Kültür Tarihimizden Unutulmaz Hatıralar
Bizim çok zengin bir kültürümüz, derinlikli edebiyatımız, muhteşem tarihimiz ve göz kamaştırıcı bir medeniyetimiz vardır. Peki, toplum olarak bunun farkında mıyız? Ben henüz bu muazzam hazinemizi tam manasıyla keşfedemediğimizi düşünenlerdenim. Aslında ufak tefek kazı çalışmaları yapılmadı değil. Şüphesiz son 15-20 yıl içinde alkışlanacak faaliyetler, övülecek çalışmalar ve takdire şayan hizmetler yapıldı. Yalnız bunlar yine de yeterli değil. Kendi değerlerimizin daha çok farkına varmalıyız. Yazarlarımızı, şairlerimizi, sanatkârlarımızı, âlimlerimizi, mutasavvıflarımızı çeşitli cepheleriyle araştırmalı ve bunları seçkin eserler hâlinde ortaya koymalıyız.
Doğrusu bazıları itiraz etse de ben Türkiye’de her şehrimizde bir üniversite kurulması fikrini çok destekliyorum. Sebebini izah edeceğim: Öncelikle bu üniversiteler sayesinde gençlerimiz kendi memleketlerinde istedikleri bölümleri okumaya başladılar. Bütün şehirlerimizde büyük kütüphaneler kurulmaya, hatırı sayılır fuarlar düzenlenmeye başladı. Bunlar da şüphesiz illerimizdeki kültür-sanat faaliyetlerini büyük ölçüde ziyadeleştirdi.
Sadece bu kadar da değil, bilhassa Anadolu’da tesis edilen üniversitelerimizin tarih, felsefe, edebiyat, dil, sosyoloji, psikoloji ve ilahiyat bölümlerinde şehirlerimizin manevî zenginlikleri ve kültürel değerleri ortaya konulmaya başlandı. Artık gençlerimiz ilgisiz veya daha önce yapılmış tekrar tezler yerine kendi doğup büyüdükleri illerdeki kültürel birikimleri araştırmaya ve bunları ortaya koymaya başladılar. Hatta bu tezlerin bazıları bilahare kitaplaştı. Şüphesiz bu çabalar, çok anlamlı, hayırlı ve doğru işlerdir.
Bu çalışmalar arasında şehirlerimizdeki nüktedanların da yavaş yavaş nüktelerinin tez olarak hazırlanmaya başladığını görmek istiyoruz. Zira nüktedanlar tıpkı şair ve yazarlar gibi şehir kültürlerine mühim katkılarda bulunmaktadırlar. Mesela Erzurum deyince merhum Naim Hoca’yı hatırlamamak mümkün mü? Mizaha ben özellikle önem veriyorum. Zira bazı çevrelerin kasten çıkardıkları bir “kutuplaşma”yı ne yazık ki görebiliyoruz.
Hâlbuki biz Nasreddin Hocaların torunlayız ve “Mü’mine tebessüm sadakadır.” buyuran bir Yüce Peygamber’in ümmetiyiz. Öyleyse daha müsamahakâr, daha hoşgörülü olmalıyız. Öyleyse mizah vadisinde derli toplu çalışmaların yapılması şart. Ben bu sahada dört mizah kitabı hazırladım. Edebiyatımızın Güleryüzü, Tarihimizin Güleryüzü, Mizahın İzahı ve Tebessüm Hakkımız. Beşincisi yolda, altıncısı hazırlanıyor.
