Osmanlı Tarihinden Günümüze Emsalsiz Adalet Örnekleri
“Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu!”(M. Akif Ersoy)
Adalet her şeyin yerli yerinde (olması gereken yerde) olmasıdır.
Türkçeye Arapçadan geçen, hepimiz için ekmek ve su kadar elzem olan adaletin lügatlerdeki anlamı "Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması; hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme; herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluk" şeklindedir.
İslâm düşüncesinin köşe taşlarından biri olan Mevlâna Hazretleri adaleti "her şeyin yerli yerinde olması" şeklinde izah ederek bu konuda şunları söylemiştir: "“Adalet demek, her şeyi yerli yerine koymak demektir. Ayakkabı ayağındır. Külah da başa aittir. Adalet atın kapıda durması, sultanın da baş köşede oturmasıdır. Adalet nedir? Ağaçlara su vermektir. Zulüm nedir? Dikene su vermektir. Adalet, bir nimeti yerine koymaktır. Her su emen kökü sulamak değildir. Yani hakkı hak sahibine vermektir. Bir şeyi lâyık olmayana vermek ise zulümdür.”
Dünyanın en zor, zor olduğu kadar da en asil vasfıdır adil olmak. Belki bedel ister ama bir o kadar da şeref kazandırır insana. Adaletin olmadığı yerde ahlâk ve onur aramak beyhudedir. Bizler "Bir saat adaletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten daha hayırlıdır." diyen bir peygamberin şerefli ümmetiyiz. Gerçek adalet olsaydı silahlara ihtiyaç kalmazdı.
Toplumlar ancak adaletle soluklanır. Adaletsizlik insanlığı izzetsizlik komasına sokan bir felâkettir. Bilerek veya bilmeyerek yapılan her adaletsizlik, ucu nereye varacağı belli olmayan kargaşalara gebedir. Devletin yerinde ve zamanında temin edemediği adaleti vatandaş kendisi sağlamaya çalışır. Bu da kaosun fitilini ateşlemekten farksızdır. Zira adalet vaktinde uygulanmadığında ve ahval içinden çıkılmaz bir noktaya geldiğinde asayiş sıkıntıları bir domino taşı gibi birbiri ardınca gelir. Bu da devletler için sonun başlangıcıdır.
Tanzimat Edebiyatı'nın “Vatan Şairi” olarak nitelendirilen güçlü isimlerinden Namık Kemal “Hürriyet Kasidesi” adlı meşhur şiirinde zamanın yöneticilerinden şikâyet eder. Bunu şu dizelerinde veciz bir biçimde dile getirir: “Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten/ Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten”(Çağın değer yargılarını doğruluktan ve samimiyetten sapmış görerek kendi arzumuz ve saygınlığımız ile devlet kapısından ayrıldık.)
Adaletin hakim olduğu yerde huzur ve insicam vardır.
İnsanlar, tabiatı gereği birlikte yaşamak zorundadır. Çünkü toplumsal bir varlıktır insan. Bir arada yaşayan insanlar ilişkilerinde çıkmaza girdiğinde adalet mekanizması devreye girer. Bu noktada son sözü adalet söyler. O meşhur tabirle "Şeriatın kestiği parmak acımaz."
Adaletin olduğu yerde huzur ve insicam vardır. Adalet çeşmesinin oluklarından hüzün değil sevinç gözyaşları damlamalıdır. Güçlünün adaleti değil adaletin gücü esas alınmalıdır.
Adalet nesneyi olması gerektiği yerde tutmaktır. Haklıya hakkını geciktirmeden vermektir adalet. Vaktiyle kaleme aldığım "Adalet Güzellemesi" adlı şiirimde adaletin güzelliklerini, adaletsizliğin doğuracağı vahim neticeleri şöyle dile getirmiştim:
"Mizanı berk tutar, hakikat söyler
Vicdandan gönüle akar adalet…
Eşittir gariple ağalar, beyler
Hak penceresinden bakar adalet
Hukuksuzluk kıştır; boran, tipidir
Adalet kurtuluş, Hakk’ın ipidir
Karanlığa doğan ışık gibidir
Gönül göğümüzde çakar adalet
Adalet ölmüşse kokmuştur zaman
Ümitvar gönülde tükenir güman?
Kaplar ruhumuzu zifiri duman
Sana pek yakışır vakar adalet
Eğriden uzaktır, gider düzüne
İzini iz eyler Hakk’ın izine
Parmağını sokar zulmün gözüne
Hakikat mumunu yakar adalet
Hakk’ın dostlarından bize yadigâr
Adiller yurdudur bu kutlu diyar
Zulmün yarasına dermansın ey yâr!
