Kılık Kıyafet ile Âdem Âdem Olmaz
"Kılık kıyafet ile âdem âdem olmaz
Bir ulu kimseden el almayınca"
Hacı Bektaş Velî’nin meşhur mısraında dervişliğin, daha geniş anlamıyla insanlığın kılık kıyafetle değerlendirilemeyeceğine işaret edilir: “Dervişlik hırkada tacda değildir.”
Nasreddin Hoca’ya izafe edilen meşhur bir fıkra vardır:
Nasreddin Hoca bir gün kentin zenginlerinden birinin davetine gitmiş. Günlük kıyafeti ile gittiği için, davet sahibinin davetlileri kapıda karşılamakla görevli adamları, hoca içeriye almak istememişler. Nedenini hemen anlayan Nasreddin Hoca evine dönüp bayramlarda, özel günlerde giydiği şık kıyafetini, kürkünü giymiş, davet veren zenginin konağının kapısını tekrar çalmış.
Karşılayıcılar, büyük bir saygı ile ve iltifatlarla karşılamışlar ve sofranın başköşesine oturtmuşlar. Sofra kurulup yemeğe başlanıldığında, hoca besmeleden sonra “Ye kürküm ye!” diye mırıldanmış.
Sık sık anlatılan bu Nasreddin Hoca fıkrasında kılık kıyafetin önemi, önceliği vurgulanırken, kişiliğin ikinci planda kaldığı acı gerçeği anlatılmak istenir. Bu nüktede bir kısım insanların, insana saygı ölçüsünü değerlendirirken onların kılık kıyafetlerini, makam ve mevkilerini esas aldıkları ifade edilir ve bunlar tenkid edilir.
Gerçekten de insanı ve hayatı yeterince tanımayan ve insandaki üstün yaratılışın farkına varamayanlar insanı dış görünüşlerine göre değerlendirerek büyük bir hata içine girerler. Hâlbuki insana malı, mülkü, makamı mevkii veren ve onu da alabilen Allahu Teâlâ’dır. Bu yüzden insanlara o gözle bakmak yanlıştır.
16.yüzyılın şairler sultanı Bâkî, bir beyitte şöyle diyor:
"Şeref vermez dür ü güher kemâl olmaz zer ü ziver
Hüner kesb et hüner bahr-i fazîlet kân-ı irfân ol"
(İnci, cevher sahibi olmak kişiye şeref vermez. Altın ve süs, olgunluk getirmez. Hüner sahibi olmaya bak. Fazilet denizi ve irfan madeni ol.)
Yine Bâkî, dünyalık bir mevki elden insanlar için de şöyle bir ifade kullanır:
"Saltanat tâcın giyen âlemde mağrûr olmasun
Nice sultan börkin almışdur begüm bâd-ı hazân"
(Beyim! Bu dünyada saltanat tacı giyenler asla mağrur olmasın! Çünkü hazan rüzgârı nice sultan başlığını alıp götürmüştür.)
Her insan, hedefleri uğruna mücadele eder. Mücadele ettiği hedeflere ulaşamayanlar olur. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, arzu ettiği şeye her zaman nail olamayabilir insan. Bazıları da bir anda gaye edindiği noktada bulabilirler kendilerini. Her iki durum da insanoğlu için birer imtihandır. Yokluk da varlık da, fakirlik de zenginlik de, ikbal (talih, mutluluk) de idbar (gözden düşme, talihsizlik) da.
Büyüklük, azamet Allah’ın sıfatlarındandır. İnsan, saygınlığını ancak insanî, ahlâkî davranışları ile kazanabilir. Makamından dolayı etrafındaki dalkavukların şişirmesiyle kibirlenenler, bakarsınız ki burnu sürtülmüş, başı aşağılarda geziyor. Çünkü makam, mevki hiç kimseye ebediyen payidar değildir. Hiç kimse için daimî ikbal garantisi yoktur. İkbal de idbar da insan içindir. Bunun şuurunda olan insanlar hiçbir zaman bulundukları makamdan dolayı kibre kapılmazlar.