Denilebilir ki bu kadar malzeme var mı? Elbette, hatta fazlasıyla mevcut. Son yaptığım araştırmalarda bazı kalem ve kelam erbabının yeni nüktelerini tespit ettim. Bunlardan bir seçme yapıp siz aziz okuyucularıma sunuyorum. Umulur ki beğenilir. Ama tarih boyunca mizahın umumiyetle hayırda kullanıldığını belirtirsek bu sahanın ne kadar değerli olduğunu da düşünmeye başlarız. Kronolojik olarak hazırladığım bazı nükteler şöyle:
Eskiden basın ve yayın dünyamızda dil düzeltmeleri yapanlara ‘musahhih’ denilirdi, sonra adları değişti ‘düzeltmen’ oldu. Genelde kitaplar basılmadan önce onları kontrol edenlere verilen isimdir bu. Bu konuda ‘kaş yapayım derken göz çıkaran’lar yok mu? Tarih boyunca olmuş. Bugün de öyledir, vardır. Ama yine de düzelticilerin basından ve yayın dünyasından uzaklaştırılması iyi olmadı. Hatalar arttı, yanlışlar çoğaldı. Şimdi bu konuda değerli yazar Burhan Bozgeyik’in 6 Haziran 2022 tarihli Millî Gazete’de çıkan köşe yazısından bir bölümü okuyalım:
“Eskiden ediblerin eserlerini ‘müstensihler’ çoğaltırmış. Ancak onlar orijinal nüshaları çoğaltırken, bazen harfleri yanlış yazıp manayı bozarlarmış. Meşhur şairimiz Fuzûlî, bakınız bu müstensihlerden nasıl şikâyet etmekte:
Kalem olsun eli kâtib-i bed-tahririn (Kötü yazan kâtibin)
Ki fesâd-ı rakamı ‘sur’umuzu (düğünümüzü) ‘şûr’ (kavga ve karışıklık) eyler.
Gâh bir harf kusuruyla ‘nâdir’i ‘nâr’ (ateş)
Gâh bir nokta sukutuyla ‘göz’ü ‘kör’ eyler.”
Bu değerli şairimizi anlamak için Osmanlıcayı, o güzelim harfleri bilmek gerek. “Göz” yazarken “z”nin üzerindeki nokta yazılmazsa, “kör” diye okunur.
Bir başka edib, kâtibin hatalarından yüreği yanmış olacak ki, şöyle demiş:
Hangi kâtip ki dâl’ı zâl yaza
Dala dönsün, iki eli kurusun”
Bu şikâyetnâmedeki gibi, ‘rahmet’ yazısında ‘ra’ gibi yazılan dalın üzerine bir de nokta konunca ‘zahmet’ olur.”
İstanbul Fatih’te Malta Çarşısı’na yakın olarak inşa edilmiş olan Hafız Ahmed Paşa Camii ve Külliyesi hakkında, kültür tarihçimiz merhum Cemaleddin Server Revnakoğlu’nun İstanbul’u İstanbul’un İç Tarihi kitabında geniş bilgi var. Cami ve külliyesi hakkında etraflıca bilgi verilirken bu caminin, mektebi ve medresesiyle çevrede çok etkili olduğu, ahali tarafından sevilen bir mabet olduğu belirtilir. Merhum sanat tarihçimiz Semavi Eyice, kendisini evinde ziyaret ettiğimde bu cami hakkında çok geniş bilgi vermiş, eski hâli ile restore edilen durumu hakkında ayrıntılı bilgiler aktarmış, mukayeseler yapmıştı.
Eski metinlerde “Hafız Paşa’da otururdu.”, “Hafız Paşa’daki dükkânlar” şeklinde ibarelere tesadüf edildiği, çevrenin bu cami ile anlatıldığı ve tarif edildiği bildiriliyor. Bu caminin yapılışı ile ilgili olarak meşhur seyyahımız Evliya Çelebi’nin naklettiği hoş bir fıkra vardır ki, bunu da bahsettiğimiz kitabın birinci cildinden, sayfa 274’ten alıyoruz:
“Bu cami, Fatih Camii’ne o kadar yakınındayken yine de şöhret sahibiydi. Evliya Çelebi, Hafız Paşa’nın rüyasında Fatih Sultan Mehmed’i gördüğünü ve sultanın ona: ‘Niçin benim camim yakınına cami yapıp cemaatimi aldın?’ diye sitem ettiğini kaydeder.”
Birçok edibimiz hakkında biyografi kitapları hazırlayan Hilmi Yücebaş’ın Bütün Cepheleriyle Yahya Kemal eserinde geçiyor. “Uzun Ömür” başlıklı nükte şöyle:
Yahya Kemal’in bulunduğu toplantılardan birinde, hayranlarından biri dayanamadı:
- Ah, dedi, mümkün olsa, ömürlerimizin birkaç senesini size verebilsek de bize ‘Mahurdan Gazel’, ‘Vuslat’ gibi şiirlerinizden bir kaçını daha verebilseniz…
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu hayranlığı gölgede bırakacak bir coşkunlukla:
- Fakat o zaman bizim ömürlerimize de birkaç sene eklemek lazım gelir, dedi. Ve ilave etti.
- Yeni şiirlerinizi dinleyebilmek için!
