Kur’an ve Sünnette Şefâat İnancı
Şefâat, sözlükte; günahlarının affedilmesi ve isteğinin yerine getirilmesi için kendisinden bir şey istenen kişiye yardımcı olmaktır. Yine birisine iyi bir işte aracılık etmek ve kötü işlerden sakındırmaktır. Şu âyette geçtiği gibi: “Her kim iyiliğe şefâat ederse (destek verirse) ondan ona pay vardır. Kim de kötülüğe şefâat ederse onun da ondan sorumluluğu vardır. Allah her şeyi korur ve kollar.”[1]
Ayrıca şefâat, Allah katındaki mânevî derecesi yüksek olan bir kimsenin muhtaç olan bir kimsenin bağışlanması için ricada bulunmasıdır. Bir başka ifade ile şefâat, bir kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya mânevî bir imkânı elde etmesi için yetkilisi nezdinde aracılık yapmak demektir.
Dinî bir terim olarak şefâat ise; “âhirette günahkâr bir mü’minin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin ona duâ etmesi, dilekte bulunması” anlamlarına gelir.[2]
Şefâatin en önemli şartı, muvahhid bir Müslüman olmaktır. Kur’an-ı Kerim’de şefâat kelimesi 26 âyette geçer. Bu âyetlerden bir kısmında şu kimselere şefâat edilmeyeceğinden bahsedilir: Allah’ı ve âhireti inkâr eden kâfirlere ve münafıklara[3], Allah’a ortak koşan müşriklere[4] ve ehl-i kitaba[5] ne şefâat ve ne de şefâatçilerin şefâati fayda verir.[6] Bunlar için şefâat ve yardım edici olmayacaktır.
İslâm itikâdında nasıl ki kendisine şefâat etme yetkisi verilecek kimsede yüksek bir mertebe aranacaksa, aynı şekilde kendisine şefâatte bulunulacak ve günahlarının affedilmesi istenecek kişide de ilâhî lütfa lâyık olabilmek için belli bir kulluk mertebesi aranır. “Nasıl olsa bize şefâat edilir.” deyip kulluk vazifelerini ihmal etmek ve dini yaşamada gevşeklik göstermek doğru değildir.
Şefâatte iki durum söz konusudur. Bunlardan birisi, günahkâr mü’minlerin affedilmesi, diğeri ise, günahı olmayanların sevap derecelerinin yükseltilmesidir. Bu sebeple günahkâr kimseler, şefâate güvenerek sâlih amelleri terk etmemelidirler.[7] Çünkü âhirette şefâat/aracılık, tamamıyla Yüce Allah’ın iznine bağlıdır.
Şu âyette anlatıldığı gibi: “Yoksa Allah’tan başka şefâatçiler mi edindiler? De ki: ‘Hiçbir şeye güçleri yetmese ve düşünemiyor olsalar da mı?’ De ki: ‘Şefâat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.”[8]
Öte yandan Kur’an-ı Kerim’de; “…şefâatin olmadığı” [9] ifadesinden, bunu kayıtlayan ve açıklayan naslar olmasaydı “âhirette hiçbir aracılığın ve şefâatin olmayacağı” sonucu rahat bir şekilde çıkarılabilirdi. Ancak hemen bunu takip eden âyette “Allah’ın izniyle şefâatin olabileceği”nin[10] vurgulanmış olması, şefâatin hak olduğunu ortaya koymuştur.
Bununla birlikte eğer âhirette mü’minlere şefâat fayda vermeseydi kâfirleri tahsis ve tefrik etmenin bir mânâsı olmazdı. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de geçen pek çok âyette Kendisinin dışında şefâat edeceklere istisnâ getirdiğinden bahsedilir. Bu konuda bazı âyetler şöyledir:
“Rahman’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefâat hakkına sahip olamayacaklardır.”[11]
“Onlar (melekler), Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefâat edemezler.”12]
“Allah katında O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefâati yarar sağlamaz.”[13
“O gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden râzı olduğu kimseden başkasının şefâati fayda vermez.”[14]
Görüldüğü gibi bu âyetlerde geçen izin tabiri, ruhsat anlamına gelmektedir. Her ne kadar bu âyetlerin üslûbundan, âhirette şefâatin mümkün olduğu anlaşılmakta ise de, bunun son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefâate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlatılmaktadır.
