İki Yüzlü Münâfıkların Hastalığı: Nifak
İslâm’ın Medine dönemi…
Allah Elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hicretinden sonra İslâm’ın Medine’sinde sadece Müslümanlar yaşamıyordu. Müslümanlarla birlikte; Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslüman görünümlü münâfıklar da yaşıyordu. Münâfıkların başında, Abdullah b. Ubey geliyordu.
Hazreç Kabîlesinin reisi olan Ubey, Medine’nin idaresi kendisine verilmek üzere iken Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Medine’ye hicret etmesiyle başkanlık meselesi suya düşmüştü. Her ne kadar Bedir Savaşı’ndan sonra Müslümanlığa girmiş gibi görünse de bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ve onun getirdiği dine karşı kin ve düşmanlık duygularını hiçbir zaman ertelememiş, aksine devam ettirmiştir.
Bir gün Abdullah b. Ubey ve yandaşları yolda giderken Hz. Muhammed (s.a.v.)’in arkadaşlarıyla karşılaşırlar. Münâfıkların reisi olan Ubey, çevresindeki yandaşlarına, “Bakın bu beyinsizleri sizin başınızdan nasıl savacağım.” demiş ve arkasından gidip Hz. Ebû Bekir Efendimiz’in elini tutup ona şöyle demiştir: “Teymeoğullarının ulusu, İslâm’ın büyüğü, mağarada Allah Rasûlü’nün yanında bulunan iki kişinin ikincisi, canını, malını Allah yolunda cömertçe harcayan Sıddîk’a merhaba!.”
Sonra da Hz. Ömer’in elinden tutup ona da şöyle seslenmiştir: “Adiy İbn Ka’boğullarının ulusu, hakla bâtılın arasını ayıran, Allah’ın dini hususunda taviz vermeyen, canını ve malını Rasûlullah için harcayan kimseye merhaba!.” Sonra da Hz. Ali’nin elini tutup şöyle demiştir: “Rasûlullah’ın amcazâdesi ve damadı, Rasûlullah’ın içlerinden çıktığı Hâşimoğullarının ulusu olan kişiye merhaba!.” Sonra dağıldılar… Abdullah b. Ubey arkadaşlarına dedi ki: “Gördünüz mü nasıl yaptım? Siz de onları gördüğünüz zaman böyle yapın.” Onlar da Ubey’e övgü yağdırdılar. Müslümanlar da gelip Peygamber’e bunu haber verdiler. Bunun üzerine Yüce Allah, Abdullah b. Ubey ve arkadaşları hakkında şu âyeti indirdi:[1]
“İman edenlerle karşılaşınca ‘İnandık!’ derler, şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise ‘Biz sizinleyiz, biz yalnızca alay etmekteyiz.’ derler.”[2]
Bu âyette münâfıkların Müslümanları kandırmak için nasıl bir hileli tavır sergiledikleri anlatılıyor. Onların bu ameline “nifak” denilir. Nifak, tarla faresinin yuvasına benzetilir. Fare yuvasının iki çıkış noktası vardır. Tehlikenin boyutuna göre fare pozisyon değiştirir. İki kapılı bu yolun birisinden çıkar, diğerinden girer. İşte bu nifak amelinin sahibine de münâfık denilmiştir.
Münâfık, inanmadığı halde dıştan kendisini mü’min gibi gösteren, diliyle Müslüman olduğunu söyleyip kalbiyle Yüce Allah’ı, Rasûlullah’ı ve onun getirdiklerini yalanlayan, fırsat bulduğu zaman İslâm’a ve Müslümanlara ihânet etmekten aslâ geri durmayan kimsedir.
Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de: “İnsanlardan, inanmadıkları halde, “Allah’a ve âhiret gününe inandık. “ diyenler de vardır.”[3] buyrulur. Bu âyette açıkça, münâfıkların İslâmî değerleri dilleriyle ikrar edip, kalpleriyle tasdik etmedikleri anlatılıyor. Yukarıdaki âyette de münâfıklar Müslümanlarla karşılaştıkları zaman, “Biz de Müslümanız.” diyorlar, kendi arkadaşları ve yandaşlarıyla bir araya geldiklerinde ise, “Bizim Müslümanız dediğimize bakmayın, biz bu sözü Müslümanları kandırmak ve onları alaya almak için söylüyoruz.” diyorlar.
Bu tavır çok tehlikeli bir siyâsettir. Münâfıklar, kalplerinde tasdik bulunmadığı için itikâdî açıdan kâfir hükmündedirler ve cehennemde ebedî olarak kalacaklardır.[4] Onları cehennemde ebedî kılacak olan; Allah’ı, Rasûl’ünü, onun getirdiklerini ve âhireti yalanlama tarzındaki küfürleridir.
Münâfıkların fiili olan “nifak” ikiye ayrılır. Bunlardan ilki, itikadî nifaktır. Küfür kapsamına girer. Bu tür nifak, insanı dinden çıkarır. Diğeri ise amelî nifaktır. Bundan maksat, kalbinde küfür olmaksızın, münâfıkların hasletlerinden birisini işlemektir. Amelî nifakın, bazı rivâyetlerde; “yalan söylemek, sözünde durmamak ve emânete hıyânet etmek” gibi alâmetlerden bahsedilmiştir.[5]
Bu alâmetlerin dinî emirlerin yapılmasında gevşeklik yapan mü’minler için kullanılması, her nifakın küfür anlamı taşımadığını gösterir. Böyle bir nifak, kişiyi dinden çıkarmaz, ancak kişiyi iman konusunda büyük bir tehlikeli ile karşı karşıya getirebilir; “Bunlar münafıklara yakışan işlerdir.” gibi bir anlamı vardır.
