Prof. Dr. Turgut Koçoğlu ile Dîvân Edebiyatı ve Hulûsi Efendi Dîvân’ı Üzerine Röportaj
Genel çerçevede Dîvân edebiyatı deyince okuyucularımız ne anlamalıdır? Dîvân şiirinin özelliklerinden bahseder misiniz?
Türkler, İslâmiyet’i kabul etmekle sadece dinî anlamda değil sanat ve estetik noktasında da İslâm kültürünün tesirinde kalmıştır. İslâm öncesi sanat ve şiir geleneğini sürdürmekle birlikte, İslâm kültürünün şiir ve estetik anlayışını da benimseyen Türkler, 11. yüzyılda “Kutadgu Bilig”, “Dîvân-ı Hikmet”, “Atabatü’l-Hakayık” gibi eserlerde aruz kalıbını kullanmaya başlamış ve muhteva olarak İslâm inancı ve ahlâkını anlatmışlardır.
13. yüzyıldan itibaren Fars edebiyatının etkisi artmış ve Hoca Dehhanî gibi şairler profan (din dışı) konuları şiirlerinde dile getirmiştir. Aşk, şarap, meyhane, sevgili, gül, bülbül vs. gibi maddî ve beşerî anlamlar içeren kelimelere zaman içerisinde tasavvufî manalar da yüklenmiştir. Böylece dîvân şiiri genel olarak çok yönlü bir çehreye sahip olmuştur. Bağlamı içerisinde dîvân şiiri ürünlerinin maddî/beşerî ya da tasavvufî yönden yorumlanması mümkün olmuştur. Hatta birtakım şairler dinî-tasavvufî mana ve mefhumları, beşerî kavramları sembolleştirmek suretiyle anlatmışlardır.
Dîvân edebiyatı denilince yaygın ve yanlış bir kanaat olarak ilk önce şarap, kadın, aşk, saray, yüksek zümre hayatı, fildişi kuleler ve sosyal hayattan kopukluk gibi düşünceler akla gelir olmuş. Oysa bu edebiyat dairesinde ürün veren şairlerin pek çoğu ne fildişi kulelerde oturuyorlardı, ne ayyaş gezen sarhoşlardı ve ne de zenpârelerdi. Onlar sarayda da yaşamışlardı halkın içinde de. Onlar en mukaddes aşkları da dile getirmişlerdi en nezih ve şuh-meşrep duyguları da anlatmışlardı.
Onlar şarabı da içmişler zemzemi de nûş etmişlerdi. Bazen hiç anlaşılmamış fakat hissedilmişlerdi, bazen de küçük bir çocuk dahi onları anlayabilmişti. Onlar bir dem fildişi kuleye çıkmışlar, oradan saraya inmişler, ordu da ve devlet dairelerinde gezinmişler; ardından çarşı pazar dolanmış, tekkede ibadet edip İlâhî aşk nûş etmişler sonra da sevgilinin eşiğine yüz sürmüşlerdir. Hâsılı onlar hayatın her yerinde bulunmuşlardır.
13.yüzyılda başladığı kabul edilen Dîvân edebiyatı, 19. yüzyılda Türk edebiyatının Batı etkisinde kalmasıyla zayıflamıştır. Batı tesirindeki Türk edebiyatı ürünlerinde içerik ve sanat anlayışı değişmekle birlikte aruz bir müddet daha kullanılmış, dîvân şiirinin bazı unsurları devam ettirilmiştir. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Veled Çelebi İzbudak, Mehmet Akif, Ahmed Remzi Akyürek, Yaman Dede, Âsaf Halet Çelebi, Şahin Uçar, Kemal Edip Kürkçüoğlu, Osman Hulûsi Ateş gibi şairler, aruz veznini kullanmakla birlikte belirli çizgide dîvân şiiri geleneğini de sürdürmüşlerdir. Esasen Dîvân şiiri hiç bitmemiştir. Hâlen aruzla ve bu gelenek dairesinde kalem oynatanlar bulunmaktadır.
Hocam Dîvân edebiyatı bizim köklerimizi temsil etmektedir. Yeni yetişen neslin dîvân şiirini anlayabilmesi için ne tarz çalışmalar yapılmalıdır?
Sevmek bilmekle başlar, insan genellikle bilmediği ve tanımadığının ya da yanlış bildiğinin düşmanıdır. Günümüz neslinin dîvân şiirine yabancı kalmasının kanaatimce ilk sebebi Osmanlı Türkçesidir. Arapça ve Farsça kelimelerin çokça kullanıldığı dîvân şiirini yeni nesil ne yazık ki anlayamamaktadır. Sadece dil değil; yeni neslin, eski gelenek ve kültüre aşina olmaması onların dîvân şiirini anlamakta zorlanmalarına neden olmaktadır. Buna neredeyse pek çok dersimde şahit olmaktayım.