Çünkü şefâat, âhiret hayatı için kuralsız, şartsız, umûmî bir uygulama olmaktan daha çok, Allah tarafından bazı şartlara bağlanmış istisnâî bir durumdur. Dolayısıyla insana düşen görev, zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılmak, Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmek, ahlâkını düzeltip, günahlarından dolayı da tevbe etmektir. Çünkü kendilerine şefâat edilecek kimselerde belirli bir kulluk mertebesinin aranacağı şu âyetlerden anlaşılmaktadır:
“(Onlar) Allah rızâsına ulaşmış olanlardan başkasına şefâat etmezler.”[15]
“Allah onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da yapacaklarını da) bilir. Allah rızâsına ulaşmış olanlardan başkasına şefâat etmezler. Onlar Allah korkusundan titrerler.”[16]
“Arş’ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunan (melekler), Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler. Mü’minlerin de bağışlanmasını isterler; ‘Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O hâlde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru!’ (derler).”[17] Bu âyette, bağışlanmayı isteme anlamına gelen “istiğfâr”, şefâat mecrâsında cereyan eder.
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen hadislerde yaşayan sünnetin dinde bir kaynak olduğunu bildiren pek çok delil vardır. Kur’an-ı Kerim’e göre sünnetin dindeki yerini üç maddede özetlemek mümkündür:
Bunlardan ilki, sünnet, Kur’an’ın kapalı ifadelerini açıklar. İkincisi, sünnet, Kur’an’da kökleri var olan tamamlayıcı hükümler getirir. Üçüncüsü ise, sünnet, Kur’an’da bulunmayan bir kısım hükümler koyar. Buna göre sünnetin açıkladığı ya da bağımsız olarak hüküm koyduğu hususlarda bu Kur’an’da yoktur diye karşı çıkmak, doğru bir anlayış değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.)’e da dinde hüküm koyma yetkisi verilmiştir.[18]
Yukarıda saydığımız bu ilkeleri, şefâatla ilgili rivâyetler için de uygulayabiliriz. İtikatla ilgili meselelerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’den rivâyet edilen mütevâtir haberler delil olarak kabul edilir. Tevâtür yoluyla nakledilen rivâyetler, kesin bilgi ifade eder, âhâd yolla gelen rivâyetler ise, zan ifade eder.
Zan, kesin bilgi ifade etmeyip şüphe taşıdığı için, şüphe ile de itikat oluşturulamayacağından âhâd haber akâidde müstakil olarak delil kabul edilmez. Ama o konuda Kur’an’da bir nas varsa, onun açıklanmasında yararlanılabilir. Dolayısıyla, itikâdî ve amelî yükümlülüğün temeli akıl değil, nakildir.
Bu konularda akıl, nakli destekler. Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu yaklaşımına rağmen, Ehl-i Hadis’ten olan Hanbelîlerden Kâdî Ebû Ya’lâ gibi bazı âlimler ve Zâhirîler muttasıl bir senetle Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ulaşan haber-i vâhitleri hem itikatta ve hem de amelde delil saymışlardır.[19]
Ehl-i Sünnet’in önde gelen âlimlerine göre, Kur’an-ı Kerim’de şefâatle ilgili muhkem naslar vardır. Bu nasların muhtevâsında şefâat tamamıyla Yüce Allah’ın yetkisinde olduğu ve ayrıca O’nun bazı kimselere şefâat konusunda izin vereceğinden bahsedilmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen Buhârî ve Müslim’de geçen bazı rivâyetlerde bu yetkilendirilecek şahsiyetlerden birisinin de Kendisi olacağı belirtilmektedir. Mahşerde bütün insanlar heyecan ve ıstırap içinde bulundukları bir sırada hesaplarının bir an önce görülmesi için Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gelerek ondan şefâat dileyeceklerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.)’in genel ve kapsamlı bir şefâati olacaktır.
