Edebiyatımızda Ölüm ve Kabir Kitabeleri
Prof. Dr. Mahmut Kaplan ile Röportaj: “Edebiyatımızda Ölüm ve Kabir Kitabeleri”
Ölüm, insanoğlunun hayat kadar önem taşıyan bir gerçeğidir. İnsanın kendisini güzel ve etkili bir biçimde ifadesi olan sanatın ve özellikle şiirin bu olguya bigâne durması düşünülemez. Bu sebeple şiirde en evrensel temanın ölüm olduğu söylenebilir. Bütün dünya edebiyatlarında ölüm vazgeçilmez bir tema olarak kendini gösterir. Biz de divan şairlerinin ölüm ve kabre dair duygu ve düşüncelerini konuşmaya çalışacağız.
Şiirde ölüm konusu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Divan şairinin dünyaya ve hayata bakışı, kâinat algısı ölüm düşüncesini şekillendirmiştir. İslâm medeniyeti çerçevesinde eser veren Dîvân şiirinde ölüm, muhâsebe düşüncesiyle birlikte ele alınmıştır. Yani şair, ölümü sorgulamaz.
Dîvân edebiyatı, tekke edebiyatı ve halk edebiyatı adları altında üç koldan gelişen ve inanç temellerini İslâmiyet’ten alan sanat hareketlerinin hepsinde ölüm gerçeğine bakışın birtakım nüanslar dışında aynı olsuğunu söyleyebiliriz. Özellikle tasavvufî şiirlerde, insanların gaflete düşmemeleri için bir muhâsebe unsuru olarak ölüm düşüncesinin sıkça işlendiği görülür.
Osmanlı şairleri için “dünya” ne mânâ ifade ediyordu?
Ruhlar âleminden dünyaya sınanmak üzere gönderilen insanoğlu için dünya bir gurbet diyarı olup insan burada garip bir yolcudur. Dünya bu yol üzerinde geçici bir menzil, yıkılmaya mahkûm bir konak, bir gölgeliktir. Daha çok mersiye ve tarih manzûmelerinde işlenen ölüm konusunun diğer nazım biçimlerinde salt bir estetik unsur olarak yer aldığı söylenebilir.
Şairlerin dünya ile ilgili görüşlerini tesbit etmek ölüme bakışlarını anlamada yardımcı olabilir. Şairlerimiz dünyayı; âhiretin tarlası, Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellî ettiği bir ayna ve bir de bu imtihan dünyasında güzelliğiyle insanı cezbedip gaflete atabilecek bir tuzak olarak görmüşlerdir. Cinânî, dünyanın yol üzerinde kurulmuş eski bir konak olduğundan buraya yerleşmenin anlamsızlığına değinerek sevinç ve neş’enin burada bulunamayacağını dile getirir:
Reh-güzâr üzredür bu köhne ribât
İtme ey gâfil anda bast-ı bisât
Nailî, dünyanın bir misafirhane olduğunu şu güzel beytinde dile getirmiştir:
Misâfir-hâne-i dünyâda hân-ı gussa-zâdımdur
Libâs-ı âfiyet merdûd-ı çeşm-i şu’le-zâdımdur
Şeyhî, dünyanın vefasızlığına, düzenbazlığına, hilekârlığına dikkat çekerek mâmur gibi görünse de aslında onun bir harâbe olduğunu söyler:
Yâ Rab dehr-i dûn nicesi bî-vefâyimiş
Mekkâr u hîle-ger sitem ü pür-cefâyimiş
Necâtî insanoğluna, “Canını esirge, dünyaya gönül verme! Kendini Hz. Yûsuf gibi belâ kuyusuna esir etme! Dünyaya alıcı gözle bakma, onda sadece gözyaşı vardır.” diye seslenmiş, “Vücut eski bir elbisedir, ona aldanma; bu kumaş, bekâ çarşısında zarar eder.” diyerek uyarılarda bulunur. Necatî’ye göre bu dünya, mala ve servete mağrur olan baykuşları uçuran bir vîrânedir:
Mâla magrûr olma ey hâce ki dünyâ diyen
Sencileyin nice baykuş uçuran vîrânedür
Usûlî, kendisini hümâ kuşuna benzeterek alçağa (dünyaya) konmaktan sakındığını söyler:
Usûlî dâr-ı dünyâdan güzer kıl
Hümâsın alçaġa konma hazer kıl
Birçok şairin üzerinde birleştiği husus bu dünyanın yol üzerinde bir konaklama yeri olduğu ve burada sevince yer olmadığıdır. Hayâlî Bey bunu, şöyle ifade eder:
Dilâ bu menzil-i vîrânı sanma cây-ı sürûr
Ki kasr-ı dehre bulunur hezâr dürlü kusûr
Nev’î’ye göre dünyada rahat yoktur. Dünyanın mutluluk elbisesinde bekâ yoktur. Önünde sonunda bu kumaş yırtılacaktır. Yani dünya ve içindekiler geçicidir:
Bî-bekâdur bu kabâ-yı devlet-i dünyâ dirîg
Çâk olur ceyb-i libâs-ı atlas u dîbâ dirîg
Lamiî, dünyanın yokluk seli üzerinde sürüklenip giden su kabarcığına benzetir:
Mülk-i cihân ki hâsılı bâd-ı hevâyimiş
Seyl-i fenâ yüzinde yapılmış binâyimiş
Şairlerimizin dünyaya bakış açılarını ve değerlendirmelerini özetle şöyle ifade edebiliriz: Bu dünya aldatıcı ve geçicidir. Alımlı görünen bir koca karıdır. Basîret sahipleri, süslü yüzünün arkasındaki çirkinlikleri ve fânîliği görür, ona aldanmazlar. Hayat âlem-i ervahtan gelen dünyaya uğrayıp tekrar bekâ âlemine uzanan bir yolculuktur.