Tahtaya yazdığım bir beyti hiç anlamayan gençler, beyti açıkladığımda dizlerdeki anlam derinliğine ve orijinal hayallere karşı hayranlıklarını saklayamıyorlar. Bu da dîvân şiirini anlamlandırma ve anlatma çalışmalarının ne kadar gerekli olduğunu göstermektedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki ehil kişiler ve özellikle akademisyenler tarafından dîvân şiirinin anlam ve estetik dünyası yazılı ve sözel yollarla gençlere ulaştırmalıdır. Konferanslar, radyo ve televizyon programları, çeşitli yarışmalar ve daha ziyade popüler tarzda yazılarla gençlerin dîvân şiirine ilgisi artırılabilir.
20.yüzyıl mutasavvıf dîvân şairi Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî adlı eserinin nesre çevirisini nesil değerlendirirsiniz?
4 ciltlik bu çalışmanın 1. bölümünde Osman Hulûsi Efendi’nin ulaşılabilen yazılı ve sözlü kaynaklardan hareketle nesebi, doğumu, çocukluğu, eğitimi, gençliği, askerliği, görevleri, hac ziyaretleri, sosyal hayatı, davası ve mücadelesi anlatılmıştır.
2.bölümünde onun edebi kişiliği incelenmiştir. Şiirlerinden ve yine yakın çevresindekilerin anlattıklarından yola çıkılarak şiirlerinin dili, üslubu, muhtevası, tarzı, şiir ve şairlik anlayışı açıklanmıştır.
3. bölümde Dîvân’ın yazılış sebebi, baskıları Dîvân’daki şiirlerin şekil ve muhteva hususiyetleri ele alınmıştır.
4. bölümde Hulûsi Efendi’nin şiirleri nesre aktarılmıştır. Nesre aktarma yapılırken günümüzde anlamını herkesin bilemeyeceği Arapça-Farsça kelimeler ve kelime grupları da Türkçe karşılıkları verilerek yapılmıştır. Yani aslında nesre aktarım ayrıca şiirlerin günümüz Türkçesi ile ifadesini de karşılamaktadır. Bu çeviri yapılırken kelimelerin anlamları, metin daha doğrusu şair bağlamlı verilmiştir.
Gerçek anlamları dünyevî manalar içeren, şarap, meyhane, hamr gibi kelimeler olması gerektiği gibi şair/şiir bağlamında tasavvufi anlamları ile çevrilmiş, ayet, hadis ve Arapça ibareler açıklanmıştır.
Aslında bu nesre çeviri veya günümüz Türkçesi ile şiirlerin ifadesi şiirlerdeki sırları ve hakikatleri tam olarak anlamaya yeterli gelmeyebilir. Bu sebeple şiirlerin ehli tarafından şerh edilmesi daha çok istifade sağlayacaktır.
5.bölümde şiirlerdeki tasavvufî, kavram ve remizler sözlük formatında hazırlanarak açıklanmış, Ayet ve hadislerin anlamları bu bölümde yazılmıştır. Ciltlerde yer alan şiirlerin fihristi oluşturulmuştur.
Hulûsi Efendi’nin edebî yönü ve klâsik Türk şiirindeki yeri hakkında neler söylersiniz?
Hulûsi Efendi’nin Dîvân’ı haricinde mektupları ve hutbeleri bulunmaktadır. Mektuplarında da manzum bölümlerin kesreti, ilaveten düzyazıdaki kafiye diyebileceğimiz secilerin de mektuplarındaki mensur kısımlarda kullanması onun fıtraten şiire yatkın olduğunun en bariz göstergesidir.
O, ilmini irfanını, sevgisini, yergisini, hüznünü acısını şiirle anlatmak; terbiye ve talimi, şiirle yapmak istemiştir. Sohbetlerini, vaazlarını hep şiirlerle süslemiştir. Kısacası Hulûsi Efendi şiiri, davasının ve mücadelesinin etkili bir aracı olarak kullanmıştır. Şiir onun için bir amaç değil bir araç olmuştur.
Peki, Hulûsi Efendi neden böyle bir yol tercih etmiştir?
