Engellilik ve İlâhî Adâlet İlişkisi
Ümmü Mektum... Mekke’de ashâb-ı kirâmın ilk iman edenleri arasında yer alır. Hicret’ten sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın ikinci müezzini olmuş ve Medine’de vâlilik yapmıştır. İsmi önceden Husayn iken, Sevgili Peygamberimiz bu sahâbenin adını “Abdullah” olarak değiştirmiştir. Annesi, Ümmü Mektum Atîke binti Abdullah el-Mahzûmiyye’dir. Ümmü Mektum Mekke’de ilk vahiy gelmeden önce dünyaya gelmiş, 636 (H. 15) senesinde vefat etmiştir.
Hicret öncesi Mekke Dönemi. Gizlilik devresinden sonra artık İslâm Mekke’de alenî olarak açıktan açığa anlatılmaya başlanmıştı. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu konuda, her fırsatı değerlendiriyordu. İslâm’ın anlatılmasında özellikle hac günleri ve panayırlar bulunmaz bir fırsattı. İşte yine bir gün Kureyş’in ileri gelenlerini İslâm’a davet ediyordu. Belki onlar Müslüman olursa, onları izleyen kabîleleri de toptan İslâm’a girer diye.
Tam da böyle bir zamanda Abdullah İbn-i Mektum Rasûlullah Efendimiz’in yanına gelip söze karışarak, “Ey Allah’ın Elçisi! Bana da Yüce Allah’ın sana öğrettiklerini öğret.” demişti. Bu sözünü birkaç kez tekrar etmişti. Görme engelli sahâbe Ümmü Mektum, Hz. Peygamber Efendimiz’in bu meşgûliyetini bilmiyordu. Sözünün sürekli kesilmesi Allah Elçisi’nin hoşuna gitmemişti. Ona dönerek bir an yüzünü ekşitti ve tekrar Kureyş Kabîlesinin ileri gelen kodamanlarıyla konuşmaya devam etti. İşte bu olay üzerine Abese Sûresi’nin şu âyetleri nazil olmuştu:
“Yüzünü ekşitip başını çevirdi. Görme engelli o kişi geldi diye. Ama (ey Peygamber!) Sen nereden bileceksin, belki o kendini arındıracaktı. Yahut o bir öğüt alacak, bu öğüt kendisine fayda verecekti. Sen ise kendini her bakımdan ihtiyaçsız görenle ilgileniyorsun. Onun arınmamasından sen sorumlu tutulmayacaksın ki! Gönlünde Allah korkusu taşıyarak koşup sana geleni umursamıyorsun!”[1]
Görüldüğü gibi bu âyetlerde Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ve onun şahsında bütün İslâm davetçilerine Allah’ın dini anlatılırken, “Hakk’a karşı kör kimseleri” Hakk’a ve hakîkate istekli olan bir “âmâya” tercih edilmemesi gerektiğine dikkatler çekilmekte, bu görme engelli sahâbe üzerinden ümmete ders verilmektedir. İnsanın, doğuştan ya da sonradan; bedenî, zihnî, rûhî, duyusal ve sosyal yeteneklerini kaybetmesine “engellilik hali” denilir. Görme, işitme, yürüme vb. gibi engelliliğin birçok türü vardır.
Engelliler, topluma uyum sağlamada ve günlük ihtiyaçlarını yerine getirmede birçok zorluluklarla karşılaşabilmektedirler. Bunun için de korunmaya, bakıma ve rehabilitasyona ihtiyaçları vardır. Onun için engelli kişiler bir başka kişi ya da sosyal kurumların danışmanlık ve destek hizmetlerine muhtaçtırlar. Halk arasında bu insanlara “özür ya da mazeret sahibi kişiler” de denilir. Ülkemizde istatistikler yaklaşık olarak nüfusun % 10’unun engelli olduğunu göstermektedir. Bu açıdan dünden daha çok günümüzde sosyal devlet anlayışının bir gereği olarak engelli vatandaşlarımızın hayatlarını kolaylaştırmada her türlü destek üniteleri artırılmıştır.
Biz makalemizin asıl konusu olan engellilik ve ilâhî adâlet ilişkisine dönelim. Hakîm olan Yüce Allah bir bütün olarak varlığı hikmetine uygun bir tarzda muhkem olarak var etmiştir. O’nun eylemi olan hikmet ise, bir şeyi yerli yerince yaratmaktır. Buna göre adâletin temel anlamları arasında eşitlik, eşit, denklik ve hakkâniyet gibi anlamlar varken ve her şey İlâhî hikmete göre yaratılmışken, nasıl oluyor da milyonlarca insan içerisinden bazı kimseler sağlam, bir kısmı da engelli olarak yaratılmışlardır?
İslâm inancına göre insan, Yüce Allah’ı tanımak, verdiği sayısız nimetlere şükretmek ve tam mânâsıyla da O’na kul olmak üzere yaratılmıştır. İnsanda dinî sorumluluğunun ölçüsü, mümeyyiz bir akla sahip olmak ve ergenlik çağına ulaşmaktır. Bu yaşa gelen ve irâde özgürlüğüne sahip olan her Müslüman dinî sorumluluklarını yerine getirmekle mükelleftir. İnsandan ihtiyârî ve ıztırârî olmak üzere iki fiil sâdır olur.