Hiç’in Telif Hakkı Ne Oldu?
Neyzen Tevfik hatıralarında, Hiç isimli şiir kitabının basılış hikâyesini anlatırken ilgi çekici hususların altını çiziyor. İhsan Ada’nın hazırladığı Azab-ı Mukaddes kitabında bu serencamı ayrıntılarıyla görebiliyoruz. Yayıncısı meşhur naşir Ahmet Halit Yaşaroğlu, şairimizin Sirkeci’de bir mekâna olan ‘beş lira’lık borcunu kapatmış, ayrıca Neyzen’e de bir miktar kitap vermiştir. Neyzen Tevfik, “Bana da zannedersem bir miktar kitap vermişti. Onları ise Eskişehir’de Yunanlılar alıp götürdüler.” diyor. Büyük Neyzen’imiz hatıralarında bu telif meselesi şöyle anlatılıyor:
“İşgal devrinde Eskişehir’deyken Hiç’i yazmıştım. Bunu üstat Ahmet Halit Bey basmak lütufkârlığında bulundu. Müteşekkirim. Kaç nüsha basıldı? Bunu sormak cüretini kabul edemem. Yalnız şunun farkındayım ki, hepsini tanıdığım hâlde, hiçbir işportacının sergisinde veya bir aktar dükkânında kese kâğıdı olarak da görmedim.”
Lügat Gibi Adam
Neyzen Tevfik’in nükteleri biter mi? Mümkün değil. Denizde kum, onda nükte… İşte bir tatlı fıkrası daha:
Sanatkârımız hakkında Yangın Adam Neyzen Tevfik adlı eseri kaleme alan gazeteci yazar Yüksel Baştunç’un hatıralarında, şairimizin ve Neyzen’imizin bilmediğimiz hususiyetlerini öğreniyoruz. İsterseniz onlardan birini okuyalım:
“Neyzen’in şiirleri daha çok üniversite çıkışlı idi. Gençler onu çok sevdiklerinden sokakta, kıraathanede yolunu çevirip birinci ağızdan durumu öğreniyorlar, Neyzen’in ‘Ben yazmadım.’ dediklerini piyasadan kaldırırlardı. Neyzen sık sık ‘Sağ olsun gençler benim şiirleri para gibi kullanıyorlar. Ya geçer akçe oluyor, ya da tedavülden kaldırıyorlar.’ diye anlatırdı.
Konuşurken daha esprili daha duru Türkçe kullanmasına karşılık şiirlerinde ağdalı Osmanlıca, hatta Arapça, Farsça kullanmasının sebebi sorulduğunda ‘Yeni Türkçe ile söylemek istediğimi manalandıramıyorum. Sanki anlatamamış sanıyorum kendimi. O zaman sarılıyorum eski Türkçeye.’
Bana koz veriyor: ‘Ne yani senin şiirlerini çözmek için yanımızda lügatler mi taşıyacağız?’
Gri gözleri kızıllaşıyor yine hırsından; ‘Taşısan ne olur, en fazla lügat gibi adam derler.’ diyor.”
Başlık kışkırtıcı ve tecessüse sevk edici. Ama doğrusu üzerinde durulmaya değer. Malum olduğu gibi, eski gazetelerde fıkralı karikatürler de olurdu. Onlardan birini görmüştüm bir Neyzen Tevfik kitabında. 1946 yılında neşredilmiş. Meşhur hekim Fahrettin Kerim Gökay ve çevresindekiler arasında kısa fakat çok anlamlı bir konuşma geçmektedir. Gökay, kısa boyu dolayısıyla halk arasında şu tekerleme ile anılıyormuş: “Mini mini valimiz/Ne olacak hâlimiz?” Bu nükteyi o kitaptan aynen iktibas ediyorum:
“Dinleyici: Sanatçıların ‘deli’ olduğuna nasıl hüküm veriyorsunuz? Bunu ispatlayabilir misiniz?”
Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay:
"Nereden hükmetmiyorum ki… Salonları yok, konser verirler, sahneleri yok, piyes oynarlar, gazeteleri yok, sergi açarlar, alıcıları yok, heykel yaparlar.”