Bilge şair Nâbî:
"Çok da mağrur olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz"
derken yüksek mevkii meyhaneye, burada yapılan işleri de insanlara sarhoşluk veren içkiye benzetir. Yüksek mevkilerde bulunan insanların daha sonra sarhoşluğun verdiği aşağılık duruma düştüklerine işaret eder. Yani ikbalinden dolayı kendinden geçip kibirlenenlerin bir zaman sonra koltuklarının altlarından kaymaları ile sırt üstü yere yuvarlanabileceklerini söyler.
Eskiden padişahlar tahta çıktıkları zaman, onların da kul olduğunu hatırlatan alkışlar tutulurmuş. Alkışları “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var!” yahut “Saltanatına mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” şeklinde imiş.
Hayat ölümle anlam kazanmıştır. Doğan, ölüme mahkûmdur. Bu fani âlem için “ölümlü dünya” denmiştir. Allahu Teâlâ insanı bir kan pıhtısından yaratmıştır. İnsan ölünce de toprak olacaktır. Bu bile kibirlenmenin ne kadar yersiz olduğuna yeter delildir.
Şu iki âyet bize ders olarak yetmeli: “Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini de alçalt.” (Lokman, 31/18). “Meleklere, Âdem'e secde edin.' demiştik. İblis müstesna hepsi secde ettiler. O kaçındı, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu.” (Bakara, 2/34).
Bize örnek olması için gönderilen Peygamber Efendimiz’in güzel huylarından biri de tevazu sahibi olmasıydı. Ümmetine de öyle olmayı tavsiye buyurmuştur. Konuşmalarında hiç kırıcı olmayan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tevazuu dikkat çekicidir.
Bu rahmet peygamberinin yanına gelen insanlar, hâliyle heyecanlanırlarmış; ancak O, karşısındaki insanı konuşmalarıyla bir şekilde rahatlatırmış. “Niye sıkılıyorsun? Ben, genellikle yediği, kuru ekmek olan bir annenin oğluyum.” dermiş. Böyle bir Peygamber’in ümmetine düşen ders onun ahlâkıyla ahlâklanmak olmalı.
Kılık kıyafet, insanın özüne hiçbir katkıda bulunamaz. Kişinin kıymeti giydikleri ile sahip oldukları ile ne azalır ne de çoğalır. Ziya Paşa der ki:
"Bed asla necâbet mi verir hiç üniforma
Zer-dûz palan ursan eşek yine eşektir"
(Giydiği üniforma, soysuza asalet mi verir? Som altından semer vursan, eşek yine eşektir.)
O halde Yûnus Emre’nin dediği gibi insan denmeye layık tarafımız mânâ tarafımızdır:
"Bu âdem dedikleri el ayakla baş değil
Âdem mânâya derler suret ile kaş değil"
Mevlânâ diyor ki; insanlık merdiveninin en alt basamağında bulunanla en üstünde bulunanı sırf isimleri insan olduğu ve bedenen benzeştikleri için bir tutmak kabil mi? Tabiî ki, hayır. Şayet böyle olsaydı Hz. Peygamber’le Ebu Cehil’i bir tutmak icap ederdi.
Osman Hulûsi Efendi der ki, insanın kılığına kıyafetine bakarak onun kemal mertebesini tayin etmek doğru değildir. Onun; içine, manasına bakarak insanlığını ölçebilirsiniz. İnsanın içinin zenginleşmesi de onu yetiştirecek bir mürşid-i kâmille mümkündür. Ondan istifade eder, el alırsan artık sen de mertebeni yükseltirsin.
Pekiyi mürşid-i kâmil kimdir? Mesnevî’de mürşid-i kâmil şöyle tarif edilir:
“Allah tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi, her ne buyurursa o buyruk doğrunun ta kendisidir. Senin cüz’î aklın onun küllî aklı vasıtasıyla küllî olur. Çünkü akl-ı kül, nefse vurulmuş zincir gibidir. Her devirde Peygamber yerine bir veli vardır; bu sınama kıyamete kadar daimidir.
Tane arayana tane tuzaktır. Fakat Süleyman arayan hem Süleyman’ı bulur, hem taneyi elde eder. Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi, şehirde de alay konusu olur, köyde de! Olmayacak şey onların himmetiyle olur. Pis şey, oraya vardı mı tertemiz olur, kutlu bir hale girer. Halkın aynada gördüğünü pîr, pişmemiş kerpiçte görür.”
