Prof. Dr. Ramazan Altıntaş’la İlim ve İslâm Üzerine Bir Konuşma
Hocam, İslâm tefekkürüne göre, ilim ve bilim arasında bir farklılık var mıdır?
İyi ki böyle bir soru sordunuz. Çoğu insan ilim ve bilim kavramlarını aynı şey zannediyor ve birbirine karıştırıyor. Arapçada “ilim, âlem, alem, alâmet” hepsi aynı kökten türemiştir. İslâm tasavvurunda âlem, hem fizik ve hem de metafizik varlık alanını birlikte bütünleyici bir anlamlar dünyasına sahiptir.
Bu anlamda “âlimü’l-gayb/duyuötesini bilen” alan ve “âlimü’ş-şehâde/beş duyu organı ile idrak edilen alanı bilen”, İslâm’ın varlık alanını ifade eder. İşte beş duyu organı ile idrak ettiğimiz bu varlık alanı, alîm olan Yaratan’ın varlığının belirtisidir. İlim de, varlıktan hareketle Varediciyi bilme aracıdır. İslâm kelâmında buna “âlemden Allah’a” gidiş denilir.
İslâm düşüncesinde ilim, sadece varlığın görünen, dokunulan nesneleri değil, bu nesnelerden hareketle görülmeyen, metafizik alanı keşfetme çabasını da içerir. Bu yönüyle ilim, bilim kavramını da içerir, ama bir yönüyle de bilim sözcüğünden ayrılır. Bilim, seküler bir kavram olup, sadece fenomen varlık alanıyla ilgilenir. Metafizik, onun kapsam alanının dışındadır. Olgular ve duyu-ötesi alanın bilgisine sahip olan insanlar, hayatı bir bütün olarak algılarlar. Din-dünya ayrımı yapmazlar. Bu anlayış, kendilerine ahlâkî bir sorumluluk da yükler.
Hocam, İslâm’da âyet denilince tenzilî âyetler ve tekvinî âyetler aklımıza gelmektedir. Bu açıdan baktığımızda İslâm’da, dinî ilimler ve dünyevî ya da pozitif ilimler şeklinde bir ayrım yapılmakta mıdır?
Kur’an sisteminde geçen “âyet” sözcüğü, “işaret/gösterge” mânâsına gelir. Bu mânâda âyetler tekvînî ve teşrîî/tenzilî âyetler olmak üzere iki kısma ayrılır. Tekvînî âyetler dediğimiz âyetlerin kapsam alanına yaratılmış gözle görülen, elle tutulan ve maddî olarak hissedilen bütün varlıklar girer.
Başta insan olmak üzere, dağlar, taşlar, bitkiler, kuşlar, hayvanlar, gök cisimleri, hava, su, toprak, ateş ve bu varlıklarla ilgilenen anatomi, biyoloji, zooloji, psikoloji, sosyoloji, botanik, fizik, kimya, genetik, tıp, uzay bilimleri gibi bütün pozitif bilim dalları akla gelir.
Her biri bir âyet olan bu ilim dalları Allah’ın varlığının göstergeleridir. Teşrîî/tenzîlî âyetler ise, bizzat tilâvet edilen Kur’an âyetleridir. Tenzîlî âyetlerde, kevnî âyetlere işaret edilmiştir. Ancak bu âyetlerden sonuç çıkarmak insana bırakılmıştır. Bu anlamda tekvînî âyetlerle teşrîî âyetler arasında bir çelişki yoktur, aksine birbirini ikmal ve itmam etmek vardır.
Bildiğiniz gibi Değerli Hocam, İslâm medeniyetinin hicrî 5. ve 6./miladi 9. ve 10. çağları ilmî keşifler çağı olarak adlandırılır. İslâm âlimleri, hem dinî ilimler ve hem de pozitif ilimler alanında müthiş buluşlar gerçekleştirilmiştir. Orta çağda Batı karanlıklar içerisinde yaşarken Müslüman dünya aydınlık ve altın çağını yaşamış. Bu nasıl olmuş, biraz üzerinde durur musunuz?
Hz. Peygamber (s.a.v.) Dönemi’nde temelleri atılan ilk İslâm eğitim kurumu olan “Suffe”, İslâm tarihinde, ilk örgün eğitim kurumları olan medreselerin inşasında model oluşturmuştur. Özellikle Emevîler ve Abbâsîler Döneminde eğitim kurumları çeşitlendirilmiş, eğitim müfredatları daha çok geliştirilmiştir.
