Adâlet Gününe Hazırlık
İnsan nihâyetinde kendisine takdir edilmiş olan ömrü bir şekilde tamamlayıp ebedî âleme intikal ediyor. Zira Allah bugüne kadar hiç kimseye dünyada ebedî yaşama imkânı vermedi. Bundan sonra da vermeyecek. Nitekim bir âyette Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hitâben şöyle buyurmaktadır:
“Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar?”[1] Dolayısıyla, herkes kendisine sunulan yaşamı öyle veya böyle tamamladıktan sonra Allah’ın huzuruna varacak. Allah’ın takdir etmiş olduğu ömür bir noktada sonlanacak. Her birimiz ölüm gerçeğiyle sonunda yüzleşecek. Dünyaya gelmek elimizde olmadığı gibi, gidişimiz de olmayacak. Dünyada kalmak için dirensek de fayda etmeyecek.
Hiç kimsenin yakasında tam olarak ne zaman vefât edeceği yazılı değil ki, arada bir ne kadar ömrü kaldığına baksın da kendisini düzeltsin. Ölüm, bazen yakında geleceğini haber verircesine amansız bir hastalıktan sonra insanı yakalar. Bazen de birden dünyadan koparıverir. Bir bakmışsınız ki, çok kısa bir süre önce beraber olduğunuz ve çok sağlam gördüğünüz arkadaşınızın vefât haberini almışsınız. Sözün özü, insan ölümle her an yüz yüze. Veysel Karanî insanın bu duruma tedârikli olmasını ve âhiret sermayesini hazırlamasını tavsiye ederken, “Ölümü yattığında yastığının altında, kalktığında da karşında bil.” demiştir.
Mâkul düşünen bir insana, “Geçici olan bu dünya hayatını mı yoksa ebedî âhiret yurdunu mu tercih edersin?” diye sorulacak olsa, tercihini mutlak surette âhiretten yana kullanır. Bu sefer de, “Mâdem doğru düşünerek tercihini âhiretten yana kullanıyorsun, o zaman orası için hazırlık yapman gerekir.” denir. Zaten Allah ve Rasûl’ünün bizlerden istediği de budur yani âhiret sermayemizi olabildiğince artırmak. Bu sebeple, nasıl ki yolculuğa çıkan insan hazırlık yapıp valizine ihtiyacı olan eşyaları koyar ve gittiği yerde sıkıntı çekmemek isterse, ebedî âhiret yolculuğuna çıkan insan da öteki âlemde ihtiyacı olan şeyleri yanına almak durumundadır.
Kulun hazırlığını yapmış kabul edilmesi iki görevi yerine getirmesine bağlıdır. Bunlara dikkat edilmediğinde, dünyada hayırlı bir ömür sürerek Allah’ın huzuruna vardığından söz edilemez. Ayrıca bu iki husus birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Birini tam yapıp diğerini ihmal eden kulluk görevini hakkıyla ifa etmiş olmaz.
İnsanın birinci sorumluluğu, kendisini yaratıp dünyaya getiren ve bir imtihana tâbi tutan yaratıcısına karşıdır. Gerek Kur’an ve gerekse hadisler insanın dünyada niçin var olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Öncelikli istenen, Allah’ı Rab olarak kabul etmesi, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e O’nun elçisi olarak iman etmesidir. Bunun ardından ibâdetler gelir. Namazları aksatmadan kılmak, oruç tutmak, imkân varsa hacca gitmek, zekât vermek gibi bazı ibâdetleri yerine getirmekle yükümlüdür.
Dolayısıyla Allah katında iyi bir insan olabilmek için bu sorumlulukların yerine getirilmesi şarttır. Bizleri yaratan, yerine getirilmesi gereken ödevler olarak bunları bizlerden istemektedir. Allah’ın mes’ul tuttuğu bu sorumlulukları yerine getirmeyen kimsenin Allah katında iyi bir insan olarak kabul edilmesi mümkün olamaz. Allah ondan namaz kılmasını isterken, zekâtını vermesini emrederken, o bunları çeşitli bahânelerle yerine getirmez, ondan sonra da Allah’ın kendisini iyi bir kul olarak kabul etmesini ve cennetine koymasını beklerse, bu anlamsız bir beklenti olur.