İnsanlar mürşidleri, şeyhleri değerlendirirken onlardaki büyüklüğü kerametle ölçerler. Güya keramet gösteren şeyh büyüktür. Bununla ilgili bir hikâyeye bakalım:
Bir gün müridleri Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nden keramet istemişlerdi. Buyurdular ki;
- Bizim kerametimiz açıktır. İşte bakınız; omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabiliyor ve yeryüzünde yürüyebiliyoruz. Bundan daha büyük keramet mi olur?”
Ardından tasavvufta mühim olan hususun keramet değil istikâmet olduğunu bir kez daha hatırlatarak şöyle buyurdular:
- Bir kimse bir bahçeye girse ve orada her ağacın yaprak yaprak dile gelip: “Ey Allah’ın velîsi merhaba!” diye seslendiğini duysa, zâhiren de bâtınen de bu sese asla iltifat etmemeli! Bilâkis kulluktaki gayret ve azmi daha da ziyadeleşmelidir.”
Bunun üzerine bazı müridleri:
- Efendim, ne kadar üzerini örtseniz de sizden de zaman zaman keramet zâhir olmakta, dediler.
O büyük tevazu âbidesi:
- O müşâhede ettikleriniz, müridlerimin kerametleridir, buyurdu.
Çünkü o öyle bir mahfiyet (hâlini gizleme) içerisindeydi ki, hayatta iken söz ve kerametlerini yazmak isteyen müridi Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf’a müsaade etmemişti.
Hikâye:
Allah’tan Musa’ya şu hitap geldi: “Ey koltuğundan ayın doğduğunu gören! Seni ilâhî nurun doğusu hâline getirdiğim hâlde ben ki Hakk’ım, hastalandım da niçin hâlimi, hatırımı sormaya gelmedin.”
Musa, “Ey Allah’ım! Sen kusurdan münezzehsin. Bu ne işarettir ya Rabbi, bunu bildir.” dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak yine “Hastalığımda kerem edip niçin hâlimi sormadın?” buyurdu.
Musa, “Ya Rabbi, senin bir noksanın olamaz. Aklım şaştı, bu sözün hakikatini anlat.” dedi. Cenâb-ı Hak “Evet, has ve seçilmiş bir kulum hastalanmıştı. İyice bir bak hele... O benim. Onun özür serdetmesi, benim özür serdetmemdir. Onun hastalığı benim hastalığımdır.” buyurdu.
Allah ile oturup kalkmak isteyen kişi veliler huzurunda otursun. Şeytan birisini kerem sahiplerinden ayırırsa onu kimsiz, kimsesiz bir hâle kor; o hâlde de bulunca başını yer, mahvedip gider.
Vedat Ali TOK
YazarVücudûn bâ’is-i îcâd-ı âlem yâ RasûlallahAnınçün cümleden sensin mükerrem yâ RasûlallahZuhûr-ı zât-i pâkindür anı halleyleyen yohsaKalurdı sırr-ı mevcûdât mübhem yâ RasûlallahAceb mi âb-ı rûyunla döne...
Yazar: Vedat Ali TOK
Senin emrine mahkûm cümlesidir taht-ı hükmündeKamu mahlûk u âlem ins ü cân arz u semâ yâ Rab(Ey Rabb’im! Bu dünyadaki yer, gök, insan ve cinler, yaratılmış olan bütün varlıklar Senin hükmün altındadır...
Yazar: Vedat Ali TOK
Cemi’-i enbiyâlardanMuhammed cümlenin şâhıYüzü nurundan almışlarFelekler şems ile mâhıYedi kat gökleri geçtiKadem arş üstüne bastıErişdi kâbe kavseyneTavâf eyledi dergâhıAnın seyr ü sülûkundanMelekler...
Yazar: Vedat Ali TOK
Şeyyâd Hamza (13. yüzyılın sonu?-14. yüzyılın ikinci yarısı?)Senün aşkun kamu derde devâdur yâ RasûlallahSenün katunda hâcetler revâdur yâ RasûlallahSenün nûrun gören gözler ne ay gözler ne yılduzlarN...
Yazar: Vedat Ali TOK