Peki hep edebiyatçılar mı nükte yapar? Ne münasebet efendim! Devlet adamları da nüktedan olabilir, din adamları da… İşte Erzurum’un meşhur din âlimlerinden Mehmed Kırkıncı’dan tebessüm ettiren bir hatıra. Kırkıncı Hoca hakikaten zekâ küpüdür. Onun seçkin eserlerini biraz da mizahi açıdan okumak lazım.
Bir sohbette anlatmıştı:
“Bana bir yerde sordular, ‘Hocam cennette sonsuza kadar kalacağız. Peki bu kadar uzun süre kalmak insanda usanç meydana getirmez mi? Bıkmayacak mıyız?’ Hocanın cevabı harikulâdedir: “Valla usanırsan cehennem orada, oraya geçersin olur biter.”
BİR BERBER NİÇİN DEĞİŞTİRİLİR?
Meşhur şair ve yazarların mizah dünyalarını ayrıntılı biçimde araştırmak gerek. Kim bilir duyulmamış, işitilmemiş ne anekdotlar çıkar ortaya. Ben okuduğum kitaplarda bu hususlar üzerinde özellikle duruyor ve yakası açılmamış nükteler, bakir fıkralar buluyorum. Şimdi başlığımıza dönelim ve soralım: “Bir insan berberini niçin değiştirir?” Elbette bunun bir sebebi olur değil mi? Herhâlde.
Peki tanınmış romancı Orhan Kemal, Balat’ta ikamet ederken sadakatle devam ettiği berberi niçin bırakmıştır? Bu tebessüm ettiren ilginç hikâyeyi, yine Balatlı bir yazarımız merhum Hüseyin Movit’in Haliç’in Cefasını Çeken Balat’ın İnsanları adlı kitabından öğreniyoruz, Haydi şimdi “Orhan Kemal’in Berberi” başlıklı bölümü birlikte okuyalım:
“Orhan Kemal romanlarına konu olan Balat’ta ikamet etmekte ve semtin berberine her sabah sakal tıraşı olmaktadır. Yazar, tarifede belirtilen bir lirayı berbere toka etmekte ve berberden ayrılmaktadır. Gel zaman git zaman günün birinde rastladığı bir dostu, Orhan Kemal’e, ‘Ooo senin gibi meşhur bir şahıs burada mı tıraş oluyor?’ demesi üzerine berbere 5 lirayı uzatır ve bir daha o berbere uğramaz!”
YOL VERMEK
Türkçeye dair kıymetli yazıları, eserleri ve tenkitleriyle tanınan merhum Hüseyin Movit’in peşini hemen bırakmayalım. Zira onda işimize yarayacak pek çok malzeme, mizah heybesinde bizi tebessüm ettirecek pek çok nükte vardır.
Malum olduğu gibi, eskiden bahsedilen bir ‘İstanbul Beyefendiliği’ varmış. Şimdi bir hayli azaldığı için artık bu tabir de fazla anılmıyor. Ve ne yazık ki revaçta değil. Tabii zamanla bu kavram pörsümüş ve bu sıfatı taşıyanların sayısında bugün bir hayli azalma olmuştur. Bu adlandırmayı, sadece Beyoğlu için değil İstanbul’un muhtelif semtleri için de anlatırlar. Hüseyin Movit de Haliç’in Cefasını Çeken Balat’ın İnsanları son kitabında bu meseleye temas etmekte ve mizahi bir üslup ile değişen insanları anlatmaktadır:
“Paris’ten sonra elektrik bağlanan şehir Balat’tır. Bugün Balat’ta oturanlar arasında çocuğuna serpme kahvaltı beğendiremeyenler de, sokaktan geçen satıcının sattığı poğaçayı alamayanlar da var. Eski Balatlılar dört yol ağzında birbirlerine yol verirlerdi. Yeni Balatlılar her nedense köprü üstünde karşılaşan inatçı keçiler gibi birbirlerine yol vermiyorlar.”
BEN KİMİM?
Eleştirmen yazar Hüseyin Movit’in adını yukarıda andığımız kitabı Haliç’in Cefasını Çeken Balat’ın İnsanları, Makam-ı Balat Yayınları arasında kültür hayatımıza kazandırılmıştı. Yazarımız bu kitabın başında kendisini tanıtırken, ‘muhalif olması’nın sebebini ifşa ediyor. Movit’in kendisini bu tanıtım şekli oldukça ilginç, okuyalım öyleyse: “Ben Hüseyin Movit, 9 Ocak 1940’ta Cihangir’de Alman Hastanesi’nde doğdum. Annemle her ters düştüğümde, ‘Almanlar seni değiştirdi, sen benim oğlum değilsin.’ derdi. O nedenle biraz muhalifim.”