Öncelikle çocukluğundan beri yetiştiği tasavvufî çevresinde ve tarikat geleneğinde şiir, irfan meclislerinin temel unsuru olarak kabul görmüştür. Bu meclislerde şiirler, çoğu zaman beste ile de okunarak insanın dimağ ve kalbinde manevî şifa ve tekâmül aracı olarak kullanılmıştır. Şiir ilâhî aşkın, irfanın ve cezbenin bir aracı olarak görülmüştür. İlâhî sırlar ve hikmetlerin anlatılmasında şiirin önemli rolü olmuştur. Bu gelenek içerisinde yetişen ve çocukluğundan itibaren Yunus, Hacı Bayram, Somunca Baba, Fuzulî, Niyazi Mısrî gibi şairlerin şiirlerini dinleyen ve bunlardan etkilenen Hulûsi Efendi, fıtratındaki şairlik yeteneği ile kökleri asırlar öncesine giden bu geleneği 20. yüzyılda devam ettirmiştir.
Şiirlerinde “saflık”, “temizlik”, “hasbilik” gibi anlamlara gelen Hulûsi mahlasını kullanmıştır. Mahlasının anlamı gibi şiirlerini de yapmacıklıktan, tasannudan ve sanat kaygısından uzak; içinden geldiği gibi yazmıştır. Şiir onun için hissiyatın ve irfanın aktarılmasında bir araç olmuştur. Ancak bu durum onun şiirlerini estetik zevkten uzak bırakmamıştır. Aruzu ve hece ölçüsünü ustaca kullanmış birtakım edebî sanatlarla şiirine estetik bir yön kazandırmıştır. Ancak bu durum mananın ve içtenliğin önüne geçmeden şiire tat veren bir çeşni gibi olmuştur.
Şiirlerinde genel olarak sade bir dil kullanmış ancak bununla birlikte Dîvân şiiri ve tasavvufi Türk şiirindeki Arapça ve Farsça kelimeler ve kavramlara yer vermiştir. Nadiren üç kelimeden oluşan zincirleme Farsça tamlamalar da kullanmıştır. Ancak bunlar onun şiirini anlaşılmaz ve girift yapmamıştır.
Şiirlerinde “uban-, -gıl” gibi günümüzde kullanımdan düşmüş eski Anadolu Türkçesi ve bir döneme kadar Osmanlı Türkçesinde kullanılan eklerin veya “öndin” gibi kelimelerin şiirlerinde yer alması dikkat çekicidir. Bu durum onun küçüklüğünden beri okumaya başladığı Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî gibi şairlerin dilinden etkilenmesi ile açıklanabilir.
Bazı şiirlerindeki şarap, bâde, sâki gibi kelimeleri tasavvufi bir remiz olarak anlamak gerekir. Dünyevî bir sevgiliye ait saç, kaş, göz, dudak, boy pos gibi hayal ve tasavvurları da ilâhî aşk ve tasavvufî remizler bağlamında değerlendirmek lüzum eder. Yani şiirlerinde bir mecaz dili ve üslubu olduğunu her zaman göz önünde bulundurmak, şiirlerini bu minvalde yorumlamak gerekir.
Yani Hulûsi Efendi gibi hayatı göz önünde ve şeffaf olan, bütün ömrünü İslâm dininin esaslarını tebliğ etmeye harcayan bir kişinin şiirlerindeki aşk, şarap, meyhane, sevgili gibi kavramları beşeri/maddi boyutta düşünmek ve yorumlamak büyük bir hata; ayrıca ona, hayatına ve davasına karşı yapılmış bir ciddi bir haksızlık olur.
Esasen onun şiirlerini:
şiirler olarak iki sınıfta değerlendirebiliriz. Elbette bu mecazî söyleyişi, sadece Hulûsi Efendi’ye özgü düşünmeyip etkilendiği şairlerin de kullandığı genel bir üslup olarak görmek gerekir. Zira o başta Yunus, Hacı Bayram-ı Velî, Somuncu Baba, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Niyazi Mısrî gibi mutasavvıf şairlerin şiirlerini dinlemiş ve okumuştur. Dolayısıyla onların şirinde de yer alan bu mecaz üslubunu Hulûsi Efendi’nin de kullanması gayet doğaldır.
Bir mutasavvıf olarak Hulûsi Efendi şiirlerinde hangi kaynaklardan beslenmiş hangi konulardan bahsetmiştir?
Hulûsi Efendi sadece mutasavvıf şairleri okumamış, şiirlerindeki benzerliklere bakacak olursak Fuzulî, Nabi, Rasih, Koca Ragıp Paşa ve Mehmet Akif gibi şairleri de okuduğu ve bazı şiirlerinde anlam ve söyleyiş olarak bu şairlerden etkilendiği görünmektedir. Tam anlamıyla bu şairlere nazire yazmamış, ancak anlam ve söyleyiş benzerliği dikkat çekmektedir. Aslında bu Hulûsi Efendi’yi daha orijinal yapmıştır. Onların şiirlerinden esinlenmiş, ilham almış fakat bir nazirenin, vezin kafiye ve konunun birebir benzer olması gibi sınırlandırmalarında kendini hapsetmemiştir. Kendisinden asırlar önce yaşamış mutasavvıf şairlerin şiirleri ile de Hulûsi Efendi’nin şiirlerinde anlam ve söyleyiş benzerlikleri bulunmaktadır.
