Kardeş Devletlerin Dil Problemi
Elazığ’da 20.si düzenlenen “Hazar Şiir Akşamları”nın davetlisiydim. Bu güzel şehrimize, 10. Hazar Şiir Akşamları’nda da gitmiştim. O zaman da, buraya Kardeş Devletlerden şairler gelmişti, bu defa da… On yıl önceki, şairlerle, bu yıl gelenler arasında dillerinin anlaşılırlığı bakımından hissedilir bir düzelme olduğunu sevinerek gördüm.
Yine tercüme edilen şairler olsa da, biraz daha anlaşılır Türkçe ile şiir okudular. Buna rağmen, onlara dillerini Anadolu Türkçesi’ne yaklaştırmaları gerektiğini söylediğim zaman umulmadık bir tepki gördüm. Sanki böyle bir şey yapmakla, kendi kimliklerini kaybedeceklermiş gibi bir psikolojik tedirginlik vardı.
Enteresandır; bu ifadelerimden sonra baktım bana karşı hep mesafeli davrandılar. Dil, varlık sebebimiz ise, onun müşterekliği gücümüzü arttırır. Çünkü dil aynı zamanda sosyalleşmemizin tek hâkim unsurudur. Aklın tek vasıtası dildir. Dilimizi tanzim, düzeltme kendimizi tanzim ve düzeltmedir. Onun sağlıklı bir dil etrafında yeniden örgünleşmesi, kimsenin kimliğine müdahale olmaz, olmamalıdır.
Bizim yurdumuzda da mahallî dil kullananlar vardır. Biz onları kültürel zenginlik olarak algılıyoruz, ama hepimiz aynı dili kullanmak suretiyle daha etkili, dolayısıyla kalıcı eserlere imza atıyoruz. Böyle bir talep yalnızca aklın gereği değil, aynı zamanda var olabilmemizin ve yarınlarımızı elimizde tutabilmemizin tek besleyici unsurudur. Benim temennime tavırları, kendilerini farklı bir yerde ve farklı bir kimlikte gördüklerinden mi kaynaklanıyordu, anlayamadım?
Aslında meselenin aslı öyle mi? Elbette ki değil. 80 yıl hâkimiyetleri altında kaldıkları Rus ideolojisi, onları, ayrı milletmiş gibi ayrı lehçelerde tutmuş birini diğerine yaklaştırmamak için özen göstermişti. Bunu, Rus ordusunda pilot albaylığa kadar yükselmiş bir Azeri Türkü bana şöyle itiraf etti: “Biz, Bakü’nün işgaline kadar kendimizi Türk olarak görmüyorduk. O işgal bize Türklüğümüzü hatırlattı ve bizim Ruslara karşı başkaldırı hareketimiz ondan sonra ciddi boyut kazanabildi.”
O güne kadar bu insanlara Rusların yaptığı telkin; “Siz Türk değil, Azerisiniz. Azeriler ayrı bir millettir ve ayrı bir dilleri olmalıdır.” Sömürge ideolojisi, bölüp parçalama stratejisi üzerine inşa edilir. Selçuklu ve Osmanlı Devletleri tecrübesi göstermiştir ki, Batı, bizim bütünlüğümüzden ciddi şekilde rahatsızlık duymaktadır.
Rusya kendisini kuşatan böyle bir coğrafyanın bütünleşmesi hâlinde yaşayacağı siyasî travmayı çok iyi bilmektedir. “Türk Birliği”nin siyasî alanda gerçekleşmesi onlar için ciddi bir handikaptır. Bunu fark edebilsek, mesele kendiliğinden çözülecektir. Bakınız biz, merhum ve mağfur Kaşgarlı Mahmut’un, “Dîvân-ı Lügatü’t-Türk”ünde kullandığı dille yetinseydik bugün 8-10 bin kelimeyle konuşabilen bir millet hâlinde kalırdık. Hâlbuki bugün Türkçe sözlüklerimizde 150 binin üzerinde kelime vardır. Bizim onları davetimiz bu zenginliği paylaşmak içindir. Değilse kimsenin, yerel ağzına müdahale değildir.