BALAT’TA KİMLER YETİŞTİ?
Allah rahmet eylesin Hüseyin Movit ağabeyimiz çok kıymetli, kalender ve gerçekten Türkçe sevdalısı bir büyüğümüzdü. Yaşarken değerinin bilinmediğine inanıyorum. Neyse o bahs-i diğer! Haliç’in Cefasını Çeken Balat’ın İnsanları adını taşıyan kitabının bütün masrafını kendisi karşılamıştı. Lütfedip bu eserini 17 Mart 2021 tarihinde “Sayın Mehmet Nuri Yardım hemşerime ve kardeşime hürmetlerimle...” satırlarıyla imzalama lütfunda bulunmuştu. Çok değerli bir eser.
İyi bir semt monografisi. Daha önce Balat hakkında kitap yazıldı mı bilmiyorum ama hakikaten ağabeyimiz semti bütün cepheleriyle ele almıştı. Kitabın 194. sayfasında “Bir Zamanlar Balat’ta Oturanlar” başlıklı bir bölüm var. Burada siyaset, spor, sanat ve çeşitli alanlarda şöhret kazanmış kişilerden Balat’ta oturanları anlatıyor. Ki aralarında Ahmet Sezgin, Nuri Sesigüzel, Nebahat Çehre, Orhan Kemal, Burhan Ayeri, Yekta Okur, Vedat Akın, Cinuçen Tanrıkorur, Nehar Tüblek, Süleyman Erguner, Hulusi Kentmen ve Gani Müjde de var.
Kitabı okuduktan sonra kendisini telefonla arayıp önce teşekkür ettim. Ama teşekkürün hemen ardından dedim ki: “Ağabey siz herkesi eleştiriyorsunuz, sanırım siz de eleştiriye açıksınız değil mi?. Hatta meşhur sözünüz ‘Sürçülisan ettimse affolmaya’ şeklindedir. Şimdi izninizle bendeniz de bir tenkitte bulunabilir miyim?”
Gani gönüllü, mütevazı ve kalender bir insandı. Hemen karşılık verdi:
Telefondaki konuşmamız daha sonra şu minval üzere devam etti:
Ne yazık ki ömrü vefa etmedi. Kitap ikinci baskıya ulaşamadı. Hüseyin ağabey büyük daveti aldı ve ahiret yolculuğuna çıktı. Ne diyelim. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun inşallah.
SADETTİN ÖKTEN’DEN GÖNÜL TOKLUĞU
Günümüzün mümtaz ilim, fikir ve gönül insanı Prof. Dr. Sadettin Ökten Hoca’nın eserlerini istifade ederek okurum. Şahane kitapların isimleri de ilgi çekicidir. Mesela Tutikitap’tan 2014 yılında çıkan Fincanımda Kola Var çok hoş bir eserdir. Orada şu satırları okuyoruz:
“Nurettin Topçu merhumu, Aziz Efendi’ye bağlayan birkaç anekdot var. Bunlardan bir tanesi Aziz Efendi’nin paşmakları (ayakkabıları).
Aziz Efendi’nin paşmaklarını uzun yıllar, pazara giderken Bacı Sultan (eşi giyer, camiye giderken de Aziz Efendi giyermiş!
‘Bana bir pabuç yeter.’ dermiş Aziz Efendi.
Nurettin Topçu gibi bir abide şahsiyeti işte bu istiğna (gönül tokluğu) bağlıyor Aziz Efendi’ye.”
Aziz büyüğümüz, aynı eserin ilerleyen sayfalarında Cerrahi Şeyhi Safer Efendi’den şu mühim sözleri naklediyor:
“Merhum Safer Efendi buyururlardı ki: ‘Oğlum ahirette öyle insanlar göreceğiz ki şaşıracağız. ‘Bunlar Müslüman mıymış?’ diye soracağız. Öyle insanlar da göreceğiz ki, ‘Dünya hayatında biz bunları Müslüman olarak bilirdik ama değillermiş.’ diyeceğiz.”
Sadettin Hoca daha sona şu notu düşüyor: “Hiç belli olmaz bu iş.”
DOĞUM NE ZAMAN?
