse uzun bir sefere çıkar. Saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir halde, ellerini semaya kaldırarak ‘Ya Rabbi, ya Rabbi!’ diyerek dua eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, beslendiği şeyler haramdır. Böyle bir kimsenin duası nasıl kabul edilir?”[5]
Huzura Giden Yolun Kılavuzu
İnsanı yaratan Allah olduğundan dolayı, kulun kalbinin huzuru hangi yolla yakalayacağını en iyi o bilmektedir. Gönderdiği son elçiyle de bunun pratik yaşamda nasıl gerçekleşeceğini müşahhas bir örnekle insanlığa göstermiştir. Bu nedenle, mü’min yaşadığı hayattan lezzet almak, mutluluğu yakalamak, en sıkıntılı anında bile Allah’a olan yakınlığından güç alarak ayakta kalmak istiyorsa, Rabb’ine dönmekten başka çıkar yolu yoktur.
Kendisini yaratandan kaçan ve bu yüce yaratıcının Allah Rasûlü’nün önderliğinde sunduğu hayat rehberliğinden uzaklaşan kişi, kendisinden, özünden ve değerlerinden uzaklaşmış insandır. O bir boşluktadır. Böyle bir insan ne kadar zengin olursa olsun, ne kadar büyük makamlara gelirse gelsin, huzuru asla yakalayamayacaktır.
İnsanların önüne çıktığında sergilediği sahte gülüşün ardında her zaman için bir sıkıntı, doyumsuzluk ve huzuru bulamamanın verdiği iç burkuntusu olacaktır. Karşılaştığı sıkıntılar karşısında derdini Rabb’ine arz edip, ona sığınıp gözyaşı dökemeyeceğinden keza tevekkül ve kader anlayışını kaybettiğinden dolayı, önüne çıkan her bir sıkıntı belinin biraz daha bükülmesine neden olacak, belki maddî olarak çok güçlenecek ancak gönül sükûnetini bir türlü yakalamayacaktır.
Bu nedenle, cumaları, Ramazan’ı ve diğer önemli zamanları fırsat bilerek işe kendimizi düzeltmekle başlamalıyız. Çünkü yaşadığımız şunca ömrün bizlere ahiret sermayesi olarak fazla bir şey kazandırmadığının farkındayız. Eğer Allah’ın rahmet ve merhameti olmazsa ahiretimizin hiç de iyi olmayacağını tahmin edebiliyoruz.
Her şey bir yana, sürdüğümüz bunca ömür boyunca gerçek anlamda huzuru bir türlü bulamadık. Geçirdiğimiz yıllara baktığımızda kulluğumuzu belki belli bir oranda yerine getirmeye çalıştık ancak, bu arada çok yanlışlarımız oldu. Helal ile harama arkadaşlık yaptırdık. Bir o tarafa, bir bu tarafa meylettik. Hep gelgitlerimiz oldu. Tevbelerimize fazla bağlı kalamadık. Arkadaş çevremizden ve kendi nefsimizden kaynaklanan nedenlerden ötürü doğru düzgün bir kulluk sergileyemedik.
Atılacak ilk adım nedir diye soracak olursanız, bunun cevabı basittir. Önce içten bir tövbe edelim. Ardından da İslâm’ı kendi başımıza yaşama kahramanlığından vaz geçelim. Bizler hayatımızı istikamet üzere devam ettirecek güzel bir arkadaş topluluğuna muhtacız. Bunu yapabilirsek, hayatı Allah ve Rasûl’ünün istediği gibi devam ettirmek bundan sonra çok daha kolay olacaktır. Bu gerçekleştiğinde ise, hem Rabb’imize ibadet etmenin hazzını tadacağız, hem de helal ve harama dikkat ederek yaşayacağımız için yastığa başımızı koyduğumuzda hemen uykuya dalacağız.
Unutmamak gerekir ki, huzur bize dışarıdan enjekte edilecek bir şifa değildir. Huzuru inşa edecek olan da, onu hayatına hâkim kılacak olan da, ondan güç alacak olan da biziz. Onun inşasına başlanacak olan yer ise kalbimizdir. Önce kalbimizi ıslah edelim, sonra azalarımıza yönelelim.
Mutlu Rolü Oynayanlar
Sanatçı olarak takdim edilen kimselerin birbirleriyle çılgınca eğlenmelerine, partilerde veya gece kulüplerinde kendilerinden geçmelerine bakarak, bu kimselerin yanlış yolla da olsa mutluluğu ve huzuru yakaladığı sanılabilir. Ancak bunların ahlâkî değerleri çöpe attığına, pek çok sevgili veya eş değiştirdiğine, etraflarında gerçek anlamda dost olmadığına, hayatı hakikatlerden uzaklaşarak ve adeta unutarak yaşamaya çabaladıklarına, bir düzenleri olmadığına, yaşlılık dönemlerinde içine düştükleri acınacak hale bakın.
Bunu görürseniz, ekranlara yansıyan şaşanın aksine, tam bir girdabın içinde olduklarını ve aradıkları huzuru asla bulamadıklarını da anlarsınız. Zira fotoğraflara veya kameralara yansıyan gülücükler, insanların içlerindeki fırtınaları örter ve onların derunlarını yansıtmaz. Maddî imkân açısından elde edecek bir şeyleri kalmamış nice insanın, içine düştüğü boşluğu doldurmak adına Hint dünyasının ruhsal yöntemlerine sarılmasına, huzuru yoga ve benzeri yollarda aramasına bakarsak, olan biteni çok daha iyi anlayabiliriz. Bu nedenle kendimize şunu soralım: Bu insanların yaşadıkları hayatla ahlâklı bir toplum inşa etmek ve huzuru yakalamak mümkün müdür? Çocuklarımızın onlar gibi olmasını ister miyiz?
[1] Müslim, 445.
[2] 29/Ankebût, 45.
[3] Buhârî, 6502.
[4] Kenzu’l-Ummâl, 4/5.
[5] Abdurrezzak, 8839.
Enbiya YILDIRIM
YazarBizim inancımıza göre, insanın yaratılış gayesi bellidir; Allah onu bir sınav için dünyaya getirmiş ve sınav sonunda alacağı puana göre âhirette hak ettiği karşılığı verecektir. Kul nereyi hak ediyors...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Hak aramak adına son yıllarda sokaklara dökülen insanların yaptıklarına bir bakınız. Molotof kokteylleri rastgele atılıyor, kaldırım taşları yerlerinden sökülüyor, çöp konteynırları kullanılamaz hâle ...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
İnsanın doğumla başlayan yürüyüşü mutlak sûrette ölümle sonuçlanır. Bu sebeple hepimiz ölüme doğru yürümekteyiz. Son nefesimizi vereceğimiz yere kadar bu yürüyüşümüz durmaksızın devam eder. Hayatımız ...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Her insan kötü günleri için köşede bir şeylerinin olmasını arzular. Çok zengin olsa da bu düşüncesi değişmez. Bir gün sıkışabileceğini ve elindeki imkânları kaybedebileceğini veyahut da amansız bir ha...
Yazar: Enbiya YILDIRIM