İslâm’ın görkemli şehirleri arasında yer alan Basra, Bağdat, Kûfe, Şam, Kudüs, İskenderiye, Kahire, Tunus, Kurtuba, Gırnata, İşbiliye’de açılan medreseler ünlüdür. Bunlara ek olarak eğitim-öğretim faaliyetleri, bazı ilim adamlarının evleri, kitapçı dükkânları ve kütüphanelerde de sürdürülmüştür.
İslâm eğitim tarihinde ilk düzenli eğitim ve araştırma kurumu Abbâsî Halîfesi Me’mun döneminde Bağdat’ta açtığı Beytü’l-Hikme’dir. Burası bir üniversite olup, Müslümanların yanı sıra, Hıristiyanlar, Yahudiler, Süryânîler ve Sâbiîler de çalışmaktaydı.
On birinci yüzyılda Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan zamanında vezir Nizamülmülk’ün girişimleri ile ilki Bağdat’ta açılan Nizâmiye Medresesi olmak üzere, kısa zaman sonra bu medresenin Nişabur, Tus, Belh, İsfehan, Rey, Herat, Basra, Merv, Musul, Amul ve Cizre şehirlerinde şubeleri açılmıştır. Bu eğitim kurumlarında tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi dinî ilimlerle birlikte tıp, astronomi, matematik, felsefe, coğrafya ve tarih gibi ilimler de okutulmuştur.
Görüldüğü gibi hem dinî ve hem de pozitif ilimler birlikte okutulmuştur. Tarihî süreçte Anadolu Selçukluları, Beylikler ve Osmanlı Devleti zamanında medrese sistemi hem güçlenmiş ve hem de programlarını daha zengin hâle getirmiştir. Medreselerdeki çeşitliliğe, ihtisas medreseleri de eklenmiştir. Dâru’ş-şifâ, dâru’t-tıp, dâru’l-hadis, dâru’l-kurrâ, dâru’l-iftâ denilen medreseler bunlara örnek olarak verilebilir. Ayrıca birçok medreseye bağlı olarak kurulan kütüphâne, rasathâne ve hastaneler de meşhurdur.
Dinî ve müsbet ilimlerde öncü olan birçok bilgin bu medreselerde yetişmiştir. Bunlar arasında Ebu İshak Şîrâzî, Cüveynî, Gazzâlî, Ebû Hanîfe, Kazvînî, Fîrûzâbâdî, Matürîdî, Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Ali Kuşçu, Molla Câmî, Dâvûd-ı Kayserî, Molla Fenârî, Cürcânî, Taftazânî ve daha niceleri vardır.
Bu din âlimleriyle birlikte pozitif ilim dallarında da buluşlar gerçekleştirmiş nice ilim insanları yetişmiştir. Kimya, tıp, astronomi, matematik, mekanik ve felsefe alanlarında önemli ilmî çalışmalar yapanlar olmuştur. Bazı örnekler şöyledir: Cebir ilminin kurucusu, Câbir b. Hayyân; gökbilim alanında önemli çalışmalar yapan Hârizmî; felsefe, tıp, matematik, astronomi, optik, meteoroloji, kimya, mûsikî gibi alanlarda çok sayıda eser yazan İbn Sînâ, Kindî; kimya ve tıp alanında otorite olmuş Muhammed b. Zekeriyye er-Râzî; matematik, mantık, astronomi, fizik, tıp ve felsefe ilimleri alanlarında derinleşen İbn Heysem gibi kevnî âyetler alanında çalışan yine Fârâbî, Bîrûnî gibi çok sayıda İslâm bilgini vardır.
Elbette İslâm dünyasında ilim adamları bunlardan ibaret değildir. Onlar ilimleri dünyevî ve dinî diye ayırmamışlar, hepsini Allah’ın bir âyeti olarak görmüş ve ona göre teorik ve uygulamalı çalışmalar yapmışlardır.
Batı’nın bilim anlayışıyla, İslâm’ın ilim anlayışı arasında ciddî ayrımlar var, o halde, değil mi?
Ne yazık ki, XIX. yüzyıla geldiğimizde mantıkçı pozitivizmin elinde bilim, salt gözlem ve deney konusu olan şey olarak tanımlanmıştır. Bu tanıma göre, ilâhiyat bir bilim değil, hurâfedir(!). Halbuki bilim, verilerle hareket eder, doğrulayamadığını değil, yanlışlığını ortaya koyduğu şeyleri inkâr eder.