Bir rivâyetten öğrendiğimiz kadarıyla Hz. Peygamber (s.a.v.), her peygamberin kendine has ve kabul olunan bir duâsının bulunduğunu ve onunla duâ ettiğini, kendisinin ise bu duâsını âhirette ümmetine şefâat etmek için yapacağını bildirmiştir.[20] Buna "şefâat-i uzmâ" (büyük şefâat) adı verilir. Bu şefâat etme yetkisi, Kur'an-ı Kerim'de "makâm-ı mahmûd" (övülen makam) adıyla anılır.
Nitekim Ebû Hureyre’den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, “Ey Muhammed! Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Belki de Rabb’in seni övülecek bir makama yükseltir.”[21] âyetinde geçen Makâm-ı Mahmûd’dan sorulunca, bu “Şefâattir.” cevabını vermiştir.”[22]
Rivâyetlerde hem Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bizzat ümmetinin günahkârlarına[23] ve hem de diğer peygamberlerin kendi ümmetlerine şefâat etme hakları bulunduğundan bahsedilir.[24] Peygamberlerden başka âlimler, şehitler[25] kendisini okuyanlara Kur’an-ı Kerim de şefâat edecektir.[26] Aynı şekilde ergenlik çağına erişmeden vefat eden çocukların da anne ve babalarına şefâat edecekleri konusunda rivâyetler vardır.[27]
Netice olarak, bu güne kadar, İslâm Kelam tarihinde -ister Sünnî, isterse ehl-i bid’at olsun- hiçbir kelâmî ekol, şefâatin varlığını inkâr etmemiştir. Bunlar içerisinde şefâatin hak olduğunu ikrar etmekle birlikte sadece farklı bir yorum biçimini benimseyenler olmuştur. Ehl-i Sünnet inancına göre günahkâr bir mü’min cehennemde cezâsını çektikten sonra çıkarılıp cennete girecektir.
Günümüzde bazı kimselerin, özellikle şefâat konusunda, “Yüce Allah, peygamber bile olsa kendi yetkisini kimseye kullandırmaz.” demeleri anlamsızdır. Böylesi tavırlar, (hâşâ) Rabb’imize din öğretmeye kalkma[28] cür’etinde bulunmak suretiyle O’nun rahmetini daraltmaktır. Eğer öyle olsaydı, Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah doğrudan Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, “Sen onları affet, onlar için istiğfarda bulun.”[29] buyurur muydu? Affetme yetkisini neden paylaşmıştır?
Kaldı ki, İmâm Mâtürîdî ve İmâm Eş’arî gibi Ehl-i Sünnet âlimleri yazmış oldukları eserlerde, âhirette şefâatin gerçekleşeceği hakîkatinin Kur’an-ı Kerim ve hadislerle sâbit olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan diğer seçkin kimseler tarafından şefâat yetkisinin verileceğini savunmuşlardır.[30]
Bizim inancımıza göre, Yüce Allah’ın kendilerine şefâat etme izni verdiği kimseler âhirette günahkâr kullara sınırlı da olsa şefâat edeceklerdir. Burada yapılması gereken şefâate güvenerek dinî görevleri yerine getirmede gevşeklik ve ihmalkârlık göstermemektir.
Bir defa daha tekrar edelim ki, insanın asıl kurtuluşu, başta iman olmak üzere, hayırlı işlere sarılmaya, ilâhî emir ve yasaklara uymaya bağlıdır. Şefâat ise, Yüce Allah’ın kullarına ilâhî bir lütfudur. Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, son nefeslerini yaşadığı bir sırada, “Kızım Fâtıma ve halam Safiyye! Yarın Allah’ın huzuruna çıkmak için iyi işler yapmaya bakın. Şunu bilin ki ben sizi Allah’ın azabından kurtaramam.”[31] uyarısı, unutulmamalıdır.[32]
[1] 4/Nisâ, 85
[2] Bkz. Isfehânî, el-Müfredât, s. 386.
