Münevver Medîne Modeli İle Medenî Şehirleri Kurmak
Hicret’ten önce orası Yesrib adında bir yerleşim yeriydi. Yesrib kelimesi, “fesat” anlamına gelen ‘serb’, yahut “kınama” anlamına gelen ‘tesrib’ kelimesini çağrıştırdığından dolayı bu isim Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından “Medîne” olarak değiştirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicretiyle birlikte Medîne, İslâm’ın siyâsî merkezi ve Peygamber şehri olmuştur. Mekke doğumlu olan Peygamberimiz (s.a.v.)’in kabri de bu şehirdeki Mescid-i Nebî içerisindedir. Hadiste Medîne için, ‘şehirleri yiyen şehir’[1] nitelemesi yapılarak İslâm’ın merkezi olmakla fethedilen toprakların bütün ganimetlerini çekip toplamasına ve diğer bölgelere hâkim olmasına dikkat çekilmiştir. Nitekim ‘Şehirlerin anası’ Mekke bile Medîne‘de kurulan devlet eliyle fethedilmiştir.[2]
Medîne, Kur’ân ayetlerinde hem Yesrib ismiyle hem de Medîne ismiyle anılmıştır. Onun Câhiliyye Dönemi adı olan ‘Yesrib’in de Kur’ân’da anılması, İslâmî dönemle önceki dönemin mukâyese edilmesini de sağlamıştır. Medîne, hem ilk dönem Müslümanlarının hayatında önemli bir yer tutmuş, hem de sonraki dönem Müslümanlarına din, devlet ve medeniyet merkezi olarak ışık tutmuş, âdil ve fâdıl devlet ve merkezlerinin kurulmasına model olmuş bir İslâm şehridir.
İslâm öncesinde orada Kitap ehli ve müşrikler yaşamaktaydı. Ancak şehrin gündeminde henüz tam anlamıyla tevhîd yoktu. Zira Kitap ehli olduklarını söyleyen Yahudiler, menfaat merkezli bir hayatın içerisinde, fâiz, rüşvet, adâletsiz bir hayat tarzı sürdürüyorlardı. Yanı başlarındaki müşriklerin dinî hayatlarını da sadece seyrediyorlardı. Din, söylemlerinde vardı, lakin hayata yansımıyordu. Onlar, Peygamberlerinin emâneti olan dini bozmuşlar, değiştirmişler, parçalara ayırmışlar; belli konularda, belli kesimlerin hatırladığı bir araca dönüştürmüşlerdi. Kur’ân’ın dediği gibi: “Onlar yalana kulak verirler, haram yerler.”[3] “Onlardan çoğunun günaha, haksızlığa ve haram yemeğe koşuştuklarını görürsün. Yaptıkları ne kötüdür! Rabbe kul olanlar ve bilginlerin onlara günah söz söylemeyi ve haram yemeyi yasak etmeleri gerekmez miydi? Yapmakta oldukları ne kötüdür!”[4]
Çıkarcı Yahudilerin kışkırtması ile Medîne’de yaşayan Evs ve Hazrec Kabîleleri sürekli birbirleriyle savaşıp duruyorlardı. İki kardeş kabîle arasında devam eden ve Buas denilen bu savaş 120 yıl kadar sürmüştür. İslâm’ın gelmesiyle bu savaşlar sona ermiş ve Medîne’de dillere destan bir kardeşlik tesis edilmişti. Bu husus Kur’ân’da şöyle hatırlatılır: “Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini anın. Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.”[5] “Seni ve inananları yardımıyla destekleyen, kalplerini uzlaştıran O’dur. Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarfetsen bile, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın, ama Allah onları uzlaştırdı. Doğrusu O güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”[6]
Ne zaman ki hicretle birlikte Yesrib’e Peygamberimiz geldi, şehrin gündemine tevhîd oturdu. Şehir, vahyin aydınlığında yeni baştan inşâ edilmeye başlandı. Şehrin adı “Medîne” oldu ve orada medeniyetin merkezi bir şehir kuruldu. Önce Medîne mescidi yapıldı. Peygamberimiz (s.a.v.)’in ve Medîne’ye hicret eden onlarca Müslüman ailenin başlarını sokacakları evleri yokken önce mescid inşâ edildi. Ardından mescidde Ashâb-ı Suffe kuruldu ve toplumun önderleri eğitilmeye başlandı. Peygamber mescidinde örgün ve yaygın eğitim ve öğretimle insanlar