Öte yandan, kalbinde küfrü bulunan kimsenin, kâfir veya münâfık olması, âhirette değişik bir durum ortaya çıkarmayacaktır. Farklılık ancak dünyadaki hükümlerde olacaktır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Yüce Allah’tan getirdiği ilâhî hükümleri diliyle ikrar eden kimse lügat ve örf yönünden mü’min adını alır. Böyle bir kimseye, “Sen mü’min değilsin.” denilemez. O kimsenin diliyle söylediği şeylerin zâhirine bakılarak imanla ilgili hükümler kendilerine uygulanır. Bu bakış tarzı Sünnî İslâm yorumuna göredir.
İslâm itikat mezhepleri arasında asıl tartışma, dünyada münâfıklara uygulanacak hükmün ne olacağı konusundadır. Münâfık, dünyada mü’min gibi mi yoksa kâfir gibi mi muâmele görecektir? Burada, “Biz zâhire göre hüküm veririz.” kâidesi geçerlidir. Münâfıklara dünyada zâhire göre hüküm verileceği için münâfık dünya hükümlerinde Müslüman gibi muâmele görecektir.
Kelime-i şehâdeti dille söylemek, imana bir kılavuzluktur. Böylelerinin beyanı, ifadelerinin içeriğine bağlı olarak zâhirî hükümleri geçerli kılar. Çünkü biz, işin iç yüzünü bilme imkânına sahip değiliz. Bu duruma göre kalbiyle tasdik etmediği halde diliyle ikrar eden, hareket ve tavırlarıyla da Müslüman olduğunu yansıtan münâfık, bir Müslüman gibi mîras alır, mîrasçı olur, Müslüman bir kadınla evlenebilir ve öldüğünde Müslümanların kabristanına defnedilir. Fakat böyle bir kişi âhirette kâfirler gibi muâmele görecektir.
Görüldüğü gibi, imanın ve nifakın yeri kalptir. Söz ve davranışlar, kalpteki aslın delilidir, tercümanıdır. Kalpte gizli olan şey, insanlarca bilinemediğinden, dünyada söz ve davranışlara göre hüküm vermek gerekecektir.
Sonuç olarak, “nifak” mânevî bir hastalıktır. İslâm’ın ilk yıllarının geçtiği Mekke’de değil, Medine ortamında ortaya çıkmıştır. Mekke’de putperestler egemen oldukları için münâfıklar, küfürlerini gizleme ihtiyacı duymamışlardır. Medine’de ise, Müslümanlar egemen olduğu için korkudan ya da dünyevî menfaatlerinden dolayı münâfıklar, küfürlerini gizleme ihtiyacı duymuşlardır. Onlardan Müslümanlar büyük zarar görmüşlerdir.
Gerçekten de nifak fiilinin fert ve toplum üzerinde olumsuz etkileri vardır. Bu açıdan nifakın ahlâkî açıdan itikâdî ya da amelî olması fark etmez. Bir defa itikâdî nifak insanı, dinden çıkarır. İnsan vicdanında derin sarsıntılar meydana getirir. Her ne kadar amelî nifak dinden çıkarmasa da ahlakî anlamda ikiyüzlü hareket etmek, insanda şahsiyet gelişimini olumsuz yönde etkiler.
Nifak eylemi, toplum fertleri arasında güvensizlik doğurduğu gibi, toplumsal bağların gevşemesine ve bir arada yaşama kültürünün yara almasına sebep olur. Dolayısıyla mü’minler hiç olmazsa ucuz çıkarlar için amelî nifaka tevessül etmemelidirler. (Yüce Allah korusun) amelî nifakların git gide itikâdî nifaka dönüşme riski/tehlikesi her zaman vardır.
Rabb’im bu ümmeti münâfıkların şerrinden korusun!..
[1] Vâhidî, Esbâb-ı Nüzûl, s. 26.
[2] 2/Bakara, 14.
[3] 2/Bakara, 8.
[4] Bkz. 4/Nisâ, 140, 145.
[5] Bkz. Müslim, Îmân, 24.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarŞanlı tarihimiz, sıradağları andıran nice ölümsüz kahramanla doludur. Destansı şahlanışlarıyla tarihimizi birbirinden eşsiz iftihar tablolarıyla bezeyen baş mimarlardan biri de aziz kahramanlarımızdır...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Şefâat, sözlükte; günahlarının affedilmesi ve isteğinin yerine getirilmesi için kendisinden bir şey istenen kişiye yardımcı olmaktır. Yine birisine iyi bir işte aracılık etmek ve kötü işlerden s...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Darende’de tasavvufî irşad hizmetlerini güzel bir biçimde yürüten Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, dergâh kültürünü canlı olarak yaşattığı hanesinde tasavvuf eğitimini gönüllere nakşederek dinî ve içtim...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Yaşadığımız dünya üzerinde bir ahengin olduğuna inanırız. Bu ahengin bir yaratıcı tarafından meydana getirildiğine inanırız. Müslümanlar olarak Allah'a inanır ve inandığımız dinin en önemli özelliğind...
Yazar: Erol AFŞİN