Bütün Varlıklar Senin Hükmün Altındadır
Senin emrine mahkûm cümlesidir taht-ı hükmünde
Kamu mahlûk u âlem ins ü cân arz u semâ yâ Rab
(Ey Rabb’im! Bu dünyadaki yer, gök, insan ve cinler, yaratılmış olan bütün varlıklar Senin hükmün altındadır, hepsi Senin hükmüne boyun eğerler.)
Bu beyit Osman Hulûsi Efendi’nin:
Kara yüzümle geldim kapına eyle atâ Yâ Rab
Dileğim isteğim Senden hemân ancak rızâ Yâ Rab
(Ey Rabb’im! Dileğim, tek isteğim sadece Senin rızana ulaşmaktır. Huzûruna bu kara yüzümle geldimse de Senden bağışlanmamı diliyorum. Bağışla beni Allah’ım!) matlaı ile başlayan münâcâtından alındı.
Yalvarma, yakarış, tazarru, niyaz anlamlarına gelen münâcat, edebiyatımızda bir şiir terimi olarak Allah’a yalvarmak, Ondan meded ummak için yazılan genellikle manzum eserler için kullanılmaktadır.
Münâcâtların en çok görüldüğü dönem Klasik edebiyat dönemidir, fakat bunun yanı sıra halk şiirimizde de münâcâtlara çokça rastlanmaktadır. Bunların birçoğu ilâhî formunda bestelenmiştir. Söyleyişlerde, muhtevada değişiklikler olsa da Tanzimat ve ondan sonraki dönemlerde de münâcât türünde eserler yazılmaya devam edilmiştir.
Sadece manzum değil mensur münâcâtlar da yazılmıştır ki bu türün en meşhuru Sinan Paşa’nın “Tazarru-nâme”sidir. İşte ondan birkaç satır mensur münâcât:
“Ey gözlerün nuru, ey gönüllerin süruru, başımızın tâcı ehl-i dilin mîrâcı, gönül hânesinin ziyâsı, dil hastesinin şitâsı, derd ehlinin enîsi, ışk avaresinin celîsi…
İlâhî, her neyi gülzâr ettinse anı ittim. İlâhî elime her ne sundunsa anı tuttum. İlâhî gönlüm oduna ne yaktınsa o tüter. İlâhî, vücudum bahçesine ne diktinse o biter…
İlâhî, kabul Senden, red Senden. İlâhî, şifâ Senden, dert Senden. İlâhî, dil verdin, zikrinden ayırma, gönül verdin fikrinden çevirme. İman verdin, dâim eyle; ihsan verdin, kâim eyle.”
Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır'ın da mensur münâcâtı meşhurdur:
“İlâhî! Hamdini sözüme sertâc ettim, zikrini kalbime mi’râc ettim, kitabını kendime minhâc ettim. Ben yoktum var ettin, varlığından haberdâr ettin. Aşkınla gönlümü bîkarâr ettin. İnâyetine sığındım, kapına geldim, hidâyetine sığındım lütfuna geldim, kulluk edemedim affına geldim.
Şaşırtma beni, doğruyu söylet, neş’eni duyur, hakikati öğret. Sen duyurmazsan ben duyamam. Sen söyletmezsen ben söyleyemem. Sen sevdirmezsen ben sevdiremem. Sevdir bize hep sevdiklerini. Yerdir bize hep yerdiklerini. Yâr et bize erdirdiklerini...”
Birkaç şairden de manzum münâcât örneği verelim:
Ey Allah'ım beni Senden ayırma
Beni senin didarından ayırma
Seni sevmek benim dinim imanım
İlâhî din ü imandan ayırma/ Eşrefoğlu Rûmî
Yâ İlâhî, Sen beni insana muhtâc eyleme
Olur olmaz kimseye merdâna muhtâc eyleme
Ol habîbin fahr-ı âlem Mustafa’nın aşkına
Ganî eyle kalbimi düşmana muhtâc eyleme /Âşık Ömer
Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu…
Bir bu toprak kalıyor, dinimin son yurdu!
Bu da çiğnendi mi çiğnendi demektir şer’-i mübîn,
Hâk-sâr eyleme yâ Rab, onu olsun… Âmin… / Mehmed Akif Ersoy
Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi
Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi
Tâ ki yükselsin ezânlarla müeyyed nâmın
Gâlip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın/ Yahya Kemal Beyatlı
Biz kısık sesleriz, minareleri
Sen ezansız bırakma Allah'ım!
Ya çağır şurda bal yapan arılarını
Ya kovansız bırakma Allah'ım!