Dünya bu yolculukta insanların ağırlandığı bir muvakkat menzildir. Ancak uyanık olmayanları tuzağa düşüren ve yanıltan, yolculuklarında zarara uğratan bir konaktır. İnsan ruhu aslında hümâ gibi yükseklerde, ulvîliklerde uçmağa uygundur, bu yüzden zehirli bir bal olan dünyaya bir sinek gibi konmamalıdır.
Osmanlı şairlerinin insan hayatının süresi olan ömür konusundaki düşünceleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Dünyaya gelen her insanın gün, ay ve yıllarla ifade edilen bir ömür süresi vardır. Dünyayı “âhiretin tarlası” olarak gören dîvân şairi, sonu meçhul olan ömre aldanmaması gerektiğini bilir. Ömür yüz bin yıllık olsa da sayılı olduğundan bir kuşluk vakti kadar bile olamaz. Şeyhî, insanın iyilik yolunu tutmasını öğütler: “İnsan dünyadan gider ama iyilik, yani insanlık kalır.” der:
Ömr-i bekâ diler isen ihsân yolun gözet
Çün kalır âdemîlik u âdem gelir gider
Ümmî Sinan, ömrünü yele verenleri uyarır, insanların zikirle meşgul olmalarını salık verir:
Sen meger ömrini yellere virüp kıldun hebâ
Hak yolına zikr ile dur andan oldun bî-haber
16.yüzyılın terkîb-i bendiyle ünlü şairi Rûhî, ömrü akan bir suya, ölümü de dünyada her gelenin geçeceği bir yele benzetir:
Ömr bir sudur ki akmakdur işi şâm u seher
Mevt bir yeldür ki eyler her gelen andan güzer
Osmanlı şairi ölüm gerçeğini nasıl karşılardı? Ölüm, şairler için ne gibi mânâlar ifade ederdi?
Dîvân şairlerinin dünya ve ömürle ilgili görüşlerini, düşüncelerini yine onların şiirleri üzerinden konuşabiliriz. Şairler ölümü öyle anlatırlar ki Mustafa İsen Hoca’nın tabiriyle “acıyı bal eylerler.”
Yûnus’un aşağıdaki beyitte dile getirdikleri, dîvân şairlerinin de ortak görüşüdür bir anlamda. Şairler tamamen İslâmî bir pencereden ölüme bakar: Dışı son derece ürkütücü olan ölüm, aslında göründüğü kadar korkunç değildir. Çünkü ölen, yitip giden sadece bu dünyaya ait olan bedendir. Ruh ölümsüzdür:
Ten fânîdir cân ölmez çün gitdi geri gelmez
Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil
Bedenin çürümesi, gözler önünden yitip gitmesi görünüşte insanı dehşete düşürecek bir durumdur. Şair, gaflet perdesini yırtıp aralayan bu dehşetli olayı, ibret alınması için bir uyarıcı olarak değerlendirir. Ölüm, yokluk, hiçlik; yitip gitmek değil, ebedî bir hayatın başlangıcıdır. Bu yüzden Şeyhî gibi diğer şairler de ölümü tevekkülle karşılar: “O, Allah’ın emridir; boyun eğmekten başka çare yoktur.” derler:
Yok yok ki sende bizcileyin ‘âciz ü za’îf
Bu emr-i Zü’l-celâldir ü hükm-i Kirdgâr
Türâbî, bir çocuğun ölümüne duyduğu acıyı dile getirirken bu husustaki düşüncelerini de anlatmıştır:
Ma’sûm iken ki kıldı sefer dâr-ı bâkîye
Merhûm idi ki bakmadı bu dehr-i fânîye
Allah’ın rahmetine mazhar olduğu için bu çocuk, geçici dünyaya iltifat edip bakmamıştır. Dünyanın kötülüklerine kavgalarına bulaşmadan tertemiz gitmiştir. O bir nur meş’alesi olduğu için bu karanlık dünyadan Hakk’a yürümüştür. Aslında ölüm insana gözünün ak ve karasından daha yakındır; ancak günü ve saati bilinmez.
