Farabî’de Şehir Kavramı: "El Medinetü’l-Fâzıla"
Farabî, 9. asırda Türkistan’ın Farab şehrinde doğmuş, 10. asrın ortalarında Şam’da vefat etmiş (870-950) bir Türk bilginidir. Yaşadığı asırlar Türklerin toplu olarak henüz İslâm’ı kabul etmedikleri bir döneme rastlamaktadır. Bu gösteriyor ki, İslâm daha o asırlarda bile Türkistan bölgesine ulaşmış ve birçok aile onunla şereflenebilmiştir. Hatta onunla yetinmeyerek, o bölgede gelecek asırlarda bile önemini koruyan Farabî gibi büyük İslâm mütefekkirlerini yetiştirmiştir. Farabî’nin önemi, elbette ki sadece bu özelliğiyle sınırlı değildir. Onun Aristo ve Eflatun’u Arapçaya tercüme faaliyetleri, onların görüşlerinden ziyade, muhakeme ve felsefi disiplinleri oluşturma metotlarından hareket ederek İslâm düşünce sistemini kendi zeminine yerleştirmede öncülük etmesi büyük önem taşımaktadır.
Burada, Farabî’nin İslâm Felsefesi’ndeki yerinin anlaşılması bakımından Ord. Prof. Dr. Ernst von Aster’in “Felsefe Tarihi”de ‘İslâm Felsefesi’ni işlediği bölümüne ilk isim olarak Farabî’yle başlaması önemlidir bir hususiyettir. Farabî’nin devamında İbni Sina ile gelişen geniş bir listeye dikkatimizi çeker. Aster, Farabî’den söz ederken; “İslâm Felsefesinde önce, başlı başına bir kişilik olarak ‘Farabî’ ile karşılaşıyoruz. Aslen Türk olan Farabî için her bilgide Allah’a katılmak, Allah tarafından aydınlatılmış olmak esastır. Bu nedenle onda her mistikte olduğu gibi, gözlem aksiyondan üstündür.”[2] tespitinde bulunur.
İslâm kültürüne, felsefi disiplini kazandıran bu büyük Türk bilgininin çok sayıda eseri vardır. Biz burada, o yıllarda, yani bundan bin küsur yıl önce şehirleşme olgusuna bakışını anlattığı “El Medinetü’l-Fâzıla (Faziletli, üstün şehir)” isimli kitabından hareket ederek, şehir felsefesine bakışının üzerinde duracağız.
Farabî’nin neden din eksenli düşündüğünün kavranabilmesi için önce bu “medine” kavramının üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum.
“Arapça’da ‘medeniyet’ kelimesi, şehir anlamına gelen ‘medine’den, ‘medine’ kelimesi ise ‘din’den türemiştir. Din Arapçada (deyn) şeklinde yazılır. Bu kelimenin ayrıca bir manası daha vardır; (borç) demektir. Bunun izahı yapılırken de, “bir vakte aktarılıp tehir edilmeyen borç” anlamına geldiği belirtilir. Ki, dinin hikmeti de burada ortaya çıkar. Yani kul Allah’a karşı kendisini borçlu hissedecektir. Bu borç, herhangi bir vakit ile sınırlı değildir. “Ölene kadar kulun Allah’a kulluk borcu” ifadesi de buradan kaynaklanmaktadır. Böyle olunca medeniyet, şehir ve insan ilişkisi bakımından Farabî’nin meseleye eğilmesi biraz da dinî zaruretten doğmaktadır. Bunun için de kitabının önemli bir kısmını insan inanç ve imanıyla ilgili bölüme ayırır. “İnsanın Topluluk ve Yardımlaşmaya İhtiyacı Hakkında”ki bölümünde ise, sosyolojik bir tanım yapar:
“Muhtelif insanların bir araya gelmelerinden topluluk peyda olur (ortaya çıkar). Bunlar da ya kâmildirler veya eksiktirler. Kâmil olanlar üç kısma ayılır: Küçük, orta ve büyük. Büyük topluluk, yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir. Ortancası, yeryüzünün (ayrı ayrı) milletlerinden teşekkül eder. Küçüğü ise bir milletin topraklarında oturan şehir halkından ibarettir. Eksik topluluk ise, köy, mahalle, sokak ve ev halkından teşekkül eder.”