İhtiyârî fiiller tamamen insanın özgürlük alanıyla ilişkili iken, ıztırârî fiiller ise, bu özgürlüğün dışında gayr-i irâdî olarak meydana gelir. “Engellilik” dediğimiz olgunun bu her iki fiille de bağlantısı vardır. Engellilik daha çok insanda irâde dışı meydana gelen “ıztırârî fiiller” kapsamına girer. Engelli olmak bazen genetik, bazen insanın anne ve babasının ve kendisinin hatâlarından, çoğu zaman da dış sebeplerden kaynaklanmaktadır.
Bununla birlikte olayın imtihan boyutu da unutulmamalıdır. Nitekim bir âyette bu sınama ile ilgili: “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”[2] buyrulurken, bir başka ayette de, “Ant olsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”[3] buyrulmaktadır.
Genel anlamda Allah’ın insanları bu tür sıkıntılarla imtihan etmesi her zaman mümkün olduğundan, âyetlerin anlamı ve amacı da mutlak ve geneldir. Buna göre Yüce Allah Müslümanları İslâm’ın ilk yıllarında denediği gibi her zaman da deneyebilir. Allah’a dayanıp sıkıntılar altında acı çekenler hem dinî hem de dünyevî bakımdan hep kazanmışlardır. Özellikle Bakara Suresi’nin 155. âyetinin sonunda “Sabredenleri müjdele.” buyurularak yeniden sabra vurgu yapılmış; yine aynı surenin 156. âyetinde bu sabrın imanla ve teslimiyetle bütünleşmiş bir sabır olduğu belirtilmiştir.
Bu âyetler bir yandan Hz. Peygamber (s.a.v.)’le ona inanan ilk Müslümanların sahip oldukları kesin imanla yüksek ahlâkı ve üstün moral gücünü yansıtmakta; bir yandan da örnek Müslümanın karakteristik yapısını tanımlamaktadır. Bu yapının temel taşı Allah’a sarsılmaz iman, güven ve teslimiyettir; sadece Allah’a ait olduğumuzun ve en sonunda O’na döneceğimizin bilinci içinde, başarı ve kurtuluşu da yalnız Allah’tan beklemek, bu imanın bir ürünü olarak Allah karşısında her zaman ümitli ve iyimser olmaktır.[4]
İşte başımıza gelen engelli olmak da bu imtihanın bir sonucudur, bizden beklenen, varsa tedavi imkânlarını araştırmak, bir yandan da bunun bir imtihan olduğu bilinciyle hareket edip sabretmesini bilmektir. Biz nereden bilelim? Belki de Yüce Allah, gâfil ve nankör insanları engelliler yolu ile uyarmayı ya da korku ve ümit dengesini hissettirmekle, kendi Rubûbiyyetine ilticâ ve kulluğu hatırlatıyor olmayı murâdetmiş de olabilir.[5]
Hikmet, varlık düzeninde her şeyi yerli yerince koymak ve yaratmaktır. Elbette Yüce Allah ana rahminde bulunan bütün ceninleri tâmmü’l-hilka/yaratılışı tam olarak yaratır. İlâhî adâlet, hikmet ve adâletinin bir gereği olarak yaratılışta iyiliği gözetir. Eğer yaşadığımız toplumda engelli bireyler varsa -ki vardır- elbette bunun bir kısım ârizî sebepleri vardır. Bu sebepler arasında; kan uyuşmazlığı, annenin yaşı, beslenmesi, hamilelikte kullandığı ilaçlar, içki-sigara-uyuşturucu gibi alışkanlıkları, radyasyona maruz kalma, psikolojik sorunlar, akraba evliliği, geçirdiği hastalıklar (özellikle hâmilelikte), kazâlar, geçirdiği travmalar, çocuk-anne arasındaki genetik aktarımlar sayılmaktadır.
Tabîî ki çoğu insan hatâsından kaynaklanan engellilik sebepleriyle birlikte hâlâ açıklanamayan engellilik nedenleri vardır. Ârizî olarak insan müdâhalesinin bulunmadığı alanda meydana gelen engellilik halleri, İlâhî adâlet-fayda-hikmet ve imtihan ilkesi gözetilerek açıklanabilir. Bizim açımızdan şer gibi gözüken engellilik durumunun arka planında, Allah’ın diğer kullarına ibret ve ders vermek istemiş olması ile birlikte, bilme imkânımız olmayan daha başka özel yönler de bulunabilir.[6] Sağlık alanında ilmî gelişmeler arttıkça, toplumların refah düzeyleri yükselip insan hatâları asgarî düzeye indirildikçe engelli bireylerin sayısı da ma’kul ve minimum bir düzeye düşecektir. Gelişmeler de bunu göstermektedir.