Nefret duvarını yıkar adalet
Huzuru getirir; şehrime, dağa
Hakikat türküsü söyletir çağa
Aynı sofradan yer maraba, ağa
Uçurumdan düze çıkar adalet
Hukuku çiğneyen, cinnetimsin sen
Gül yüzlü adalet, cennetimsin sen
Hakk’a karşı şükrüm, minnetimsin sen!
Zulmün boğazını sıkar adalet
Seninle ruhuma inşirah iner
Mazlumların kızgın gözyaşı diner
Dünyaya Ömer’in kokusu siner
Yolsuzu yoluna sokar adalet
Sözler anlatamaz gül cemalini
Değişmem bir şeye dost kemâlini
Vasfedemez kalem vakur hâlini
Goncagül misali kokar adalet."
Devleti idare edenler, içimizden çıkan insanlardır. Biz nasılsak onlar da bizim gibidir. Zira onlar da bizim gibi bu toplumda yetişti. Onlardaki kusurlar, bizim kusurlarımıza çok benzer. İdareciler ailelerinden, okuldan ve toplumdan öğrendikleriyle şahsiyetlerini şekillendirmişlerdir. Onların karakterindeki güzellikler de, çirkinlikler de bu toplumu meydana getiren fertlerin birikimlerinin yansımalarıdır. Onlar aynadan yansıyan suretlerdir.
Unutulmamalıdır ki toplum ve onu meydana getiren fertler iyi olursa idareciler de iyi olur. Yönetim kademelerindeki kötüler, iyilerden daha fazlaysa bu durum o toplumun çürümüşlüğünü de gösterir. Demek ki o toplumda kötü davranışlar zaman içinde görmezlikten gelinmiş, bu vurdumduymaz tavır ve davranışlar zamanla yönetim mekanizmasına sirayet etmiştir. Bu durumda öncelikle kendimizi suçlamamız, düzeltmeye de kendimizden başlamamız gerekir. Zira herkes evinin kapısını süpürürse sokaklar tertemiz olmaz mı?
Osmanlı Devleti adalet temeli üzerine kurulu olduğu için çok uzun yaşadı.
Bir zamanlar dünya nizamını hakkıyla ve lâyıkıyla tanzim eden Osmanlı Devleti adalet üzerine inşa edilmiş bir temel yapıya sahipti. Bu devleti yönetenler yüce kitabımız Kur'an'dan ve hadislerden, canlı örnek olarak Hz. Muhammed(sav)'den aldıkları ilhamla mutlak adaleti tesis etmek için olağanüstü gayretler göstermişlerdir. Çünkü başta padişahlar olmak üzere, Osmanlı yöneticileri İslâm'ın kurallarına uymak için çok titiz davranıyorlardı. İslâm halifesi Hz. Ömer'in o meşhur “Adalet mülkün temelidir.” sözünü kulaklarına küpe edinmişlerdi.
Osmanlı Devletinde temel unsur insandı. İnsan merkezli bir devletti Osmanlı. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye vasiyetinde dile getirdiği “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü, insan merkezli bir hayat ve yönetim anlayışının veciz ifadesidir. Osmanlı Devleti, insana bu açıdan baktığı için çok uzun ömürlü olmuştur. Bu cihan devleti Batılıların bin bir hileleri sonucunda parçalandığında bile saygınlığını kaybetmemişti. Hep hayırla yâd edilmişti.
Osmanlı padişahlarına baktığımızda, birkaç istisna dışında, hepsinin koltuğunun hakkını veren liyakatli, adaletli ve şerefli insanlar olduğunu görürüz. Osmanlı tarihi bunun şanlı örnekleriyle doludur. Bu noktada şu örnek olay mühimdir: Ünlü vezir İshak Paşa’nın ehil olmayan bir kişiyi önemli bir göreve atadığını tespit eden Fatih Sultan Mehmet Han, ona: “Paşa, bu hatayı ikinci kez işlersen sadece vezirliği değil, başını da alırım! Devlet-i Âl-i Osmanî ancak dürüst, liyakatli ve bilgili kişilerin omuzlarında yükselebilir.” demiştir. İstanbul’u fethederek Peygamberimizin övgüsüne mazhar olan Fatih’e de bu davranış yakışır.
Osmanlı hukuk sisteminde adalet fil ayağı hükmündeydi.
Dünyaya insan ve ihsan (iyilik) penceresinden bakan bir devlet olan Osmanlı Devleti'nde hukuk sistemi şer'î ve örfî olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Osmanlı’da şer'î hukuk, İslâm hukuku olarak da adlandırılmıştır. Bu hukukun temel esasları Allah (Kur'an) ve peygamberleri tarafından (sünnet) belirlenmiştir.