Bu genel sınıflandırmadan sonra, şehir faktörü üzerinde durur. Onun, şehri merkeze alması, diğerlerinin önemini dikkate almadığı anlamında değildir elbette. Yaşadığı dönemin sosyo kültürel ve sosyo politik ve hatta sosyo ekonomik özelliklerini dikkate alırsak, bir felsefeci için şehrin irdelenmesinde zaruret vardır.
Özel ilgi alanı olarak şehir üzerinde düşüncelerini vereceği için önce böyle bir tasnif yapmış ve sonra bütün içindeki bu parçanın meselelerine eğilmiştir. Bunu belirttikten sonra, O’nun bu konuya bakışına yönelebiliriz:
Arapça bir terim vardır: “Şeref’ül-mekân bi’l-mekîn/Bir mekânın şerefini yücelten orada yaşayanlardır.” Farabî, bu mantıkla şehri ele alır ve orasının “Fazıl Şehir” olma ön şartını, bu şehri yöneten insanların kalitesine bağlar. Aslında o “Şehir nedir?” sorusuna cevap ararken şehrin tanımını şöyle yapar:
“Fâzıl Şehir, tam sıhhatli bir vücuda benzer. Bu vücudun uzuvları nasıl çeşitli iseler, yaratılış ve kuvvetleri bakımından nasıl bir birlerinden üstün iseler ve hepsinin başında başrolü oynayan kalp -adında bir uzuv- varsa bu hâkim uzva mertebece yakın olan uzuvlar ve bunların birbirleriyle sıkı münasebetleri bulunan diğer uzuvlar varsa bu tabi uzuvlara bağlı başka uzuvlar ve nihayet işleri güçleri yalnız başkalarına hizmet olan daha aşağı uzuvlar v arsa, şehirde böyledir. Yani şehri teşkil eden unsurlar, yaratılışta çeşitli ve birbirlerinden üstün yapıdadırlar. Bunların arasında riyaset vazifesini gören bir insanla, mertebece ona yakın başka kimseler bulunur. Bunların her biri kendi kabiliyet ve mertebelerini resin gayelerine uygun bir surette kullanır. Bu yüksek rütbe sahiplerinin emrinde başka kimseler bulunduğu gibi, bunların da emrinde başkaları bulunur. Meratib silsilesiyle (sıralamayla) böyle alçala alçala nihayet en aşağı tabakalara varılır ki bu sonuncular, artık başkalarına emretmeyip yalnız aldıkları emirleri yerine getirirler.”
Farabî, bundan sonra doğrudan “şehrin niteliği”ne etki yapacak temel faktörler üzerinde durur ve şehri tek başına yöneticisiyle özdeşleştirir ve şehri yönetecek insanın böyle bir görevi üstlenmesindeki temel disiplini de açıklar:
“Fazıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: Birisi reisin, siyasete tabiat ve yaratılışı ile müstaid (istidatlı-kabiliyetli) bulunmasıyla; diğeri reisin heyetçe ve iradi melekesi ile riyasete yetenekli olmasıyladır.”
Bundan sonra bu yeteneklerin detayına girer ve böyle bir şehir yöneticisinde bulunması gereken önemli vasıfları sayar:
“Üzerinde hiçbir kimse bulunmayan reis: O, fazıl şehrin önderi ve birinci reisidir; o hem fazıl milletin reisi hem meskûn olan yeryüzünün reisidir. Bu hal ancak, doğuşunda an iki meziyeti kendisine toplayan kimseye nasip olur:
Evvela vücudunun tam ve her uzvunun kıvamında olması lazımdır ki, vazifesini kolayca yapsın.
Sonra kendisine söylenen her şeyi tabiatıyla iyi kavrayıp anlaması lazımdır ki hem söyleyenin maksadını, hem de söz konusu olan şeyi olduğu gibi anlasın.
Sonra hafızası kuvvetli olmalı ki anladığı, gördüğü, işittiği ve sezdiği her şeyi iyi bellesin ve unutmasın.
Sonra uyanık ve zeki olması lazımdır ki gördüğü en ufak delili anında fark edip yerinde kullanmasını bilsin.
Sonra güzel konuşmasını bilmeli ki zamirindeki her şeyi açıkça izah etsin.
Sonra öğretmeyi ve öğrenmeyi sevmesi, buna kendini kaptırmış olması ve her şeyi kolayca öğrenmesi lazımdır ki öğrenme ve öğretme yorgunlukları onana ıstırap versin, ne de vücudunu hırpalasın.
Sonra yemeye, içmeye, kadınlara düşkün olmaması ve tabiatıyla oyundan sakınması lazımdır.
