Hulûsi Efendi’nin İrşad ve Tebliğ Metodu
Tasavvuf ehli, Cenâb-ı Allah’ın emretmiş olduğu ilâhî kanunları insanlara uygun bir üslupla anlatmak ve güzellikleri benimsetmek amacıyla en iyi yöntemleri kullanmışlardır. İslâm’ın emrettiği ikna yolu sayesinde, gerektiği takdirde cihada katılmayı sağlamak için, halkın dinî duygularını canlı tutma yolunu benimsemişlerdir.
Özellikle hayatlarında Rasûlullah’ın bizzat yaşayarak uyguladığı metotları takip etmeye, sevenlerine aktarmaya önem vermişlerdir. İnsanlarla görüşmelerinde muhâtaplarına samîmî bir hava içerisinde değer vermeye, onlara şefkat ve merhametle nasîhatte bulunmaya, doğruyu ve gerçeği anlatmaya Kur’ânî tabirle “kavl-i leyyin” yöntemini özellikle kullanmışlardır.
Tâhâ Sûresi’nin 44. âyetinde meâlen, “Yine de ona söyleyeceklerinizi yumuşak bir üslûpla söyleyiniz, ola ki aklını başına toplar veya içine bir korku düşer.”[1] buyurulması özellikle dinin tebliği görevinde başarılı olabilmek için izlenecek metodun ve kullanılacak üslûbun ne kadar önemli olduğunu ortaya koyması açısından oldukça dikkat çekicidir.
Asıl itibariyle tasavvuf ehlinin müjdeleyici bir dil kullanmasının ve yumuşak bir üslupla uyarıcı sözleri ifade etmesinin özünde muhabbetullah, hilim ve hoşgörü prensibi bulunmaktadır. Zira tasavvufî anlayışta, “Onlar, Allah’ı kullarına sevdiren ve yeryüzünde devamlı hayır ve nasîhatte dolaşan kimseler…”[2] olarak gönüllere hizmet etmeye önem veren gönül tabipleridir.
Tasavvufî düşünce sistemine bakıldığında, insana değer veren onun için de ilâhî tecellînin merkezi olan ‘gönül’ merkezli bir yaklaşımı benimsedikleri görülür. Gönül kazanmayı, gönül yapmayı ‘Allah’ın kullarının gönlünü mesken tuttuğu’ anlayışla kıymetli görmüş, bu minval üzere davetlerini yürütürken şiiri de bir araç olarak kullandıklarını görürüz. Nitekim sûfîlerden Yûnus Emre:
Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugun namâz degül
Yitmiş iki millet dahı elin yüzin yumaz degül”[3]
dizeleriyle İslâm’ın asıl fethinin, gönüllerin (fütûhu'l-kulûb) fethi olduğu ve bu gönlü kurmanın önemi şiir diliyle vurgulanmaktadır. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’de,
Nefsine yan çıkıp da Kâbe’yi yıksan dahi
İncitme gönül yıkma ger uslu ger deli ol
buyurarak gönül kâbesini Beytullah olan kıblemiz Kâbe’den yeğ tuttuğunu şiirle ifade etmiştir.
İnsanların gönlünü kazanmayı asıl fetih gören tasavvuf ocakları; gönül yapmayı, insan yetiştirmeyi, gönül kırmamayı bütün işlerden önde tutmuşlardır. Gönül yapma ve gönül yıkmayı ilim ve amelle kıyaslayarak gönül yıkan insanın ilim ve amelden istifade edemeyeceğini belirten sûfîler, gönüllerde yer edebilmenin gerçek davet olduğunu belirtmektedir.