Bizde bilimcilik oynayanlar ise, yanlışlığını ortaya koyduğu şeyi değil, doğrulayamadıkları şeyleri reddetmişlerdir. Bilim, insan ürünü, yaratılmış olan, din ise, vahye dayalı yaratılmamış olandır. Bilim ve dinin ilgilendiği ortak nokta; “varlık”tır. Bilim varlığa “Nasıl?” sorusunu sormalıdır. Meselâ “Su nasıl meydana geldi?”, “Anne karnında ‘cenin’ nasıl oluştu?” “Isınan metaller nasıl genişler?” vb. gibi sorulara cevap arar, bilim.
Bilim, kendine bir sınır çizmelidir. Ama o, kendi sınırlarını önyargılarıyla aşmaktadır. Din ise varlığa, “Nasıl?”dan ziyade “Niçin?” varoldu sorusunu sorar. Varlığın başlangıç ve sonuyla ilgilenir. “Varoluştan amaç nedir?” sorusu dinin alanına girer. Çünkü hayatın bir anlamlar dünyası vardır. Meselâ “İnsan niçin yaratıldı?” “Bitikler, hayvanlar, su, ateş, toprak, güneş, ay, yıldızlar vs. niçin yaratıldı?” “Niçin, yaratılışta amaçlı bir düzen vardır?” İşte bu ve benzeri sorulara cevap vermek “din”in alanına girer. Eğer bilim ahlakı olsaydı, dine, dindarlara, dince kutsal kabul edilenlere ve dinî müesseselere olumsuz bakılmazdı.
Bugün bilimin gelip dayandığı nokta: İzâfîlik. Modern bilimde mutlak doğru yoktur, güncel doğru vardır. Her an, bilimsel sonuçlar değişebilir, çürütülebilir. Din, vahiy öyle midir? Aslâ!, Din ebedî hakîkat olarak devam edip gidecektir. Görüldüğü gibi konu doğrudan zihniyetle ilgilidir.
Batı bilim anlayışında insana sadece biyolojik bir varlık olarak bakıldı. Onun maddî ihtiyaçlarıyla ilgilenildi. Her şey, hayatı kolaylaştırmak, dünya hayatını maddî anlamda konformizmle tanımlamak üzere inşâ edildi. Hatta sokaklar, çarşılar, pazarlar, eğlence sektörü, giyim-kuşam, yeme-içme, her şey, insanın nefsânî ve behîmî arzularını kışkırtmak üzere kurgulandı.
Kentlerin yapısı, büyük alış-veriş merkezleri, sosyal hayatın görünen yüzü, reklâm, kadına bakış, kılık-kıyâfet, eğlence merkezleri, tüketim kültürü alanları vb. olgular, hep insanın maddî yönüne hitap eden bir pozisyon kazandı. İnsanın dünyası, salt yaşadığı; üretip-tükettiği fizikî alandan ibaret değildir.
İnsanın mânevî, metafizik bir dünyası da vardır. Nasıl ki, zeytinyağının zeytine, gülsuyunun güle sindiği gibi, rûhânîlik de bedensel formla iç içedir. İnsan, ruhullahtır. Asıl ona değer katan da bu yanıdır. Bu bağlamda metafizikle ilişkili olarak din, sanat ve estetik fenomenlerden insanı ayrı düşünmek çılgınlıktır.
İnsanı, salt bedensel bir forma indirgeyen anlayışlar, kendi hayatlarını baharlarında tüketmişlerdir. Eğer insanın ve hayatın bu âlemde bir mânâsı, anlamı yoksa yaşamanın ne anlamı vardır, sorusu onların aşına ve iç dünyalarına acı katmıştır. İnsan, kendisini anlam dünyasıyla var kılar. Varoluşsal anlamda güvende hisseder. Temeli, seküler bir zihniyete dayanan modern uygarlık, tek dişli bir canavara dönüşmüştür.
Bundan dolayı da bilimi, tekil bir dünyaya mahkûm etmiştir. Bu oltaya takılanlar, hayatı kendilerine zehir ettikleri gibi, çevresindeki insanları da, kamu gücünü eline geçirdiklerinden dolayı kendi insanını da, dahası bütün bir insanlığı da fesad, kargaşa ve bozgunculuğa sürüklemişlerdir. Çünkü küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.
O hâlde bizler tekrar hem dinî ilimler alanında ve hem de pozitif ilimler alanında yeniden tekrar ayağa nasıl kalkacağız?
Aslında İmam-Hatip Liseleri’ni açan irâde iyi bir başlangıç yapmıştır. Bu liselerde din-dünya ayrımı yapılmadan hem ulûm-ı dîniyye ve hem de ulûm-ı fenniyye okutulmaktadır. Öğrenciye verilmesi gereken fizik ve metafizik alanındaki bu bağı kurmaktır. Biz hâlâ bunu gerçekleştiremedik.