Mahyasız minareler, göğü de
Kehkeşansız bırakma Allah'ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu
Müslümansız bırakma Allah'ım! / Arif Nihat Asya
Müslüman Türk şairleri Divan çapında bir eser oluştururken mutlak surette Allahu Teâlâ’nın varlığını, birliğini ifade eden O’na yalvaran, Ondan yardım dileyen şiirler de yazmışlardır. Osman Hulûsi Efendi’nin Dîvân’ında da çok sayıda bu münacat ve tevhid türünden şiirlere rastlıyoruz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de duanın önemine işaret eden çeşitli âyetler vardır. İşte onlardan birkaçı:
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm.”[1]
“(Ey Muhammed!) De ki: ‘Duanız olmasa Rabb’im size ne diye değer versin!”[2]
“Rabb’iniz şöyle dedi: ‘[3]Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.”
“En güzel isimler Allah'ındır. O'na o güzel isimleriyle dua edin ve O'nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın.”[4]
“Allah, iman edip salih ameller işleyenlerin dualarına karşılık verir; lütfundan onlara fazlasını da verir.” [5]
İslâm âlimleri Kur’an ve sünnetlerden yola çıkarak duaların nasıl ve ne zaman yapılmasının makbul olduğuna dair genellikle şu görüşlerde birleşirler:
Duaya Allah’ın adı ile başlanmalı. Peygamber Efendimiz’e salâvat getirilmeli. Mübarek zamanlar seçmeli. Kıbleye dönüp ellerini kaldırmalı ve sonunda ellerini yüzüne sürmeli. Ne çok sessiz ne de bağırarak; ikisinin arasında bir sesle dua etmeli.
Yalvararak, korkarak dua etmeli. İçinden geldiği gibi dua etmeli. Kabul olunacağına kesinlikle inanıp bundan şüphe etmemeli. Israrla dua etmeli. Duada acele etmemeli.
Birisi her gece kalkar, ibadet eder, yalvarır yakarırdı. Bir gün şeytan ona göründü ve şöyle vesvese verdi:
- Ey yüzsüz, gece gündüz sen Hakk’ı anıyorsun da ondan sana hiç cevap geliyor mu? Eğer onun yanında bir değerin olsaydı o sana böyle mi davranırdı. Unutulduğunun farkında değil misin? Artık durumu anla ve sus!
Bu sözlerde bir hakikat gören adam incindi ve ibadeti bırakıp başını yastığa koydu, uyudu. Uykuda Hızır göründü ve ona:
- Hakk'ı anmaktan niçin vazgeçtin, diye sordu. O da:
- Ne zamandır yalvarıp duruyorum ama O'ndan bana lebbeyk/buyur kulum, cevabı gelmedi. Unutulmuş olmaktan ve kapısından kovulmaktan korktum, dedi. Hızır dedi ki:
- Cenab-ı Hakk'ın seni zikirle meşgul etmesi zikrinin kabulüne delildir. Niyazın, yakarışın yakınlığının işaretidir.
Cahilin ağzı ve kalbinde kilit vardır, o inlemeyi bilmez. Nitekim Firavun’a, Hakk'a karşı ağlayıp inlemesin diye ömrü boyunca baş ağrısı bile verilmedi. Değil mi ki gönül derdin seni Hakk'a yaklaştırıyor, bu dert dünya mülkünden daha iyidir. Dertsiz gönlün feryadı da soğuktur; dertlilerin feryadı ise çabucak Hakk'a ulaşır.
Bazen dualarımızın kabul edilmeyişi de bir rahmettir. Zira ayette de belirtildiği gibi bazen hayır sandıklarımızın şer, şer sandıklarımızın hayır olduğunu zamanla öğreniriz. Bununla ilgili olarak Mevlânâ şu örneği veriyor:
“Bir yılancı diğerinin yılanını çalmıştı. Malı çalınan yılanını bulmak için dua edip durmadaydı. Sonra yılan, kendisini çalanı zehirledi ve öldürdü. Yılan sahibi bu hâle şükretti ve:
- İyi ki duam kabul olmamış, yoksa hâlim nice olurdu, dedi. Demek ki bazen Allah bize acır da, hakkımızda şer olacak duamızı kabul etmez.[6]
Kandillerde, ezanla kamet arası, zorluk hâlinde, secde anında, yolculuk ve hastalık hâllerinde, yağmur yağarken, cihat etmek için saf tutulurken, tüyler ürperdiğinde, Kâbe görüldüğünde yapılan dualar makbul görülmüştür.