Hem fert hem de toplum planında çok mühim hizmetler ifa etmiş, genç-yaşlı, âlim-câhil, zengin-fakir, şehirli-köylü hemen her kesimden insanı bünyesinde eritip kaynaştıran tarikat ocakları, İslâm’a musallat olan unsurların gönüllerini fethederek İslâm’ı yaymada kılıç kullanmamakla kalmamış, kılıçlarıyla İslâm’a musallat olan unsurların gönüllerini fethederek İslâm’ı vurmak için kalkan kılıcı da Müslüman edebilmişlerdir. Meselâ Moğolların, o azgın İslâm düşmanlarının İslâm ile şeref bulmaları bile bu tarîkatlar sayesinde mümkün olabilmiştir.[4]
Hakk’a davet konusunda peygamberler ile velîler arasında irtibat kuran İbn Acîbe, velîleri peygamberler gibi Allah’ın elçileri olarak tanımlamıştır. Ona göre Allah, her ümmet içinde tevhîde çağıran bir rasûl gönderdiği gibi, her asırda da mârifetullaha çağıran ârif bir velî gönderir. Bu bakımdan velîlere tâbi olmak aynı zamanda peygambere tâbi olmak anlamına gelir.
İbn Acîbe bu düşünceden hareketle Hûd Sûresi 31. âyette kavminin kendisine yaptığı itiraza karşılık Hz. Nuh’un verdiği cevaptan, velîliğe dair esaslar çıkarmıştır. Buna göre velî olmak için kerâmet göstermek şart olmadığı gibi, velînin gaybı bilmesi de zarûrî değildir. Dinin haram kıldığı şeylerden uzak olmak velîlik için yeterlidir. Ayrıca velînin gayb âleminden verilen ilâhî vaatlere güveni tam olmalıdır. Onların kavimleri karşısındaki tavrı da Hz. Nuh gibi olmalıdır. [5]
Hulûsi Efendi Hazretleri’nin irşad ve tebliğ metodunda Hz. Nuh ve Hz. Dâvud meşrepli olarak hareket ettiğini ifade eden İrfan Gündüz Bey ziyâretçi özel defterine şu satırları yazmıştır:
“Bismillihirrahmanirrahim
Kalemi kelâmı, sözü ve özüyle İslâm’ın i’lâsında geçen bir ömrün meyvelerini gördüğümüz devlethâne-i Hulûsi Efendi’de; mürşidlerin nasıl öldükten sonra dipdiri yaşadığını, çevrelerinde birer minyatür şehir yığınla insan selini nasıl meydana getirdiklerini müşâhede ettik. Eserleri ve nesli bu muzdarip topluma diriliş nefhası veren bu tekkenin, daha nice hizmetlere vesile olmasını istirham eder, şefâatlerine nâiliyet dilerim.
Dîdârını görem dedikçe örttü nikâbı yâr
Bildim ki ben ve talebim bana hicâb-ı yâr”
25.05.1991
Doç. Dr. İrfan Gündüz
1991 yılındaki ilk sempozyumda, “Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi’nin Tarîkat ve İrşat Anlayışı” başlığı altında şu tespitlerde bulunmuştur:
“Hz. Dâvud (a.s.), peygamberliğinin özelliklerini onun peygamberliğinde ve getirdiği Zebur’u incelediğimiz zaman çok enteresan ipuçları buluruz. Çünkü aslında Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri de Mevlânâ’nın günümüzde çığırını devam ettiren bir gönül sultanıdır.
İbnü’l-Arabî Hazretleri Dâvud (a.s.) kademini tanıtırken Fusûs’ül-Hikem’de özel bir yer ayırmış. Orada Dâvud (a.s.) özelliklerini Kur’an-ı Kerim'den âyetlerle gösteriyor. Bunlardan bir tanesi diyor İbnü’l-Arabî, “Dâvud (a.s.) sesi çok güzel olduğu için Zebur’u okuduğu zaman dağlar, taşlar, kuşlar, kurtlar onun peşine takılır onunla beraber dönerlermiş. Hatta Mevlânâ semâ zikrinin ilk uygulayıcısı Hz. Dâvud (a.s.)’dur der. Oradan almıştır.” buyurur.