Sonra doğruluğu ve doğruları sevmesi, yalandan ve yalancılardan nefret etmesi lazımdır.
Sonra ulu olması, ululuğu sevmesi lazımdır ki utandırıcı şeylere düşmesin ve tabiatıyla hep yüksek şeyleri arasın ve gümüşle altın gibi şeylere ve diğer dünyalıklara göz koymasın.
Sonra adaleti ve adalet ehlini sevmesi, istibdattan, zulümden ve zalimlerden nefret etmesi lazımdır ki hem kendi akrabasından, hem başkalarından hak arasın, onları hakka davet etsin, istibdat kurbanlarının imdadına yetişsin, iyi ve güzel bildiği her şeyi desteklesin.
Sonra mutedil mizaçta olmalı ki kendisinden adalet istendiği zaman şiddet göstermesin, titizlik ve aksilik etmesin; fakat istibdada ve kötülüğe davet edildiği zaman şiddet ve aksilik göstersin.
Sonra büyük bir azim ve irade sahibi olmalı ki zaruri bulduğu şeyleri gerçekleştirmek hususunda cesaret göstersin, korkak yahut yumuşak olmasın.”
Farabî, bu şartların doğal olarak bir kimsede toplanmasının güç olduğunu da hatırlatır ve hiç olmazsa bu şartlardan beş-altısını kendisinde bulundurana bu görevin verilmesi gerektiğini söyler: “Bu da olmaz ise, halk uygun bulduğunu kendi yönetiminin başına getirmelidir”, der. Bunun da beş ayrı maddede zikrettiği özelliklerini söylerken kendisinden önceki adil şehir yöneticisinin uygulama geleneğini devam ettirmesinin önemine vurgu yapar, bu da olmaz ise, bu şartları ayrı ayrı kendisinde bulunduran bir koalisyonun şehri yönetmesi gerektiğini söyler. Bir şehrin yıkılmasına zemin hazırlayan tek şartın ise, “hikmet”i kendisinde bulunduracak bir yöneticinin olmamasıdır. Bunu şöyle izah eder:
“Hikmet riyasetin şartı olmaktan çıktığı gün -diğer şartlar bulunsa bile- fazıl şehir yöneticisiz kalır. Şehri idare eden reis olmayınca şehir tehlikeye maruz olur. Kendisine teslim olacak bir hâkim bulamayan şehir, gecikmez yıkılır!”
Filozofumuz burada “hikmet”ten ne kastettiğini açıklamıyor ancak verdiği tanım, “vahye dayanan tebliğin tatbikçisi ve adil olması” gerektiği şeklindedir.
Şehir yöneticisinden ibaret değildir elbette. İyi bir yöneticinin olması, bir şehrin iyi olmasına yetmez. Halkının da yöneticisinin niteliklerini kavrayacak ve uygulayacak vasıfta olması gerekir. Farabî bu hususa da dikkatimi çeker ve şehirlerin niteliklerini şöyle anlatır:
“Fazıl şehre aykırı olan şehirler şunlardır: Cahil şehir, fâsık şehir, değişmiş şehir, şaşkın şehir. Fazıl şehre aykırı olan fertlerden de şehir belalarını (belalı kimseleri) saymak lazım.
Cahil Şehir: Öyle bir şehirdir ki, halkı saadeti ne tanırlar e düşünürler. Kendilerine öğretilse bile ne onu kabul ederler ne de ona inanırlar. Onlar ancak sıhhat, servet, şehvet, serazad (başıboş) olmak, saygı ve itibar kazanmak gibi şeylere hayatın gayesi nazarıyla bakarlar.
Bu şehir başka bir sürü şehirlere ayrılır:
Zaruri Şehir: Bunun halkı yaşamak için yiyecek, içecekten, giyecekten, evden ve kadından ancak zaruri olan miktarla yetinirler ve bu şeyleri elde etmek için birbirlerine yardım ederler.
Değiştirici Sarraf Şehir: Bunun halkı ancak servetlerini artırmağa çalışırlar. Topladıkları serveti başka uğurda kullanmayıp onu hayatın gayesi addederler.
Bayağılık Bedbahtlık Şehri: Bunun halkı hayatın maddi zevkine düşkündürler. Yemek, içmek, şehvet peşinde koşmak, tahayyüle dalmak gibi şeyleri, hele eğlence ve şakayı her şeyden üstün tutarlar.
Haysiyet Şehri: Bunun halkı başka milletler arasında ün ve itibar kazanmak, övülmek, saygı görmek şan ve şöhretlerini artırmak için el ele verirler.