Galiba birçoğumuzun doğum tarihi, tam olarak gerçeği yansıtmıyor. Anlatıldığına göre eskiden köyde doğan çocuklar nüfus idaresine geç yazılırmış. Çünkü köylü her zaman şehre inemiyor. “Nasılsa bir ara giderim, o zaman çocuğun kaydını yaptırırım.” diye düşünüyor olsa gerek. Böylece bu mühim vazife ihmal ediliyor. Şehirdekiler de ihmalkârlıklarından günü gününe bu işlemi yapmıyor ne yazık ki. Mesela çocuk ocak ayında doğmuşsa kaydı Nisan ayında yapılıyor. Böylece yeni doğan bebeğin hayatta üç ay kaybı oluyor. Daha doğarken hayata eksik başlıyor.
Bazı vatandaşlarımız ise “Askere biraz geç gitsin, zorlanmasın.” düşüncesiyle bu kayıt işini ağırdan alıyor. Ama çok yanlış. Geçmişte kafa kâğıdı adı verilen nüfus tezkereleri veya nüfus cüzdanları için resmi daireye genellikle geç gidildiği aşikâr. Aslında çok ilginç bir araştırma konusu değil mi? Keşke genç bir araştırmacı kardeşimiz hiç olmazsa meşhur bazı kişilerle görüşse ve doğum tarihlerini soruştursa… Ne ilginç hikâyeler çıkar, kim bilir! Biz edebiyatçı Adnan Özyalçıner’in kendi doğumuyla alakalı tuttuğu notları kayda geçelim. Kendisi Mahallem İstanbul kitabında dile getiriyor. Şöyle ki:
“Karagümrük’te, Derviş Ali Mahallesi’nde doğmuşum; çocukluğumun ilk yılları da orada geçti. Bir yılbaşı çocuğuyum. Babamın bana söyledikleri, halamın tanıklığına göre, karlı bir yılbaşı gecesi çalgı çağanak yeni yıl kutlanırken tam saat 12.00’de doğmuşum. O senelerde doğum saatimi tam saptayamayacaklarına göre 12’ye bir kala doğmuşsam, doğum tarihim 31 Aralık 1933, 12’yi bir geçe doğmuşsam 1 Ocak 1934 olmalı! Oysa nüfus cüzdanımda 18 Şubat 1924 yazıyor.”
TAVŞANDAN ÇIKAN KISMET
Mustafa Kutlu çok iyi bir hikâyeci ama o aynı zamanda mühim bir kültür tarihçimizdir. Gezip dolaştığı İstanbul’da unutulan an’aneleri, nisyana gömülmüş gelenekleri bize hatırlatır durur. Hepimize neşe içinde maziye bir yolculuk yaptırır; daüssıla hislerimizi harekete geçirir. Haliç ile Çepeçevre İstanbul bu müstesna eserlerinden birisidir. Öyleyse yüzlerde tebessüm çizgileri uyandıran bu hatıralarından birini, Eyüpsultan’da yaşadığı hadiseyi ağabeyimize sağlık afiyet dileyerek nakledelim:
“Türbenin köşesinde bir dede. Asırlar öncesinden çıkıp gelmiş, beyaz sakallı, gözlüklü, elinde baston. Yanı başında bir bacaklı sehpa, sehpada bir beyaz tavşan. Niyet çektiriyor tavşana. Bir iki konuşuyoruz. Yıllarca gemilerde gezmiş, kimi kimsesi yok. En büyük dostu tavşanı, ekmek kapısı. Kırk yıl sonra bir niyet de ben çektireyim diyorum. Tavşanı okşuyor, niyet kutusunu burnuna yaklaştırıyor. İşte bana çıkan niyet: “Aşk neticesinde bir izdivaç sizin için muhakkaktır. Fakat buna nail oluncaya kadar epeyce zahmet çekeceksin. Cefayı çekmeyen âşık, sefanın kadrini bilemez.”
OKUNAN YAZAR
Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın hizmet verdiği Köprülü Medresesi’ndeydim. Bu vakıfta 15 sene hizmet etmek nasip oldu. Tabii zaman zaman ilim, sanat, kültür ve edebiyat âleminden mümtaz şahsiyetler fakiri ziyaret ediyorlardı. Bir gün çok değer verdiğim ve sevdiğim Mustafa Kutlu ağabey, bir sürpriz yapıp ziyarete geldi. Nasıl sevindim, anlatamam.