Burada biz de Hz. Mevlânâ’daki bu tezâhüre bakıyoruz Osman Hulûsi Efendi’de aynısı var, o da irşad anlayışında ve tarîkat anlayışında en güzel biçim ile kullanmış bir velîdir. İrşatta şiiri kullanmış. Aslında şiirlerini gazellerini dikkate aldığımız zaman sanki Fuzûlî’nin, sanki Niyâzî-i Mısrî’nin çizgisini takip ediyor. Ama serbest vezinli şiirlerine baktığımız zaman dîvânında aynen Yûnus Emre gibi sevgi nükteli ifadelerle gönlünüzü irdeliyor, okuyanı kendisine getiriyor.
Bu yüzden Osman Hulûsi Efendi’nin en önemli irşad özelliği şiiri estetik her unsuru irşadında gerçekten câzip bir şekilde araç olarak kullanmasıdır. Aslında irşatta ve tebliğde estetik diyebildiğimiz bu metot bugün toplumumuzun en fazla muhtaç olduğu metottur.
Hulûsi Efendi’nin, başka yönü ise sünnet-i nebevîden gelen bir yönünün bâriz olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Osman Hulûsi Efendi’de önce Nuh meşrebi vardır. Biliyorsunuz İslâm tasavvufunda aslında her sanat bir pîrin, sahâbenin veya bir peygamberin mânevî gölgesinde icrâ edilmiş. Her sanata bir pir verilmiştir.
Marangozların piri Hz. Nuh (a.s.)’tur. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “Nezâretimiz altında ve vahyimiz ile bir gemi yap!”[6] buyuruyor. Osman Hulûsi Efendi, bakıyoruz çok yiğit birinci sınıf bir marangoz, hatta Darende’deki Şeyh Hamîd-i Veli Camii’nin ahşap işlemelerini bizzat kendi eliyle yapacak kadar sanatkâr bir marangozdur.
Osman Hulûsi Efendi’nin irşad hayatında Hz. Dâvud (a.s.) çizgisi görüldüğü kadar Hz. Nuh (a.s.) çizgisi de vardır. Dâvudî özelliğinin bir başka yönü o da yine İbnü’l-Arabî, Hz. Dâvud (a.s.) takdim ederken bize diyor ki: Kendisi peygamber olduğu hâlde ashâbına yük olmamış, aslâ etrafının eline bakmamış, kendisi peygamber olduğu hâlde demiri mum gibi elinde eriterek ondan zırh dokumuş ve mücâhitleri donatarak geçimini temin etmiştir. Ümmetini alın teri, el emeği ve göz nuru ile geçinmenin bizzat örneğini sergilemiştir.
Hz. Dâvud (a.s.)’un, bu özelliği konusunda biz Osman Hulûsi Efendi’ye bakıyoruz. Osman Hulûsi Efendi iyi bir güreşçi iyi bir marangoz, iyi bir yüzücü, iyi bir çiftçi, iyi bir şirâze örmecisi ve kendisi de ömrünün sonuna kadar hiç kimseye yük olmadan kendi elinin emeğiyle geçinmiştir. Yaptığı hayır müesseseleri ile toplumun yaralarını saran hayrî müesseseleri bizzat kendi alın teri el emeğiyle kazandığı paralarla yaptırıp başlatmıştır. Aslında bu da bu gidişin alınması gerekli olan en önemli ibret derslerinden biridir.”[7]
Tasavvuf anlayışında insân-ı kâmil/kutb olarak bilinen ideal insan tipi, dünya gemisinde Nuh peygamber misali insanları güzele, iyiye, hakîkatlere çağıran kişidir. Aynı zamanda Nuh insanın rûhunu, gemi de insanın bedenini sembolize eder. Bedeni her iki dünyada da kurtuluşa götürecek, onu her türlü maddî ve mânevî tehlikelerden koruyacak olan rûhtur. Yani rûh, beden gemisinin tamirinde ona yardımcı olan en büyük kuvvettir.