Bunun yanında bir de padişahların iradesiyle ortaya konulan ve yine temeli İslâm’a dayanan örfî hukuk (fermanlar, kanunnameler) kuralları vardır. İslâm hukuku (bir başka deyişle şeriat), İslâm dininin ortaya koymuş olduğu bir hukuk sistemidir. İslâm hukuku devletin temel yasası olarak kabul edilmiştir. İslâm hukukunun tanzim etmediği sahalarda ise daha çok örfî hukuk devreye sokulmuştur. Osmanlı'nın bu hukuk kaidelerini oturtmak ve tatbik etmek için gösterdiği çaba her takdirin üzerindedir.
Hak ve hakikat dostu, Osmanlı'nın manevî mimarı Şeyh Edebali'nin yukarıda da belirttiğimiz “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” beylik sözü Osmanlı adalet felsefesinin özünü teşkil etmiştir. Çünkü her şey insan için ve insana göredir. Osmanlı'nın hakim olduğu uzak ve yakın coğrafyalarda hep bu bakış açısının hakim olduğu görülmektedir.
İşte böyle de Osmanlı, yüksek adalet anlayışı sayesinde gereksiz yere kan akıtmadan üç kıtaya hakim olmuş, Hakk'ı ve hakikati gözetmiş, halkın refahını öncelemiş, fethettiği yerlere adalet ve huzur dağıtmıştır. Bu gerçek daha sonraki kaos dönemlerinde daha çok anlaşılmıştır.
Dünya tarihine damga vuran Osmanlı'da devlet yöneticilerinin (padişah, sadrazam, vezirler) ilk vazifesi (dinini, rengini, milliyetini düşünmeden) her kim için olursa olsun adaleti tesis etmek olmuştur. Çünkü adalet herkese lâzımdı. Bu minvalde Osmanlı'da kadılar siyasî erkten bağımsız olarak vazife görürlerdi.
Padişahlar bile kadıları hiçbir şekilde yönlendiremezdi. Kanunlar padişahların üzerindeydi ve onları da bağlardı.Yeri gelince padişahlar bile adaletin tecellisi için kendilerini mahkum sandalyesinde bulurdu. Bundan da şikâyet etmezlerdi. Kadı'nın hükmü olmadan hiç kimse cezalandırılamazdı.
Dünyayı yaşanılır kılan adalet sözle değil ancak tatbikatla ispat olunur. "Hukuk Devleti" bir iddiadır. Bunun ispatı hukukun üstünlüğünü esas almakla mümkündür. Osmanlı'da hemen her padişah adalete hizmet etmiştir. Özellikle yükselme dönemi padişahları (Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kanunî) hukukun üstünlüğünü bizzat hayatlarıyla ve icraatlarıyla yaşa(t)mışlardır. Sultan Süleyman’a "Kanunî" unvanının verilme nedeni, kanun yapmasının yanında, kanunlara hassasiyetle uymasından dolayıydı.
Birçok mühim hadiseyi ihtiva eden ve bize rol model olan kadim tarihimizde Osmanlı Devleti'nin adalet müessesesini ne kadar kıymetli saydığına (başka bir tabirle söylemek gerekirse baş tacı ettiğine) dair birçok canlı örnek mevcuttur. Bu kıymetli örnekler Osmanlı'nın niçin bu kadar uzun ve bereketli bir ömür sürdüğünün de açık delilleridir. Önümüzü aydınlatması bakımından bunlara birkaç somut örnek vermek istiyorum.
Osmanlı tarihinden bugünkü kirli dünyaya emsalsiz adalet örnekleri
"Vaktiyle bir seferden dönerken askerinin, ekinlerini çiğnediklerinden yakınan köylü kızgınlıkla durumu padişaha şikâyet etmişti. Padişah Kanunî Sultan Süleyman ise mütebessim bir yüz ifadesiyle köylüye; “Peki bizi kime şikâyet edersin?” diye lâtife edince; köylü, “Seni kanuna şikâyet ederiz, kanuna!” demişti. Padişah da bu cevaptan çok memnun olmuştu.
"Osmanlı hukukunda, vakıf malların kira bedelleri, her sene yeniden ayarlanırdı (ecr-i misil). Teklif edilen kirayı dükkân sahibi kabul etmezse, dükkânı boşaltırdı. Bahsedeceğim problem de işte bu konuda çıktı. Ayasofya Vakıfları’na ait dükkânların kira bedelleri vakıf tarafından bir miktar yükseltilmişti.