Dîvân’ının son neşrindeki 7. gazelde geçen şu mısra:
“Dua kıl ki ermeye nagehan bir devâ bana”
Fuzulî’nin:
“Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır” dizesini anımsatmaktadır.
Hulûsi Efendi’nin bahsedilen dili, üslubu, mecazlı söyleyişi, dîvân şiiri ve tasavvufî şiire özgü kavramları kullanımı, kendinden önce yaşamış büyük dîvân şairi ve mutasavvıf şairlerden etkilenmesi, aruzu ve heceyi kullanımı, dîvân şiirine ve tekke edebiyatına özgü nazım şekilleriyle yazması gibi özellikleri dikkate alındığında onu 20. asrın mutasavvıf dîvân şairi olarak düşünmek ve değerlendirmek yanlış olmasa gerek.
Hatta bazı müfred ve mısralarında kafiye ve ölçü kullanılmadığı serbest tarzda yazdığı da vakıadır. Bu, zamanındaki serbest şiir yazma anlayışının etkisini göstereceği gibi anlamın dile getirilmesinde bazen vezin ve kafiye kısıtlamasında kalmak istemediğini de gösterebilir. Şunu özellikle belirtmek da fayda var: Onun şiirleri her ne kadar muhteva ve biçim olarak gelenekten beslense de o gelenekte sıkışıp kalmamış, zamanın ve kendi ifadesiyle “doğuşun” seyrine göre şiirlerini söylemiştir.
Şiirlerinde davasının ve mesleği olan hatipliğin bir yansıması olarak hitabî üslubu ve nasihat üslubunu görmek çok doğaldır. İhvana; irfanın, dinî-tasavvufî ve ahlâkî meselelerin aktarılması için şiirlerinde bu hitabî ve tasavvufî üslup önemli rol oynar. Bu üslup adeta terğib ve terhib yani iyiye özendirmek ve kötüden kaçındırmak amaçlı kullanılmıştır. Ayrıca gelenekte müracaa şiir dediğimiz dedim dedi şeklindeki üslubu da bazı şiirlerinde görürüz. Bu üslup tahkiyevî bir tarz ve hasbihal mahiyetinde olduğu için dinleyici veya okuyucuyu sıkmayacağı gibi bilgi aktarımını da kolaylaştırır.
Bu vesileyle bütün okurlarımızı muhabbetle selamlarım.
1980 yılında Kayseri’de doğru ilk ve orta öğrenimini Kayseri’de tamamladı. 2002 yılında Erciyes Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. 2004’te Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eski Türk Edebiyatı bilim dalında yüksek lisansını ve 2009’da doktorasını tamamladı.
2007-2012 tarihlerinde Bozok Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde görev yaptı. 2012’de Erciyes Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne geçti. 2013’te Hindistan Jamia Millia İslami Üniversitesi’ndeki Türkoloji programında misafir öğretim üyesi olarak görev yaptıktan sonra Tekrar Erciyes Üniversitesi’ne döndü.
2016’da Eski Türk Edebiyatı alanında doçent, 2021 yılında da profesör oldu. Koçoğlu’nun Osmanlı sahası Türk edebiyatı, Çağatay sahası Türk edebiyatı, Farsça, İslam bilim tarihi ve Türk tasavvuf edebiyatı üzerine makaleleri ve kitapları bulunmaktadır. Hâlen Erciyes Üniversitesi’nde görev yapmaktadır.
Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Yazar- Allah’ın birliği inancına dayanan dinimiz, tam anlamıyla bir kardeşlik ve birlik dini olduğuna göre, birlik beraberlik konusunda neler söylemek istersiniz hocam?Son yıllarda hem İslâm ümmeti olarak ...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Türkiye’nin hiç bitmeyen ve gündemden düşmeyen konulardan biri de Türkçemizdir. Asırlık bir mesele olan lisanımız, ediplerimizin ve aydınlarımızın baş meşgalelerinden biri oldu. Bilhassa ülkemizde 197...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
İstanbul’un Fethi dünyanın en büyük hadiselerinden birisi. Fatih Sultan Mehmed bu fetihle hem Hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olmuş hem de Osmanlı’nın cihanşümul olmasına öncülük etmiştir. Ve Fa...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Sevda denen heceye, rahmet yüklü geceye,Âlemlere, niceye; Gel desem gelir misin?Vefa dolu bir hana, gönlümdeki cihana, Seni seven bu cana; Gel desem gelir misin?Huzurda baş eğmeye, nefsi yere ser...
Yazar: Yaşar ÖZKAN