Ayrıca tûfân, sülûk sürecinde bedende meydana gelen mânevî bir değişim/ıstihâle sürecidir. Zira sâlik, Allah’ı tanımayan bir âsî toplumda, Allah’tan uzak yaşamlarıyla isyan tufanına yakalanan insanları Nuh gibi, korumak amacıyla en güvenilir sığınak olan ilâhî limana davet eder. Gemi, küll denizinde, insanı yok edip yutan okyanusta, insanı aşka, tefekküre ve ma’rifete çağıran seyr u sülûk yoludur.
Neticede sûfîler, tıpkı tûfâna yakalanmış bahtsız bir toplumu, gemisine çağıran Nuh Peygamber’in görevini yüklenmiş davetçilerdir. Hulûsi Efendi Hazretleri bunu şöyle ifade buyurur:
Necâta erdi tûfân-ı belâdan
Sığınan fülk-i Nûh’a hâl ü kâlin
(Nuh’un gemisi (gibi) hâl ve söz (gemisine) sığınan kimse belâ tufanından kurtuldu.)[8]
Mutasavvıflar, insandaki rûh/psikolojik hâlinin kabz durumunu Nuh’un gemisini alt eden tufana benzetmektedirler. Kabzın yükselmesi gönül dünyasının sıkıntısını ortaya çıkarır. Kalbin bu sıkışan hâlini yok edecek olan ve Nuh gibi insanları felâha/kurtuluşa dâvet edip onları karmaşık psikolojik durumda kurtaracak olanlar da, tahkîk ehli sûfîler olacaktır.
Nuh ve gemi sembolizmi rûhun gel-gitlerine karşı; Nuh’un gemisine sığınan insanlar benzeri, “ehl-i tahkîk” sahibi mânevî pîrlerin eğitimine kendini veren kişilerin dingin ruh hâlini temsil etmektedir. Zira bu Allah erleri, selefleri Nuh’un kaptanlığında yürüyen geminin idaresini üstlenmişlerdir. Onlar, ağyara/Allah dışındaki ilgilere ve yollara bağlananları sadece Allah’a dâvet etmekte ve Allah’ı, “O’nun kendini tanımladığı şekilde bilmenin” eğitimini vermektedirler.
Yani sûfîler gerçek özgürlük savaşçıları olarak insanı Yaratıcı’nın dışındaki bütün kayıtlardan kurtarma mücadelesini vermektedirler. Bu durumun aksine Allah dışında insanın dayandığı ve bağlandığı her güç insanı tûfân gibi sarmalamış bir yok oluş kasırgası ya da tutsaklıktır. Çünkü ağyarın çemberinde dönen insanlar, inançları ve düşünceleriyle insanların hayatlarının her yönüne nüfûz ederek onların irâdesini bağlayarak hakîkatlerin çok ötesine savurmaktadırlar.
Sivâ ile yüklü bu tipler hâl ve davranışlarıyla tûfân gibi insanları helâke götürmektedirler. İşte muhakkık sûfî Nuh gibi, insanları Allah’tan başka kuvvetlerin tûfânından sakındırarak onları tasavvufun “kurtuluş gemisine” çağırmaktadır. İnsanları iyiye ve güzele çağıran Allah dostu erenler, insanları mâsivânın çıkmazına girmemeleri için Allah’a davet etmektedirler. Şimdi tasavvufî metaforik bakış açısıyla; Mürşid-i kâmil ve Nuh ilişkisinin sembolizmini kısaca açalım.