Geçmişimizde görmüşüzdür: Malazgirt Savaşı’nda bizi 50 bin kişilik askerimizle, 200 bin kişilik Bizans gücüne karşı galip getiren silah üstünlüğümüz, ya da sadece olağanüstü kahramanlığımız değildi elbette. Bunların payı olsa da, esas olan, onların, Balkanlardan topladığı, Uz, Peçenek, Avar gibi Türk topluluklarının çocuklarından oluşan askerlerinin, karşılarında kendi dillerini konuşan bir milletle savaşa sürüldüklerini anlayınca, saf değiştirmiş olmalarıdır.
Bunun sonucundadır ki, Bizans ordusu yarım gün gibi bir zaman içinde çözülerek çöküp dağılmış ve bize galibiyetin nimetini sunmuştur. Bu olay, dil denen silahın her türlü gücün üstünde olduğunu göstermektedir. Bunu elbette Ruslar da bilecektir ve ona göre tedbirler alacaklardır.
80 yıl boyunca uygulanan bu dil politikası, bizim kardeşlerimizde öylesine bir milli kimlik değeri hâline gelmiş ki, Türkmen’le Kazak’ı, Azeri ile Kırgız’ı bir arada tatlı bir sohbet içerisinde görmeniz mümkün değildir. Bunlar birbirlerine karşı bile mesafeli iken, bize karşı tavırlı olmaları şaşırtıcı gelmedi bana. Ancak bu insanlar, okumuş, aydın, toplumun meselesini kendisine dert edinen kimselerdi. Bunlarda sağduyunun, ortak duyarlılık ve kabul anlayışının çok daha önemli olması gerekmez miydi?
Düşünebiliyor musunuz, 200 milyonu aşan nüfusu, 5 milyon km²’ye yaklaşan alanıyla Türk dünyası ortak dil imtiyazına kavuşursa neler olmaz ki? Bunun farkında olan dış güçler, bu ülkeler üzerinde, “kültür emperyalizmi” dediğimiz silahı çok ustalıklı bir şekilde kullanarak bunları yalnızca Türkiye’ye karşı değil, birbirlerine karşı da mesafeli halde tutabilmeyi başarmıştır.
Bakınız, bana göre sarsıcı bir itiraftır: Bakü Üniversitesi’nden bir bilim adamı Türkiye’den tanıdığı şairlerin kimler olduğu sorulunca sadece üç isim verebilmiştir. 4. İsim yoktur, devamı yoktur. Kaldı ki, Azeri Türkleri bize en yakın dili kullanan bir topluluktur. Bu kahredici sonucu doğuran sebep nedir? Onların Kiril alfabesini kullanmalarından doğan dar alan mahkûmiyetidir; bizim edebiyatımızı okuyarak tanıma şansına ulaşamamış olmalarıdır. İngilizceyi öğrendikleri için Batılı edebiyatçıları bizim edebiyatçılarımızdan çok iyi bilen bu insanlar, Türkçe okuyup yazamadıkları için bizi tanımamaktadırlar.
Bundan yirmi yıl önce; 1992’de “I. Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı” toplandı. Oraya kardeş ülkelerden katılan şair ve yazarların hemen hepsine bu meseleler anlatıldı. İki yıl sonraki 1994 toplantısında da vardım. Orada bir konuşma da yaptım ve ısrarla bu meseleleri dile getirmeye çalıştım. Rahmetli Cengiz Aytmatov o gün orada şunları söyledi:
“Edebiyat zamanımızın aynasıdır, göstergesidir. Edebiyat zamanımızın büyük düşüncesi, felsefesi, tarihi ve bir büyük cereyandır. Kısaca söyleyecek olursak, edebiyat nasılsa biz de öyleyiz. Biz Sovyet esaretinden yeni kurtulmuş bir edebiyatı temsil ediyoruz. Türkiye’de, başkent Ankara’da bir araya gelmemiz ise çok tabii bir şeydir.
Çünkü dinimiz, dilimiz, tarihimiz, kültürel değerlerimiz bir kaynaktandır. Düne kadar bizim edebiyatımız Rus diline aktarılıp oradan dünyaya yayılıyordu, artık bizim edebiyatımız bizim ortak dilimizle gelişecek ve dünyaya yayılacaktır. Bizim ana lehçemiz Türkiye Türkçesi’dir. Bizim kitaplarımız Türkçeye aktarılarak dünyaya yayılacaktır.”