Onu yolcu ettikten sonra birlikte çalıştığımız mesai arkadaşım Ersoy Kutluk’a Mustafa Beyin geldiğini söyledim. Bana, “İyi bir yazar ama gazete yazılarını hiç okumam.” dedi. Merak etmiş, sebebini sormuştum. Ersoy Bey bunun üzerine, “Hep spor yazıyor.” diye karşılık vermişti. Ben de “Yanlışlık olmasın, Mustafa Bey kültür sanat yazıları yazıyor.” deyince “Yok yok spor yazıları yazıyor.” diye fikrinde ısrar etti.
Sonradan mesele anlaşıldı. Meğer Mustafa Bey Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde ağırlıklı olarak kültür yazıları yazarken haftada bir gün de spor yazıları kaleme alıyormuş. Ersoy Bey de hep o spor yazılarını gördüğü için Mustafa Beyi ‘spor yazarı’ sanmış. Tabii ben de Mustafa Bey’in düzenli biçimde spor yazdığını bilmiyordum. Böylece aynı odayı paylaşan iki mesai arkadaşı olarak bilmediklerimizi öğrendik, yanlışlarımızı tashih ettik ve bu hadise üzerine bir hayli güldük.
KÜLTÜR DÜNYAMIZIN DATASI KİM?
Son fıkra da bendenize dair olsun mu? İzniniz olursa bu taze nükteyi de diğerleri gibi ilk olarak ‘Somuncu Baba’ dergimiz için paylaşayım: Malum olduğu üzere, kültür sanat dünyamızda isim takmalar yaygındır. 12 Haziran 2022 Pazar günü Sirkeci Tren Garı’ndayız. Eskiden olduğu gibi tren yolculuğu yapmak için değil. 11. Dergi Fuarı düzenlenmiş, davet üzere oraya gitmişiz. Fuarda, Şehir ve Kültür dergimizin standı var. Tabii derginin başında olan kaptanımız Mehmet Kâmil Berse Beyefendi de orada.
Bir ara söz çalışmalardan, kültürel faaliyetlerden açıldı. Başka dostlar da vardı. Mehmet Kâmil Bey, “Mehmet Nuri Yardım, Bâbıâli’nin kültür sanat dünyamızın DATA’sıdır.” deyiverdi. Tabii bu sözü bir anda anlayamadım. İyi bir sıfat mı, kötü bir yakıştırma mı? Yani lehimde mi, aleyhimde mi? Sonra izah bölümünde, zengin arşivimden bahsedildiğini anladım ve teşekkür ettim. Daha önce merhum büyüğüm Ergun Göze soyadımı değiştirerek “İlkyardım” ismini vermiş, Dursun Gürlek Hoca da “İstanbul Kültür Bakanı” adını takmıştı. Bu cafcaflı unvandan sonra tayinini yaptırmak üzere yanıma gelen bazı memurları hatırlıyorum. Bakalım adımızın başına daha neler gelecek? İyi olur, hayır gelir inşallah.
Aziz okuyucular, elinizden kitap, kalbinizden inanç, yüzünüzden tebessüm, dilinizden neşe, çevrenizden hayırlı dostlar ve iyi insanlar hiç eksik olmasın inşallah. Sağlıcakla kalın…
Mehmet Nuri YARDIM
YazarYıllardan beri Filistinlileri soykırıma tabi tutan İsrail, Gazze’yi haftalardır acımasızca bombalıyor. Dünyanın gözü önünde evlerini, camilerini, hastanelerini hedef alarak çocukları, kadınları, yaşlı...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
Geçmişten günümüze Türk edebiyatımızda dinî temalar, fazlasıyla işlenmiştir. Ama bunu bugünkü nesiller pek bilmez. Belki de bazı çevreler tarafından özellikle o temalar göz ardı edilmiştir diyebiliriz...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
İslâm Dini İlimle Çelişmez, Aksine İlmi Daima Destekler.Türkçede “bilim” kelimesiyle de karşılanan “ilim” kavramı “evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve ge...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Dünya âhirete doğru yaklaşırken mü’minlerin imtihanları da zorlaşmaktadır. Çünkü haram çeşitleri sürekli artmaktadır. Yüz yıl önceki haramlar ile günümüzdekiler sayı olarak aynı değildir. Ayrıca bunla...
Yazar: Enbiya YILDIRIM