Bizler sorumluluk yüklediğimiz insanlar görevlerini hakkıyla yapmadığında, ihmal ettiğinde veya istemeyerek yerine getirdiğinde nasıl rahatsız oluyor ve onları ödüllendirmiyorsak, rabbimizden de farklı bir muâmele beklemememiz gerekir. Bizim en büyük yanılgımız, Allah’ın sonsuz merhametini yanlış yorumlamamızdır.
Allahu Teâlâ elbette merhametlidir, ancak bu, hak edenleredir, merhamet edilmek için çabalayanlar içindir. Hem Allah’ın buyruklarını hayatınıza hâkim kılmayacaksınız ve onu olabildiğince yaşamınızdan dışlayacaksınız, hem de O’ndan âhirette iyi muâmele etmesini bekleyeceksiniz! Bu hayal bile edilemeyecek bir şeydir. Oysa Allah, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in buyurduğu gibi, bizim O’na bir karış yaklaşmamızı beklemektedir. Biz bir karış yaklaşırsak, o bir kulaç yaklaşacaktır.[2] Yeter ki bir çaba içerisinde olalım.
İnsanın doğrudan Allah’a karşı olan sorumluluğu yanında bir mes’uliyeti daha vardır. O da çevresindekilere karşı olan görevleridir. Buna başta ailesi olmak üzere akrabâsı, arkadaş çevresi ve yapıp ettiklerinden etkilenen herkes girer. Daha özet bir ifadeyle söyleyecek olursak, kulluğun ikinci şartı kulları memnun edebilmektir.
İnsan bir aile reisi olarak, imkânlar ölçüsünce ailesini geçindirmek için elinden gelen çabayı sarf etmiyor, çocuklarına ve eşine karşı şefkat göstermiyor, dışarıda başkalarıyla olmayı ailesine tercih ediyor, yuvasına sevgiden çok korku salıyorsa; bu insanın ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirdiğinden söz edilemez. Kezâ çocuklarla ilgilenmek ve evin içindeki bütün yükü sırtlanmak durumunda olan eş, haline şükretmiyor, hayat arkadaşının imkânlarını göz önünde bulundurmadan onu maddî sıkıntılar içine sokuyor ve evde huzursuzluk çıkarıyorsa, o da sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmiyor demektir.
Mü’minin sorumlulukları elbette sadece ailesiyle sınırlı değil. Apartmandan çıktığında komşuları “İyi ki böyle bir insanla komşuluk yapıyoruz.” demiyorsa, iş yerindekiler onunla bir arada çalışmaktan haz almıyorsa, karşısındakinin kalbini kırıyorsa, ağzından ne tür ifadeler döküldüğüne dikkat etmiyorsa, çevresine karşı sorumluluğunda za’fiyet var demektir.
Hâlbuki önemli olan, cenâze namazımızı kılmaya gelen insanlar, imam “Nasıl bilirdiniz?” diye sorduğunda, kalpleri ile dilleri tam bir uyum içerisinde “İyi bilirdik!” diyebilmeleridir. Vefâtımızın, insanların bizden kurtuluşu olmamasıdır. Dikkat edilirse, gerek Kur’an ve gerekse Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ibâdetler kadar üzerinde önemle durduğu husus, insanlar arası ilişkilerdir. İnsanın dürüst olmasını, yalan konuşmamasını, kalp kırmamasını, kusur araştırmamasını, güzel kelam etmesini, laf taşımamasını, kendisine çeki düzen vermesini isterler.
Demek oluyor ki, Allah katında iyi bir kul olabilmek görevlerin sadece bir kısmını yerine getirmekle gerçekleşmiyor. Bakınız, Allah kitabında hem namaz kılmayı hem de gıybet etmemeyi emrediyor. Biz şimdi namaz ibâdetine önem verirken Allah’ın diğer emrini ihmal edemeyiz. Sonuçta her ikisi de aynı kitap içerisinde yer almaktadır. İkisi de Allah’ın emri olmaları noktasında farklı değiller.