Sûfîler, insanın mâsivâdan, yani Allah dışı düşünce ve hayat felsefelerinden tamamen soyutlanmasını isterken, aslında vurgulamak istedikleri gaye, insanların özgürlüklerine kavuşmalarıdır.[9] Bu değeri de “gemi” metaforuyla ifade etmektedirler. Onlar, insanın Allah dışında masîva/dünya/madde gibi şeylere bağlanışı da “tufan” ile sembolize etmektedirler.[10]
Tasavvufî anlayışta insan, bir bütün olarak Allah ile bütünleştikten sonra, yani küllî ve cüz’î irâde birbirlerine ayna olup, bütün varlık tek irâdeden birleştikten sonra, varlık evreninde eşya arasında bir ifratın meydana gelmesi mümkün değildir. Sûfîler, metaforik anlatımla hareketle denizi; Allah ilmine, deniz suyunun köpüğünü de; Allah bilgisinin kırıntılarıyla, kendi benliklerinden çıkan bilgi kırıntılarıyla birleştirip, “İslâmî ilim” diye isimlendirdikleri “nefsânî” saplantılara benzetmektedirler.
Bu yüzden kendi iradelerini "ilâhî irade" ile birleştirmeyenler denizin bıraktığı köpüğü gerçek deniz zannedip asıl denizin farkına varamadıklarından, yani "taklîdî" bilgiyle hareket ettiklerinde beşerî tûfânlarda yok olmaktadırlar. Tasavvufî metaforik yorumda gemi, insanları Allah’a çağıran tebliğcilerdir. Bu tebliğcilerin başında peygamberler ve Allah’ı dost edinen mü’minler gelmektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.),“Ben ve ümmetin âlimlerinin örneği Nuh’un gemisi gibidir. Kim ona sarılırsa kurtulur ve ondan yüz çeviren boğulur.” buyurmaktadır.[11]
[1] 20/Tâhâ, 44
[2] Ahmed b. Hüseyin Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, ys. , Beyrût, 1990, 1/367,(no: 409)
[3] Mustafa Tatçı, Yunus Emre Dîvânı- İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990, 166/1
[4] Sevda Aktulga Gürbüz, “Sûfîlerin Davet Metodu”, Van İlahiyat Dergisi, Haziran 2020, 101-117, s. 111.
[5] İbn Acîbe, el-Bahru’l-medîd, 2/526
[6] 11/Hûd, 37.
[7] İrfan Gündüz, “Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi’nin Tarikat ve İrşat Anlayışı”, Somuncu Baba Ve Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi Sempozyumu Tebliğleri, Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi Vakfı Yayınları, Ank.,1997, s. 227-228.
[8] Dîvân, C.3, s.348.
[9] Kuşeyrî, 1998: 133.
[10] Mevlânâ, 2004: II/6736-37.
[11] Ali Tenik, “Tasavvuf Terbiye/Eğitim Sürecinde Nuh ve Gemi Metaforu”, Toplum Bilimleri Dergisi, Yıl: Ocak 2015, Sayı: 9, ss.426-427.
Musa TEKTAŞ
YazarBütün ömrü suyun üstünde geçmiş ,Ummandır Barbaros Hayreddin Paşa!Kardeş gemilere hep kucak açmış,Limandır Barbaros Hayreddin Paşa…Sipahi olarak başlamış hayatHızır, Oruç, İshak denizde sanat,Korsan d...
Şair: Halil GÖKKAYA
Doğunca ağlar amaÇocuklar ağlamasınDayanmaz baba anaÇocuklar ağlamasın.Çocuk masum her dindeDün de öyle bugün deKudüs'te Filistin'deÇocuklar ağlamasınÇocuk dünyanın gülüEvimizin bülbülüKalem taşısın e...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Binlerce yıldır felek, devredip durmaktadırKâinat saatini, sürekli kurmaktadırKendini bu âhengin, dışında tutanlaraÇelikten topuzuyla, gürzüyle vurmaktadırPutlara tapanları, bir bir belirleyerekKalbin...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
Allah’ın sevgili kulları hep dert sahibi olmuştur. İyilik için dertlenmek, ideal olana kavuşmak için dert çekmek vuslatın vesilesi kabul edilmiştir.Derdi olan dermânın peşindedir, ama bulsa mı bulmasa...
Yazar: Musa TEKTAŞ