Beden, ruhun emâneten giydiği bir elbisedir. Onu diken terzi dilediği gibi keser, biçer, uzatır, kısaltır. “Ölüm karşısında bütün insanlar eşittir; dilenci veya padişah arasında bir fark yoktur.” der şair Bâkî:
Pây-mâl olmada âhır şütur-ı gerdûna
Pâdişâh ile gedâsı hele yeksân ancak
Rubâileriyle ünlü şair Hâletî ölüm karşısında kazâya rızâdan başka çare olmadığına işaret eder:
Sezâ budur ki Hâletî virüp kazâya rızâ
Karîn-i hüsn-i kabûl eyle hükm-i Yezdân’ı
Dîvân şairleri ölüm için daha çok “rihlet” kelimesini kullanırlar. Onlara göre ölüm bir göç etmedir; fânî dünyadan bâkî âleme bir seferdir. Ölüm karşısında sorgulayıcı bir tavır almamaları da daha çok bu hususla ilgili olmalıdır. Ölüm, sonsuz bir hayatın başlangıcı kabul edilince dünyadaki kederler, acılar âdetâ hafiflemiştir. Aşağıdaki beyitlerde Usulî gibi birçok şairin ölümü “rihlet” (göç) ve yine bu kelimeden türeyen “irtihal” (göçme) ile ifade ettikleri görülmektedir:
Dâr-ı bekâya rıhlet imiş çâresi hemân
Uruldı çün fenâ üzerine binâ-yı çarh
Ölümü bir asıl vatana “göç etme” olarak algılayan dîvân şairleri göçün nereye yapıldığını da tam bir kanaat ile dile getirmişlerdir. Orada mesken tutabilmek için Cinânî, dünyada hazırlık yapılmasını tavsiye eder:
Hâlüni agla tedârük kıl kim
Dâr-ı ‘ukbâda tutarsın mesken
Şairler ölümü ebedî bir âleme gidiş olarak algılayıp arkada kalanlara verdiği acının ise sadece geçici bir ayrılıktan dolayı olduğunu dile getirmişlerdir.
Dîvân şairleri insan bedeninin geçici meskeni olan kabir hakkında neler düşünüyordu?
Ölümden sonra cesedin ilk durağı kabirdir. Şairler, özellikle mutasavvıf şairler; kabri ve kabirdeki cesedin durumunu insanların ibret almaları için bütün çıplaklığıyla tasvir ederler. Cesetlerin bu zâhirî dağılışı, parçalanışı ve çürüyüp gitmeleri şairler için insanları tefekküre sevk etmek açısından önemli imkânlar sağlamıştır.
Rahmî-i Harpûtî’nin aşağıdaki şiiri de ölmüş bir insanı tasvir etmektedir:
Seni üryân ideler boynına takup kefeni
Gidesin kabre hemân terk edesin bu vatanı
Kabir, insanın ameline göre ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. Ahmet Paşa bu inancı aşağıdaki beyitlerde dile getirmiştir:
Yâ Rab makâmı ravza-i huld-ı berîn ola
Kabri enîsi haşre degin hûr-ı ‘ayn ola
Âdile Sultan, kabirde kendisine imanı yoldaş etmesi için Allah’a yakarır. Çünkü iman yoldaş olursa şairenin sorgu meleklerine cevap vermesi kolay olacaktır:
Mezâra yalınız koyma bizi imânı yoldaş et
Su’âlimiz edip âsân Hudâ çekdirmeye zahmet
Şairlerin öldükten sonra dirilme ve dünyada işlediklerinden dolayı hesap verme günü olan haşir hakkındaki düşünceleri nelerdir?
İnsanın, göz yumup açıncaya kadar uçup giden hayat yolculuğu kabirden haşre doğru gider. Son durak haşirdir. İnsanların topluca muhâsebelerinin yapılacağı yeniden dirilmesidir. Dîvân şairleri bu konuda İslâm inancına uygun olarak ölümün haşirle noktalanacağı konusunda hemfikirdirler. Usûlî, haşirde halinin ne olacağını şu beytiyle sorgulamaktadır:
Yâ Rab hâlimiz n’ola rûz-ı şümârda
Çün bî-şümâr cürm ü hatâmız şümâr ola
Son bir soru olarak, ölüm, kabir ve ebedî âlem kabir taşlarında nasıl ifade edilmiştir?