[3] 30/Rûm, 12-13; 74/Müddessir, 42-48
[4] 43/Zuhruf, 86
[5] 2/Bakara, 123
[6] 74/Müddessir, 48
[7] 2/Bakara, 254
[8] 39/Zümer, 43-44
[9] Bkz. 2/Bakara, 254; 2/Bakara, 48
[10] Bkz. 2/Bakara, 255
[11] 19/Meryem, 87
[12] 21/Enbiyâ, 28; 53/Necm, 26
[13] 34/Sebe’, 23
[14] 20/Tâhâ, 109
[15] 21/Enbiyâ, 28
[16] 21/Enbiyâ, 28
[17] 40/Ğâfir, 47
[18] Bkz. 7/A’râf, 157
[19] Krş. İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali, el-İhkâm fî Usûlü’l-Ahkâm, Mısır, ty, I, 87; Itr, Nureddin, “Sahîh Âhâd Hadisin İtikatta Delil Olması” (Sünnetin Dindeki Yeri içinde), İstanbul, 1997, s.210.
[20] Bkz. Buhârî, Da’avât, 1; Müslim, Îman, 86
[21] 17/İsrâ, 79
[22] Tirmizî, Tefsir, 17
[23] Tirmizî, Kıyamet,11
[24] Buhârî, Tefsir, 18
[25] İbn Mâce, Zühd, 37; Ebû Dâvud, Cihâd, 28
[26] Müslim, Müsâfirûn, 252
[27] Bkz. Buhârî, Cenâiz, 6, 91; Müslim, Birr, 153
[28] 49/Hucurât, 16
[29] 3/Âl-i İmrân, 159
[30] Bkz. Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, tahk. F. Huleyf, Beyrut, 1970, s. 365; Eş’arî, el-İbâne, Kahire, 1987, 74.
[31] Buhârî, Vesâyâ,, 11, Tefsîr, 26/2; Dârimî, Rikāk, 23; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 206
[32]Bu konuda geniş bilgi için bakınız. Sorularla İslam, editör: Ramazan Altıntaş, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2015, s. 61-66; Ramazan Altıntaş, Sana İtikattan Soruyorlar?, İstanbul, Kitap arası Yayınları, s. 54; Ahmet Ak, Hanefî-Mâtürîdî Âlimlere Göre Şefaat Kitabı, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2017.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarYüzüne baktıkça içim açılır,Gözlerin gözümde dursun Kur’ân’ım...Sûreden sûreye şûle saçılır,Tepeden tırnağa nursun Kur’ân’ım...Kulaklar duymuş mu böylesine ses?Her sözün emsalsiz, her hâlin enfes!Mevl...
Şair: Halil GÖKKAYA
1. Kalk ey gönül feryâda gel vakt-i seher vakt-i seherMahbûb-ı aşkı yâda gel vakt-i seher vakt-i seher2. Uykudan uyan eyle zâr maksûdunu isteyü varVere murâdın Kirdigâr vakt-i seher vakt-i seher3. Kal...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi
Hicretin 6. yılı…Hz. Peygamber (s.a.v.) Müstalikoğullarının Medine’ye baskın düzenlemek için asker topladıkları haberini alır. Yapılan araştırma neticesinde olay doğrulanır. Bunun üzerine Rasûl-i Ekre...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Tevbe, en güzel bir biçimde günahları terk etmektir. Tevbe, bir çeşit, itirafta bulunarak, yapılanlardan özür dileme şeklidir. Aynı kökten gelen ‘tevvâb” ise, pişmanlık işini çok yapan kimse dem...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