Kiracılar itiraz edip mütevelliler kanalıyla Kanunî Sultan Süleyman’a müracaat ettiler. Vakfın son derece zengin olduğunu, dükkânların mevcut gelirinin giderlere fazlasıyla yettiğini, kira bedellerinin artırılmasına gerek bulunmadığını, kendileri de Müslüman ve muhtaç oldukları için vakfın bir miktar parasının üzerlerine geçmesinde dinen mahzur olamayacağını öne sürdüler.
Kanunî, merhameti öfkesine galip bir padişahtı. İnsanların mağdur olmasına da hiç dayanamazdı. Mütevelli heyeti dinledikten sonra, kira bedellerinin bu senelik yükseltilmemesi için ferman verdi. Mütevelli heyet, padişah fermanını güle oynaya Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’ye götürdü.
Zira “gereğinin yapılması” kaydıyla fermanı kadılara gönderme görevi ona aitti. Ebussuud Efendi, fermanı okur okumaz itiraz etti: “Bunu tamim etmezem! Padişah fermanıyla kira tespiti yapılamaz. Zira padişahın emriyle nâmeşru (yanlış) olan şey meşru (doğru) olmaz; haram olan nesne, ferman ile helâl olmak yoktur. Bu hususlarda emr-i şer’-i şerif (dinin emri) budur. Şer’i hükümlere vâkıf iken onları ketmetmek, Kur’an’daki bir âyetin tehdidine maruz kalmaktır.” Durum padişaha arz edildiğinde koca Kanunî boynunu büktü: “Şeyh’in sözü haktır!” dedi, fermanını geri çekti." (1)
"Meşhur akıncı ailelerinden Turhanoğulları'ndan Faik Bey, devlete yaptığı hizmetler sadrazam tarafından takdir edilerek Rumeli Beylerbeyi yapılmıştı. Ancak beylerbeyliği esnasında Sofya'da geçen altı ayı adaletten uzaktı. Birkaç kişiyi mahkeme yapmadan astıktan sonra Sofya Kadısı Sencarî Muizüddin Mehmed Efendi'den idamlarla ilgili bir mahkeme hükmü vermesini ısrarla isteyip, kadıya baskı yaptı.
Kadı bu baskı üzerine yola çıkarak, İstanbul' a geldi. Divân-ı Hümayun'da olup bitenleri anlatıp, beylerbeyinin yaptığı zulümleri yazılı olarak sundu. Kadı'nın bu ifadesi üzerine Mirahur Osman Paşa, Rumeli Beylerbeyliği'ne tayin edilip, Faik Paşa azledildi. Sofya Kadısı da vazifesinden istifa etti. Kapıcıbaşı Şehbaz Ağa kapıcılar ile varıp Faik Paşa'yı yakalayarak, İstanbul'a getirdiler.
Faik Paşa, zengin olmasına rağmen, elindekilerle kanaat etmeyip halka zulmetmişti. Tarihçiler bu yüzden ecdadının şerefini yok ettiğini söylerler. Daha önce yine zulüm suçu yüzünden değnek cezasına çarptırılmıştı. Beylerbeyi olduktan sonra, kibri iyice artmış ve yaşı yetmişe varıp, aksakallı bir ihtiyar olmasına rağmen dinî emirlere kulak asmayıp, halka zulüm ve âlimlere eziyet etmeye devam etmişti.
Dönemin padişahı Sultan İbrahim, beylerbeyi İstanbul'a getirilince 1644 yılının başlarında Topkapı Sarayı'nda Yalı Köşkü'ne inip Faik Paşa'yı Sofya kadısıyla yüzleştirip, ne olup bittiğini anladı. Faik Paşa, kadı'nın zulüm ettiğini söyleyip, kendi yaptıklarını inkâr etti. Veziriazam beylerbeyini kurtarmak istedi, ancak Silahdar Paşa ile Cinci Hoca beylerbeyinin aleyhine çalıştılar.
Faik Paşa, kendisinden önceki Beylerbeyi Dilaver Paşa'nın şahitliğine başvurulmasını istedi. Dilaver Paşa, kadı'nın şeriata bağlı biri olduğunu, beylerbeyinin kadıya eziyet edip, halka zulmettiğini söyledi. Şeyhülislâm Yahya Efendi'ye durum danışıldı. Şeyhülislâm 'Bunun katli vacip olalı otuz yıldır.' diye cevap verince padişahın emriyle Faik Paşa bostancıbaşı tarafından boğduruldu."(2)
"Vaktiyle Fatih Sultan Mehmed Han; vazifesini, emrinin hilâfına yapan bir Hıristiyan mimarın kolunu kestirmişti. Fatih’e göre mimar, caminin kubbesini yükseltecek fil ayaklarını kestirip kısaltarak büyük bir hıyanette bulunmuştu. Buna ceza vermek istemişti.