yetiştirilmeye başlandı. Medîne’de yaşayanlarla ilk yazılı anayasa yapıldı. Ardından Medîne pazarına el atıldı ve pazara bir düzen verildi. Toplumun inanç dünyası şekillenirken, sosyal ve ekonomik hayatı da şekillendi. Medeniyetin temelleri bu şekilde atıldı. İbâdet, ahlak, eğitim-öğretim, ekonomi ve siyâset, bunların hepsi vahyin aydınlığında yeniden dizayn edildi. Bu temeller üzerine Saâdet Çağı inşâ edildi. Yahudilerin bile, “Yer gök adâlet üzerinde, yeryüzünde cennet Müslümanların eliyle kuruldu.” dedikleri bu çağ insanlığa model oldu. Artık Medîne, sadece kendini aydınlatan, içine kapanık kapalı bir şehir olmaktan çıkmış, kendini ve başka yerleri aydınlatan Münevver Medîne (Medîne-i Münevvere) olmuştu. Aydınlanmış şehir, artık kurulacak diğer şehirleri aydınlatmaya hazır hale gelmişti. Medîne’den Şam’a, Bağdat’a, Medâyin’e, Kostantıniyye’ye, Endülüs’e ve hatta Çin’e, Balkanlara uzanan geniş bir coğrafyaya bu model taşındı. Bu medeniyet modelinde adâlet, liyâkat, ahlak, ilim, irfan başta olmak üzere değerler mecmuası vardı. Bu modelde her hak sahibine hakkını vermek vardı. Güçlünün haklı olduğu değil, her zaman haklının hakkını alıncaya kadar güçlü olduğu bir anlayış hâkimdi. Komşusu açken tok yatanın dışlandığı bir anlayış vardı. Sabah siftahını yapmış olan esnafın, sonra gelen müşterisini komşu esnafa gönderen diğerkâm bir ruh vardı. Kendisi için istediğini kardeşi için de isteyen, hatta kendisi ihtiyaç halinde olsa bile, kardeşini kendisine tercih eden anlayışa sahip insanlar vardı. “Daha önceden Medîne’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar.”[7]
Bu çağda Müslüman olsun olmasın insanlar, huzur buldu. Akıl, din, can, mal, namus emniyeti sağlandı. Böylece şairin “Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta/Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!” diye tanımladığı toplum, erdemler şehrinin faziletli insanlarına dönüştü. Câhiliyye Dönemi eşkıyâsı, yerini İslâmî dönemin evliyâsına bıraktı. Artık o toplum “Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu/Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu” bilincinde yöneticilerin olduğu bir toplum oldu. Bu ruha sahip olan toplumlar, tarih boyunca güçlü medeniyet merkezleri kurmuşlar ve insanlığa güzel örneklik sunmuşlardır:
Bir zamanlar biz de millet hem nasıl milletmişiz
Gelmişiz dünyâya milliyyet nedir öğretmişiz
Kapkaranlıkken bütün âfâkı insâniyyetin
Nûr olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin
Bu modelden sonra İslâm şehirleri mescid merkezli olarak kuruldu. Artık şehirlerde bütün yollar mescide çıkar, çok yönlü ve çok amaçlı olarak kurulan mescidlerde İslâm insanı yetiştirilir, şehir mescide göre şekillenir, şehrin adresleri bile mescitlere göre belirlenirdi. Nitekim yeryüzünde ilk yapılan ev de Mekke’deki Kâbe idi. “Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke’de, dünyalar için mübârek ve doğru yol gösteren Kâbe’dir.”[8] Yeryüzü şehirleri bu mâbede göre şekillenmeliydi. Şehrin kalbi olan mescidler kurulmalı, şehrin fizikî yapısı o merkeze göre oluşturulmalı, şehrin ahâlisi de o merkezde yetiştirilmeliydi. Onun için insanlığın önderi ve örneği olan Hz. Peygamber (s.a.v.), “Kalbi mescitlere bağlı olan kişi, hiçbir korumanın olmadığı kıyâmet gününde Allah’ın koruması altında olacak.” derken bu gerçeğe işaret edecekti. Zira Ufuk Peygamberi (s.a.v.)’ne göre yeryüzü kendisine mescid kılınmıştı; buna göre o ve ümmeti yeryüzünü, mescid merkezli olarak kurmalı, orayı mânen ve maddeten tertemiz yapmalıydı.