İnsan, Rabbi karşısında büyük bir acziyet içerisindedir. Ondan başka sığınılacak bir kapı yoktur. İnsan ne isteyecekse Ondan ister, Ondan diler. Zira bizi en iyi bilen O’dur, bize rızık veren, güç, kuvvet veren O’dur. Bu yüzden yalnız O’na güvenir, yalnız Ondan yardım dileriz. Vesileleri yegâne ve son kapı zanneden, yani yardımı, inayeti kuldan bekleyen ne büyük bir yanılgı içindedir.
Şimdi de ihlâsla yapılan bir duanın neticesini aşağıdaki hikâyede birlikte takip edelim:
Yolcunun biri yolu üstündeki bir evde misafir olmuştu. Yaşlı ev sahibi kördü ama başucunda bir Kur'an-ı Kerim asılıydı. Yolcu bu işe şaştı ve:
- Bu kör adamın yanında kitabın ne işi var, diye düşündü. O gece orada yatan misafir gece Kur'an sesi işiterek uyandı:
- Burada benimle o kör adamdan başkası yok. O hâlde bunu okuyan kimdir, diye bakınca ne görsün! Âmâ ve yaşlı ev sahibi Kur'ân'ı açmış okumuyor mu?!
Bizimki içinden:
- Acaba ezberinden mi okuyor, diye geçirdi. Ama iyice bakınca gördü ki ihtiyarın parmakları sahife üzerinde, okuduğu kelimelerin üzerinde dolaşmakta. Bu hâle bir anlam veremeyen misafir, ihtiyara bu işin hikmetini sordu. O da dedi ki:
- Ben hafız değilim ama Kur'ân aşığıyım. Gözlerimi kaybedince en çok Kur'ân'dan mahrum kaldığıma üzüldüm ve Cenab-ı Hakk'a:
- Ya Rabbi, Senden başka şey istemem. Ama Kur'ân'ı okuyabilmem için gözlerime geçici olarak nur ihsan eyle, diye dua ettim. Hak Teâlâ duamı çevirmedi. İşte senin gördüğün budur. Hz. Mevlâna bu hikâyeyle hem ihlaslı duanın kabulüne bir misal veriyor hem de bize felaket gibi gözüken bazı musibetlerin başka nimetlerle nasıl telafi edildiğine vurgu yapıyor.
İnsan başkasının ağzıyla dua edebilir mi? Bu bize imkânsız görünür. Ama Cenab-ı Hak bir gün Hz. Musa'ya bunun nasıl olabileceğini göstermek üzere;
- Bir şey isteyeceğin zaman bana günah işlememiş bir ağızla dua et, buyurmuş. Hz. Musa:
- Bende öyle bir ağız yok, deyince Cenab-ı Hak buyurmuş ki:
- O hâlde başkasının ağzıyla dua et. Zira sen başkasını ağzıyla günah işleyemezsin.
- Ya Rabbi, ben başkasının ağzıyla nasıl dua edebilirim?
- İnsanlara iyilik yapmak için gayret et ve hayır dua al. Öyle ki birçok ağız gece gündüz sana dua etsinler. Ne güzel bir dua şekli…
[1] 2/Bakara, 186.
[2] 25/Furkan, 77.
[3] 23/Mü’min, 60.
[4] 7/Araf, 180.
[5] 42/Şura, 26.
[6] Prof. Dr. Cihan Okuyucu http://semazen.net/yazar_yazi.php?id=426
Vedat Ali TOK
Yazar1. Bizi terk eyledi yârân gele mi tâb seherKim bilir neyle geçer bu gecede hâb seher2. Sâkiyâ sen bize mey sun da gumûmu def’ etGecemiz subha kadar böyle geçe tâ-be-seher3. Secde-i şükr edelim elde ol...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi
"İnsan ara bul irfan ara bulDerman ara bul bîmâre gönlüm"Osman Hulûsi Efendi bu beytinde diyor ki; insan, yaratılışı itibarıyla çeşitli şeylere muhtaç dünyaya gelir ve bu ihtiyaçları bir ömür boyu dev...
Yazar: Vedat Ali TOK
“Lâ taknetû” sırrındanKesmez ümîd HulûsîÂsîler gürûhunuRahmetin kurtaracak"“La taknetu” ifadesiyle kastedilen, Zümer Sûresi’nin 53. ayetinde geçtiği gibi; “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.” emr-i...
Yazar: Vedat Ali TOK
Müezzin deyince hayyalel felah,Salihe ahiddir sabah ezanı.Diriye şifadır ruha inşirah,Gafile lahiddir sabah ezanı.Bülbüller seslenir uyuyan kula,Erkeğe kadına bekara dula,İster ki müminler miracı bula...
Yazar: Yaşar ÖZKAN