O da rahmetli oldu, Bahtiyar Vahapzade ile konuştum. Hatta o bu toplantıda uzunca da bir konuşma yaptı ve ısrarla şunları söyledi:
“Bakın biz daha önce Moskova’da Kazak, Türkmen, Özbek, Tatar kardeşlerimle Rusça ile anlaşırdık. Şimdi Allah’a binlerce şükür burada Türkçe ile anlaşmaktayız. Bu büyük bir ihtilaldir. Biz artık bununla da yetinmeyecek ortak alfabeye geçeceğiz. Bizim bundan başka kurtuluş yolumuz yoktur.
Bakın eskiden Arap alfabesi Türk dilinde konuşan bütün milletleri birleştiriyordu. Bu alfabeyi terk ettikten sonra birliğimiz yıkıldı. Yani Türk dilli halklar birbirinden ayrıldı. Mademki, Türkiye Latin alfabesini kullanıyor, biz de çok gecikmeden buna geçmek durumundayız.
Azerbaycan önümüzdeki yıl buna geçecektir. Diğer Türk Cumhuriyetleri’nin de vakit kaybetmeden geçmesini diliyorum. Rusya dilimizi elimizden alarak yıllarca bizi mahvetti, perişan etti ve sömürdü. Şimdi birleştik. Bu defa sizin bu yeni uydurma diliniz çıktı ortaya. Hadi bizim aydınlar bunu anlasın, ama bizim köylümüz bunu nasıl anlayacak, biz nasıl birleşeceğiz? Kendi zenginliğiniz varken niçin yüzünüzü Batı’ya dönersiniz anlamak mümkün değil.”
Bu iki yaklaşımın önemli tarafı, bizimle paralellik ortaya koymasındadır. Çünkü bu bir temenni değil, idealdir. Bir soyun var olma idealidir.
Bugün hâlâ Azeri Türkçesinde Kiril alfabesinden harfler kullanılmaktadır. Anlayamadığım bir şey, bizim dilimizde (x) diye bir harf yoktur, (w) yoktur, (q) yoktur, ters (e) yoktur ama Azerbaycan aydını bunda ısrarlıdır.
Burada tamamıyla bu kardeş ülkelerimize de haksızlık ettiğimiz sanılmasın. Onları çok iyi anlıyorum: Biz, Latin alfabesine geçerken, bin yıllık bir ihtişamlı geçmişin birikimini bir elimizle kenara ittik ve seksen yıldır da bunun sıkıntısını çekmekteyiz. Bizim devlet adamlarımız böyle bir girişimde bulunurken önümüzde bize rehberlik edecek, yol açacak, bize öğretecek bir Türk Ülkesi yoktu.
Biz kendi göbeğimizi kendi ellerimizle kestik ve bu günlere geldik. Bugün Kardeş devletlerimizin önünde bizim bir asra yaklaşan bir tecrübe ve birikimimiz var. Bundan faydalanıp soydaş devletler olarak geleceğimizi birlikte inşa edelim. Hissi yaklaşımlar bu millî ideali budamamalıdır. Çünkü kaybeden şahıs değil millet olacaktır… Bunu anlamamak milletimize kıymak olmaz mı?
Muhsin İlyas SUBAŞI
YazarBeni çağırma çöle, ben zaten oradayım, Bilmem bu çöl nerdedir, bilmem ben neredeyim? Işık tut yollarıma Senden Sana gideyim. Beni bana bırakma dergâhına al beni, Bir ışık kapısı aç, ötesini nedeyi...
Yazar: Muhsin İlyas SUBAŞI
Sevdanın tohumunu bakışlarında taşır Gözlerindeki ışık filizlenir her sabah Yeni bir kuşatmayla aşkı bize ulaşır Gülüşüyle dünyamız temizlenir her sabah Her sabah geleceğe bir ad...
Yazar: Muhsin İlyas SUBAŞI
Sûfîler tasavvuf ilmini diğer İslâmî ilimlerden soyutlayarak salt bir şekilde ele almamışlardır. Diğer İslâmî ilimlerle iştigâl eden İslâm ulemâsı da tasavvuf ilmiyle kabul veya ret bağlamında bir şek...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Kim demiş Su girdiği kabın şekline girer Diye Bak da gör Onun Köpükten elleriyle Dağların gövdesindeki Derin yaraları Nasıl da kesip açıyor O bir ince ku...
Yazar: Muhsin İlyas SUBAŞI