Eli kesilen Hıristiyan mimar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fatih’i dava etti. Fatih, murâfaa (duruşma) günü milletin herhangi bir ferdi gibi âlâyişsiz bir surette mahkemeye gitti. Maznun sandalyesine oturdu. Hızır Bey yerini aldı ve muhakeme başladı. Mahkemelerde hâkim, adalet tevzî ettiği için oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifade verirdi. Hızır Bey, Fatih’i otururken görünce, Ona “Suç murâfaası üzeresin, ayağa kalk!” diye ihtar etti.
Bu ikaz üzerine Fatih, ifade için ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey, muhakeme neticesinde Fatih’i suçlu, Hıristiyan mimarı mazlum buldu. Kısas ayetini okudu ve Fatih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi. İmparatorlukları dize getiren, çağ açıp çağ kapayan cihan padişahı Fatih, kararı sükûnet ve tevekkülle karşılayarak “Hüküm şer'î şerîfindir!” dedi.
Hıristiyan mimar, bu ulvî adalet sahnesinden fevkalâde duygulanarak gözyaşları içinde “Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!” deyiverdi. Mesele bu suretle tatlıya bağlandıktan sonra Fatih, nükteli olarak Hızır Bey’e 'Benden değil de Allah’tan korktuğun için seni tebrik ederim!' dedi. Ayrıca Fatih, şahsî malından Hıristiyan mimara bir ev bağışladı. Bunun üzerine Hıristiyan mimar “Dünyada böyle bir adaletin eşi yoktur. Ben artık bu andan itibaren Müslüman'ım!” diyerek kelime-i şahâdet getirdi."(3)
Ömer Hayyam'ın deyimiyle "Adalet kâinatın ruhudur"
Adalet, dünyayı ayakta tutan devasa bir fil ayağıdır. O ayak ne kadar güçlü olursa ve yere sağlam basarsa dünya ve içindekilerin bugünü ve yarını o derece emin olur. Mülkün temeli olan adalet, zulüm kılıcına karşı sağlam bir kalkandır. Adil olmayan dünya ruhsuzdur.
Maazallah bir gün sanık sandalyesine oturduğumuzda hukuk ve onun en tatlı meyvesi olan adalet hepimize lâzım olacaktır. O konuma düşmeden adil olmayı öğrenmeliyiz.
Altı asır boyunca üç kıtaya hükmeden ve "devlet-i ebed müddet" olarak telâkki edilen Osmanlı Devleti'ni ayakta tutan en önemli amil her şartta adalete sadık kalışıydı. Bu köklü devletin çöküşünün yegâne sebebi de peyderpey adaletten uzaklaşması olmuştur. Demek ki adalet, devletin temel direğidir. Bu direk zayıflayınca üzerindekiler de çökmeye mahkumdur.
Dipnotlar:
1) https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yavuz-bahadiroglu/namesru-nesneye-emr-i-sultani-olmaz-23375.html
2) https://www.sabah.com.tr/yazarlar/erhan-afyoncu/2018/01/14/osmanlida-sistemin-temeli-adalet
3) https://www.islamveihsan.com/osmanlida-adalet-anlayisina-guzel-bir-ornek.html
M.Nihat MALKOÇ
YazarAziz Mahmud Hüdayi kimdir?Celvetiye Tarikatı’nın piri olarak bilinen Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri yaklaşık olarak 1541 tarihinde Şereflikoçhisar’da doğmuştur. Babası Fadlullah bin Mahmud’tur. Asıl ad...
Yazar: Aydın BAŞAR
Millet olmak kolay bir şey değildir. Bu belli bir birikimi ve tarihî süreci gerektirir. Devlet olabilirsiniz ama millet ol(a)mayabilirsiniz. Dünyada toplama devletlerin yanında, millet devletler de va...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Türkiye ile Azerbaycan'ı Özetleyen Güzel Bir Söz: "Bir Millet İki Devlet.”Zamanın Rusya Devlet Başkanı Mihail Sergeyeviç Gorbaçov'un SSCB'de gerçekleştirdiği glasnost ve perestroyka politikalarıyla ek...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Ateşle Barutun Bir Arada Yaşamaya Mecbur Kılındığı Coğrafya: KafkasyaKafkasya, Taman Yarımadası'ndan başlayıp Apşeron Burnu'na kadar uzanan Kafkas Dağları'nın kuzey ve güneyindeki bölgedir. Karadeniz-...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