Dolayısıyla, ibâdetler üzerine titreyen bir insan, büyük bir kulluk örneği sergilemekte ve sevâba hak kazanmaktadır, ancak kulluğun sadece bir boyutunu îfâ etmektedir. Eğer kendisi dışındakilerle olan ilişkilerini de güzel bir çizgide götürebilir ve çevresindekiler onun ahlâkından hoşnut olurlarsa, o gerçekten de Allah’ın râzı olduğu bir ömür sürüyor demektir.
Kur’an geçmiş peygamberleri örnek olarak sunar. Hz. Muhammed (s.a.v.)’imizin de bizler için en güzel örnek olduğunu belirtir. Bir kimsenin örnek olması demek, diğer insanların onun yaptıklarını yapabileceği ve yapmaları gerektiği anlamına gelir. Zaten yapamayacak olsaydılar, örnek alınması istenmezdi. Bu durumda Hz. Peygamber (s.a.v.)’i yücelten değerlerin neler olduğuna dikkat etmek gerekiyor.
Bu değerler, yazımızda ele aldığımız iki hususta toplanmaktadır: Allah’a hâlisâne, gönülden kopup gelen bir içtenlikle ibâdet etmek, buyruklarını yerine getirmek. İkincisi de insanlarla güzel bir geçim sürmek. Hiç şüphe yok ki, Allah Rasûlü bu açılardan bizler için mükemmel örnekti. Rabb’ine kulluk etmekten tarifi imkânsız haz alıyor, çevresindekilerle içten dostluk kuruyordu. O civarındaki herkes için gerçek bir dost, görmeden durulamayacak bir arkadaştı. Onu kaybeden sahâbîlerinin tarifi imkânsız bir elem içine düşmelerinin sebeplerinden biri de mükemmel arkadaşlarını kaybetmeleriydi.
Kendimize, “Allah Rasûlü’nü niye bu kadar çok seviyoruz?” diye bir soralım. Cevap olarak, Allah’a kulluğunu, ashâbıyla güzel dostluğunu, ailesine şefkatini, etrafındaki her bir şeye verdiği değeri ve daha nice güzel hasletleri sayarız. Esasında nasıl olmamız gerektiğinin özeti de budur: İbâdetlerle süslü, insanlarla iyi ilişkiler üzerine kurulu ahlâkî bir yaşam. Sonuçta her şeyin mîzanda tartılacağı Allah’ın adâlet gününü unutmayanlara selam olsun.
[1] 2/Bakara 34.
[2] Buhârî, 6856.
Enbiya YILDIRIM
YazarMüslüman için ibâdet kavramı hayatın bütün alanını kuşatır. İbâdet sadece namaz kılmak, oruç tutmak veya hacca gitmek değildir. Yoldan karşıya geçmekte zorlanan yaşlıya yardım etmek, otobüste engelli,...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Tasavvuf kitaplarında dünyanın önemsizliği, âhiretin önceliği öne çıkarılır. Bu meyanda, dünyaya önem vermeyen zühd âleminin büyüklerinin sözlerinden ve münzevî hayatlarından örnekler verilerek dünyad...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Devletin mülküdür temeli harcıHuzur icre kılar yurdu Adalet Merhamet kalesi vicdandır burcuYürütür koyunla kurdu AdaletÖmerül Faruk’ta inkişaf ettiMazlumun carına car olup yettiFatih sultan...
Şair: Ramazan PAMUK
Aziz Mahmud Hüdayi kimdir?Celvetiye Tarikatı’nın piri olarak bilinen Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri yaklaşık olarak 1541 tarihinde Şereflikoçhisar’da doğmuştur. Babası Fadlullah bin Mahmud’tur. Asıl ad...
Yazar: Aydın BAŞAR