Nazif Yılmaz Hoca’nın Din Öğretimi Genel Müdürü olduğu yıllarda İmam-Hatip Liseleri’ni proje İmam-Hatip Liselerine dönüştürmüştür. Ben bu yeni yapılanmadan biraz ümitliyim. Ama yine de yeterli değil. Bugün yeni bir üniversite müfredâtı üzerinde çalışılmalıdır.
Kurulacak üniversitenin adı, Uluslararası İslâm Üniversitesi ya da Uluslararası İslâm, Bilim ve Teknoloji Üniversitesi de olabilir. Bu üniversite için fizik ve metafizik ilimleri birlikte sentezleyecek mükemmel bir müfredat programı hazırlanmalıdır. Beş yıllık süresi olan bu üniversitenin ilk iki yılı herkes için hazırlık dönemi olmalıdır.
Kim hangi fakülteye giderse gitsin bu iki yılı ortak olarak okumak zorunda olmalıdır. Bu iki yılda başta Arapça, Kur’an, Kur’an ve hadisin anlaşılması, tarihte İslâm Bilim Tarihi gibi dersler yoğun bir şekilde okutulmalıdır. Son üç yıl ise kim hangi fakülteye gidiyorsa gitmeli, din ve fen, fizik ve metafizik arasında bağlantı kurulan bir yöntem izlenmelidir. İşte böyle bir müfredatla buralarda yetişenler yeni ilmi keşiflere yelken açabilirler, diye düşünüyorum.
Teşekkürler Hocam.
Biz de çok teşekkür ederiz.
Konya’nın Kadınhanı ilçesinde doğdu. İlköğrenimini burada tamamladı. Hafızlığını Kadınhanı Kur’an Kursu’nda tamamladıktan sonra, 1981 yılında Konya İmam-Hatip Lisesi’ni; 1984 yılında ise Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ni bitirdi.
Çeşitli hocalardan Arapça ve İslâmi ilimler alanında özel dersler aldı. 1981–1995 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı ve Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde çeşitli görevlerde bulundu.
Yüksek Lisans’ını Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Nübüvvet Öncesi Câhiliye Toplumunun İtikadi Yapısı” adlı tez çalışması ile yaptı. (1990).
Doktora’sını, “Kur’an’da Hidâyet ve Dalâlet” adlı teziyle aynı üniversitede tamamladı.(1994).
1995 yılında Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı’na Yardımcı Doçent olarak atandı. 1998 yılında Doçent oldu. 2004 yılında Profesör oldu. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığı (2003- 2006) ve Temel İslâm Bilimleri Bölüm Başkanlığı (2004- 2005) ve Temel İslâm Bilimleri Bölümü Kelam Anabilim Dalı Başkanlığı gibi idari görevlerde bulundu.
17 Temmuz 2009 tarihinde Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geçti. ÖSYM’de Doçentlik Sınavı Komisyon Üyeliği yaptı. 26.05.2011- 05.10.2015 tarihlerinde DİB, Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliği yaptı. Halen Selçuk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Dekanı olan Prof. Dr. Ramazan Altıntaş, evli ve üç çocuk babasıdır. Fransızca ve Arapça bilmektedir.
Şerif Hamideddin TEKTAŞ
YazarÖZGEÇMİŞ İbrahim Yıldız 1967 yılında Konya’da dünyaya geldi. 3. kuşak olarak ailesinin devam ettirdiği baba mesleği olan ahşap işleriyle çocukluk yıllarında tanıştı. Geometrik ahşap parçalarıyl...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
İnsanlık kisvesi bürün sırtınaÂlim ol, zalimden, olma ha olmaİster rüzgâr essin, ister fırtınaBoşal benliğinden, dolma ha dolmaTevbe et Azrail gelmeden canaNamaz kıl dönerek kıbleden yanaKimse fayda e...
Şair: Ramazan PAMUK
Prof. Dr. Mahmut Kaplan ile Röportaj: “Edebiyatımızda Ölüm ve Kabir Kitabeleri” Ölüm, insanoğlunun hayat kadar önem taşıyan bir gerçeğidir. İnsanın kendisini güzel ve etkili bir biçimde ifadesi olan s...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
İslâm Dini İlimle Çelişmez, Aksine İlmi Daima Destekler.Türkçede “bilim” kelimesiyle de karşılanan “ilim” kavramı “evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve ge...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