İslâm inancına göre yaratan ve yöneten Allah’tır. O, mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Kazanmak ve tercihte bulunmak insandan, yaratmak Allah’tandır. Bu bağlamda engelli olmak da bir fiil olduğuna göre bunu da O yaratmıştır. Bu tür meselelere iki açıdan bakılmalıdır. Kendilerine engellilik hâli isâbet etmeyen kimseler, isâbet edenlerin durumundan ibret alıp ders çıkarmalı, dinî hayatlarını disiplin altına alıp Allah’a şükretmelidirler. Engellilik hali kendilerine isâbet eden kimseler ise sabredip şükretmeli, Allah’ın âdil-i mutlak olduğuna inanıp büyük bir huşû içinde hayatlarını yaşamaya gayret sarf etmelidirler.
Yüce Allah mutlaka kullarının içinde bulundukları hallere vâkıftır. O’nun merhameti ve ilmi her şeyi kuşatmıştır. Bu sebeple şekvâ ehli değil, şükür ehli olmak bir fazilettir. Müslümanlık tarihinde nice görme, işitme, yürüme vb. engelli olan mü’minler örnek âbide şahsiyetler olmuşlardır. Kim bilir, ilâhî hikmetin bir gereği olarak istenmeyen bu tür haller, insanın kendisini günahlardan korumasına, Allah’a daha çok yaklaşıp tazarrû ve niyazda bulunmasına, böylece de uhrevî hayatını kazanmasına vesile olabilir. Çünkü bu dünya hayatı geçici olup, ebedî âleme kıyasla çok kısadır. Esas olan da öte dünyadır.
Sonuç olarak, Yüce Allah’ı bilmenin önünde hiçbir engel yoktur. En büyük engellilik, insanın Allah’ı bilmemesi ve tanımamasıdır. Yaşadığımız dünyada ister mükellef olsun, isterse olmasın bütün canlılara isâbet eden engellilik gibi istenmeyen durumlar vardır. Özellikle Müslüman insan, engellilikten dolayı, “Dünyada Allah beni mi buldu?” diye İlâhî adâleti sorgulama gibi hoş olmayan fiiller içerisine girmemelidir. Çünkü kötülükler kılık değiştirmiş iyilikler gibidir.
Yerine göre kötülük gibi görülen şeylerin zımnında sayısız iyilikler vardır, biz bilemeyiz. Engellilik durumu, ilâhî fiillerin dışında değildir. Allah’ın fiillerinde hikmet vardır. Bizler başımıza gelen bu durumlar karşısında eğer tedavisi mümkünse tedavi olma cihetine gideriz. Tedavisi mümkün değilse, bunun bir imtihan olduğuna inanır ve bu imtihanı başarmak için bütün gücümüzle sabrederiz. Sağlıklı olan kişiler de bu olaylar karşısında ibret alırlar, Yüce Allah’a daha çok yalvarırlar, şükrederler, engelli kardeşlerine karşı ellerinden gelen bütün iyilikleri yaparlar.
Yaratmak ve yönetmek Allah’a aittir. Yaptığı fiillerden sorumlu olmayan Yüce Allah’ın her fiilinde ortaya çıkan ve çıkmayan, bilmediğimiz sayısız hikmetler vardır. Hikmet, bir amaç olarak, nihâyetinde insanın yararına döner. Bütün bu gerçekliklere rağmen Rabb’im bizleri her türlü noksanlık ve ârızadan korusun, başımıza gelirse de bizleri isyana değil itâat etmeye ve sabretmeye yöneltsin.
[1] 80/Abese, 1-10.
[2] 67/Mülk, 2.
[3] 2/Bakara, 155.
[4] Bkz. Diyanet, Kur’an Yolu Tefsiri, I, 241-42.
[5] Bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelam, İstanbul: Bilmen Yayınları, ts., s. 313.
[6] Veysel KASAR, “Allah’ın Adalet ve Hikmeti Bağlamında Engellilik Problemi”, Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 18, Sayı 29, Ocak–Haziran 2013, s. 100.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarProf. Dr. Kadir Özkeöse’nin hazırlayıp kaleme aldığı “Tasavvufî Ahlâk Abidesi İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (k.s.)’ın Tasavvuf Anlayışı” adlı eseri Nasihat Yayınları arasında yayınlanarak okuyucular...
Yazar: Yusuf HALICI
Dinde, akıl sahibi olan ve ergenlik çağına adım atan kadın ve erkek her Müslüman, Allah’ın kendilerine yüklediği fiillerden sorumlu tutulmuştur. Bu âlemde hiçbir varlık başıboş değildir. Hayvanl...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Rûh, sözlükte, “rüzgâr, koku, kuvvet, can, nefes, canlılık, öz”, mânâlarına gelir. Istılahta ise rûh, “insan bedeninde bulunan hayatın temeli, maddî olmayan yalın bir cevher, h...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Her bidâyetin bir nihâyeti vardır. Bizler fânî varlıklarız. Bâkî olan sadece Yüce Allah (c.c.)’tır.Esas olan O’nun istediği gibi bir hayatı yaşayabilmektir. İnsan hayatı, doğum ve ölüm arasında ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