Tagallüb (Zafer) Şehri: Bunun halkı başkalarını ezmeye fakat başkaları tarafından ezilmemeye çalışırlar. Bütün zevkleri zaferden ibarettir.
Cimai Şehir: Bu şehir halkı başıboş yaşamayı, dilediklerini yapmayı severler.
Bu şehirlerin halkları kralları tarafından istedikleri gibi idare edilirler.
Fâsık Şehir: Düşünce itibariyle fazıl şehirlerden fark edilmezler. Ulu ve Aziz Allah’a fazıl şehir halkı gibi inanırlar Fakat işleri cahil şehir halkının ileridir.
Değişmiş Şehir: Eskiden fazıl şehir halkı gibi düşünüp yaşarken başka fikirlerin tesiriyle değişmiş ve başka türlü çalışıp yaşamaya başlamışlardır.
Şaşkın Şehir: Dünya hayatından sonra saadete kavuşacaklarını zannetmekle beraber, Allahu Teâlâ hakkında fâsık fikir güderler.
Bu şehirlerin yöneticileri fazıl şehir yöneticilerinin zıddı sayılırlar, halkı da öyledir.”
Farabî’nin idealindeki şehir, “Fazıl Şehir”dir. Ona göre, bu şehrin halkının da önemli nitelikleri olmalıdır. Böyle bir şehirde yaşayan halk niye yaşar, nasıl yaşar, bunların da disipline edilmiş olarak anlatılması gerektiğinin üzerinde durur. Ona göre insanların ‘aidiyet duygusu’ ile ‘kolektif sorumluluğu’ toplumu huzura götüren iki önemli dikkat alanıdır:
“Fazıl şehir halkının bildikleri ve yaptıkları müşterek şeyler bulunduğu gibi, bilimde ve işte saadet merhalesine bu iki şeyle varırlar: Biri, ferdi başkasına bağlayan beraberlikle. Diğeri, ferdi mensup olduğu zümreye bağlayan beraberlikle. Her fert bu iki saadete ulaşmak için çalıştığı takdirde üstün bir ruh seviyesine ulaşır.”
Farabî, şehirleri, kültür ve medeniyetin tek belirleyicisi, yücelticisi ve yayıcısı olarak görür. Şehirlerin bu niteliklerine evvela iyi bir yönetici ile sonra eğitilmiş bir halk ile varılacağını söyler. Ona göre, bir yapı yığınından çıkıp şehrin insanileşmesi, için yönetenle yönetilenin vasıfları çok önemlidir. Eğitilmemiş bir toplumun adaletinin zulme dönüşeceğinin altını çizer ve “fâsık şehir halkının adaletini zorbalığın hâkimiyeti” olarak açıklar. Hatta bunların inançlarındaki takva hallerinin bile samimiyetten uzak istismara yönelik bir yaşama biçimi olduğunun altını çizer.
Yaşadığı dönemin özelliklerini dikkate alırsak, Farabî Aristo ve Eflatun’dan etkilenmiş olsa bile, İslâmî disiplin içinde bir şehir hayatından yanadır. Eflatun’un devlet anlayışında özel mülkiyeti reddedilir, kadın dahi ortak sayılır, çok tanrılı bir inanç sistemi vardır.[3] Farabî’nin dikkatli bir Müslüman felsefeci olarak bunları benimsemesi mümkün değildi. Şehirler, onun tanımıyla ‘fazıl’ ve ‘fâsık’ olarak ikiye ayrılsa da, burada yaşayan insanların tamamını bu iki belirleyici ortak nitelik etrafında toplamak pek mümkün değildir. Fazıl şehirde pek ala kötü insanlar da bulunabilir. Zaten kendisi de yöneticilerinin istenilen bütün vasıfları taşımasının güçlüğünde söz eder ve hiç olmazsa bunlardan birkaçını kendisinde bulunduranın şehrin reisi olması gerektiğini söyler. Fâsık şehirde de kuşkusuz iyi insanlar bulunacaktır. Ancak çoğunluğun hâkimiyetiyle böyle bir sınıflandırma dikkate alınmış olmaktadır. Kendisinin ömrünü Bağdat ve Halep’te sultan saraylarında geçirmiş olmasını düşünürsek bir anlamda himayelerinde bulunduğu devlet erkânına taşımaları gerektiği tavrı tavsiye etmiş olmalıdır.