Şehir anlamına gelen medîne, medeniyet, medenîlik ve din kelimeleri aynı kökten gelirler. Zira hak dinin inşâ ettiği medenî toplum, bilgi temeli üzerine kurulmuş, liyâkatli önderin liderliğinde, ahlâkî değerleriyle var olan bir toplumdur. Onun için Kur’ân’ın yetiştirmeyi hedeflediği bu toplum Peygamberlerin önderliğinde tevhîd dininin evrensel ilkeleri doğrultusunda kurulur, toplum fertlerinin yetişmesi ve olgunlaşıp pişmesi mescidde gerçekleştirilir. İşte hedeflenen bu toplum, bütün insanlığın hayrına olan, denge toplumudur. İyilikleri yaşayan ve başkalarına taşıyan, kötülüklerden uzak duran ve başkalarını da kötülüklerden kurtaran; kötü gidişâta seyirci kalmayan, aksine gündemi belirleyen; yanlışlara duyarsız kalmayıp onları düzelten ve engelleyen mûtedil/dengeli bir toplum. Kur’ân’ın tanımıyla:
“Böylece sizi insanlara şâhit ve örnek olmanız için tam ortada bulunan/dengeli bir ümmet kıldık. Peygamber de size şâhit ve örnektir.”[9]
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.”[10]
“Sizden, iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir ümmet olsun. İşte kurtuluşa erişenler yalnız onlardır.”[11]
Bugün insanlık, teknolojide, hayat standartlarında çok ileri noktalara geldi, lâkin gökdelenlerin gölgesinde kalan metropoller, ahâlisini mutlu edemedi. Buralarda yaşayan insanların her şeyleri var belki, ama mutlu değiller. Çünkü onların belki mideleri doymakta, ama ruhları doyumsuzluk girdabında kıvranmaktadır. Bir düşünürün dediği gibi, insanlık, kuşlar gibi havalarda uçmayı, balıklar gibi denizlerde yüzmeyi öğrendi; lâkin kardeşçe yaşamayı unuttu. Zira insan iki yönlü bir varlıktı. O hem beden hem ruhtan müteşekkildi. Onun bedeninin maddî gıdalara ihtiyacı olduğu gibi, rûhunun da mânevî gıdalara ihtiyacı vardı. Onun rûhunu doyuma erdirecek olan ise vahyin aydınlığında dinî hayattı. Çünkü yarattığı insanı en iyi bilen Yüce Yaratıcı’nın beyanı apaçık ortada idi: “Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur.”[12]
İnsanlığın kurtuluşu, yeniden huzuru için çare bellidir: İnsanlığın yeniden ve topyekûn Allah’a dönmesi, O’nun dinine göre hayatını şekillendirmesidir. Yüce Yaratıcı, insanlığa en güzel modeli, son Peygamberi eliyle bir kez daha sunmuştur. Elbette bu modeli öncelikle Müslüman olduğunu söyleyenler doğru bir şekilde tanıyıp hayata taşıyacaklar ve insanlığı bu modelle tanıştırıp buluşturacaklardır.
[1] Buharî, Fedâilü'l-Medîne 2; Malik, Medine 5.
[2] Halil İbrahim Molla Hatır, Fedâilü'l-Medineti'l-Münevvera, I, 158-159.
[3] 5/Mâide, 42.
[4] 5/Mâide, 62-63.
[5] 3/Âl-i İmrân, 103.
[6] 8/Enfâl, 63.
[7] 59/Haşr, 9.
[8] 3/Âl-i İmrân, 6.
[9] 2/Bakara, 143.
[10] 3/ Âl-i İmrân, 110.
[11] 3/ Âl-i İmrân, 104.
[12] 13/Ra’d, 28.
Ali AKPINAR
YazarKur’ân-ı Kerim’de onlarca âyet Peygamberimiz’den, onun peygamberliğine inanmaktan, onu izlemekten ve ona itâatten bahseder. Bu âyetleri şu başlıklarda toplamamız mümkündür:Peygamber (s.a.v.)’e inanmay...
Yazar: Ali AKPINAR
Prof. Dr. Kadir Özkeöse’nin hazırlayıp kaleme aldığı “Tasavvufî Ahlâk Abidesi İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (k.s.)’ın Tasavvuf Anlayışı” adlı eseri Nasihat Yayınları arasında yayınlanarak okuyucular...
Yazar: Yusuf HALICI
Korku bilmez gözüm, bükülmez kolum Ta Asya'dan dura, dura gelmişimKarlı yüce dağlar kesemez yolum Atımı dört nala süre süre gelmişimAltay dağlarında sümbül toplayıpKır atımla dere, çaylar at...
Şair: Hulusi TATAR
İslâm, madde ile mânâyı birlikte ele alır. İnsan beden ve ruhtan oluşmuştur. Yüce Yaratıcı, ilk insanı çamurdan önce bedenini yaratmış, ardından ona ruh vermiştir. Yani insanın maddesi önce şekillenmi...
Yazar: Ali AKPINAR