Bu sorunun cevabı çok uzundur. Şairlerin mezar taşı kitâbelerinde başka şairler tarafından düşürülmüş tarih manzûmelerine yer verildiği gibi şairin kendi şiirlerinden mısralar işlenebilir. Dilerseniz bu konuda bazı şairlerin mezar taşlarının fotoğraflarını örnek vermekle yetinip konuşmamızı özetleyelim:
Dîvân şairleri dünyayı geçici bir menzil olarak görmektedir. Dünya geçici olunca mala, mülke, servete ve saltanata güvenmek; bunlarla övünmek doğru değildir. Dünya Allah tarafından yolculukları esnasında durup dinlenecekleri bir konaktır. Bu konak süsleri ve ihtişamıyla aslında bir hayalden, bir görüntüden ibarettir. Akıllı olan bu vehimlere aldanmaz. Yolculuk ebed ülkesine doğrudur.
Allah’tan gelen ruhun Allah’a gitmek için çıktığı yolculukta geçici bir konaklama yeri olan dünya insanın Allah’a verdiği sözü tutup tutmama konusunda imtihana tâbi tutulduğu bir duraktır. Asıl menzil bekâ ülkesidir. Kabir de bir geçittir. Bu karanlık geçidi aydınlatan iman ve Kur’an nurudur. Şairler Allah’tan iman nuruyla kabirlerinin aydınlanması dilerler. Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya cehennem çukurlarından bir çukurdur.
Ölüm, ebedî bir hayata geçiş sürecidir. Öldükten sonra insanlar dirilecek ve yaptıklarından hesaba çekileceklerdir. Bütün şairlerin dileği bu muhâsebeden yüz akıyla çıkmaktır. Kısacası Dîvân şairleri ölümü tevekkül ile karşılamış, yeni bir hayatın başlangıcı saymışlardır. Kabrin dehşetinin anlatılması insanları gafletten uyandırmak içindir. Dîvân şairleri ölüm, kabir ve haşir konusunda İslâm inancı sınırları içinde duygu ve düşüncelerini dile getirmişlerdir.
RÖPORTAJ: Ş. Hamideddin Tektaş, Yûnus Emre Varol
Edebiyat araştırmacısı, akademisyen, profesör, şair ve yazar. 1 Ocak 1953, Suruç / Şanlıurfa doğumlu. Gaziantep Saraymağara İlkokulu (1966), Suruç Ortaokulu (1969), Gaziantep Lisesi (1973), Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi (1978) mezunu.
Yüksek Lisans çalışmasını Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde (1981), Doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde (1990) tamamladı. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde Eski Türk Edebiyatı öğretim görevliliği (1990-1991), Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi: Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü Başkanlığı ve dekan yardımcılığı (1993-1994), Celal Bayar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi öğretim üyeliği. 1994-1995 arası Manisa M. Salih Okutan Eğitim Merkezi’nde Türkmenistan Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğrencilerine Türkçe Öğretimi görevi yaptı.
1996 yılından itibaren Celal Bayar Üniversitesi Fen-edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığı Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanlığı görevlerinde bulundu. 2005-2006 arası Suriye Arap Cumhuriyeti Halep Üniversitesi Edebiyat ve İnsani İlimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Misafir Öğretim Üyesi oldu. Halen Beykent Üniversitesi’nde görev yapmaktadır.
Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Yazarİnsanlar çeşitli duygulara haiz varlıklardır. Sevinir, üzülür, sinirlenir, mutlu olur, üzülür, hayal kırıklığına uğrar, kalbi kırılır, kırar vb. birçok insani özellikleri barındırır. Elbette insanlığı...
Yazar: Erol AFŞİN
Prof. Dr. Mehmet Soysaldı ile RöportajDünyevîleşme denilince ne anlamalıyız, dünyevîleşmenin tarifini yapabilir misiniz?Yüce Allah, insanı en güzel bir şekilde yaratmış ve ona sayısız nimetler vermişt...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
İstanbul’un Fethi dünyanın en büyük hadiselerinden birisi. Fatih Sultan Mehmed bu fetihle hem Hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olmuş hem de Osmanlı’nın cihanşümul olmasına öncülük etmiştir. Ve Fa...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Ahlat, Doğu Anadolu Bölgesinin, Yukarı Murat -Van Bölümü’nde, Süphan ve Nemrut Dağları arasında bulunan plato üzerinde kurulmuş, Bitlis iline bağlı, 34.000 nüfuslu bir ilçe merkezidir. Doğa ve tarihî ...
Yazar: Resul KESENCELİ