Burada dikkate alınması gereken bir önemli husus, kendisi felsefeci kabul edilen Farabî’nin şehrin tanımını yaparken daha çok sosyolojik hususları dikkate almış olmasıdır. Şehirlerin fiziki dokusu kadar beşeri dokusunun önemi elbette göz ardı edilemez.
Şehir her şeyden evvel bir sosyal muhit oluşturur ve onun içinde varlığını sürdürür. Bundan dolayı da siyasi ve sosyal özelliği yanında bir de yerleşim hususları, varlığını koruyup sürdürme stratejisi vardır. En önemlisi de şehrin iç ve dış güvenliğidir. İyi bir yönetici şehri iyi idare eder, ama güvenlik konusunda zaaf varsa, bu yöneticinin gücünü de aşabilir. Bakınız bizim o yıllardaki tarihimizde bu yönde çok önemli bir uyarı yapılmıştır. “Börteçine’nin vefatından sonra evlatları birbirinden ayrılırlar. Bunlar Çinlilerle savaşırlardı. Bunlardan birisi Çin şehirlerini görmüş ve aynı şekilde şehir kurmak istemiş, ancak kumandanlarından birisi: ‘Efendim, biz Çinlilerin onda biri kadarız. Bizim kuvvetimiz ancak serbest kalıp hareket etmemizdedir. Hâlbuki şehir halkı kafeste yaşar gibi surlarda yaşarlar.’[4], diyerek buna karşı çıkmıştır. O yıllarda da bu güvenlik kaygısının aşıldığını sanmıyoruz. Ayrıca, geçinme yollarının, iş, meslek ve sanat sahibinin, zanaatkârlığın, ulaşımın, altyapı hizmetlerinin hem yönetenler için, hem de halk için ciddi bir sorun olduğu aşikârdır. Şehircilikte yöneticinin en büyük sorunu bunlarla başlar. Bu, günümüzde de geçerliliğini koruyan bir ana problem alanıdır. Elimizdeki çalışmada, bu dikkat noktalarına karşı herhangi bir uyarıcı bilgi pek yoktur. Anlaşılan kendi şehir anlayışında işin maddi tarafını değil, sadece beşerî tarafını düşündüğünü göstermektedir. Buna rağmen, Farabî gibi bir mütefekkirin, on asır öncesinde şehircilik meselesine ilgi duyması, kabul etmek gerekir ki olağanüstü bir öngörüşlülüktür. Türk İslâm toplumuna musikide, şiirde, felsefede yeni anlayışlar getiren bir insanın şehri bu gayretin dışında tutması düşünülemezdi. Galiba onu üstün insan konumuna taşıyan da bu yanı olsa gerektir.
[1] Farabi, El Medinetü’l Fâzıla, (Çev. Nafiz Danışman) M.E.B. Yayınları, İstanbul 1990. s. 79 vd.
[2] Ord. Prof. Dr. Ernst von Aster’in Felsefe Tarihi, Çev. Vural Okur), Düşüncebil-im kitapları, İstanbul 2005 s. 342.
[3] Bk. Eflatun; Devlet (Çev. Ersin Uysal) Dergâh Yayınları İstanbul-2005
[4] Corci Zeydan; İslâm Medeniyeti Tarihi (Çev. Zeki Megâmiz), Üçdal Neşriyat Yayınları, İstanbul 1976, c. 2, s. 213.
Muhsin İlyas SUBAŞI
YazarBu sancak rengini kandan almıştır,Hiç kimsenin kan dökmeye hakkı yok!..Bu topraklar ceddimizden kalmıştır,Hiç kimsenin taş sökmeye hakkı yok!..Erdik yine Çanakkale meşkine,Gurbet elde kalan, dönmüş şa...
Şair: Halil GÖKKAYA
İnsanın hayatında gel-gitler çok olur. Çeşitli sebeplerden dolayı bazen kendisini çok coşkulu hisseder; son derece mutludur. Etrafındaki herkes ondaki bu değişikliği hemen fark eder. Çünkü alışılmışın...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Hasret bir alev oldu tende yanmak üzere Gönlümdeki uykudan gül uyanmak üzere Suları çekilse de denizi besler yağmu...
Yazar: Muhsin İlyas SUBAŞI
Bazı konular vardır ki bahsetmek lazım mıdır, yoksa susmak mı gerekir tam kestiremezsiniz. İki arada bir derede sıkışıp kalırsınız. Bahsetseniz yanlış mı anlaşılır farklı yerlere mi çekilir diye düşün...
Yazar: Erol AFŞİN