Tasavvufun Anlam Boyutu
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün sahâbe ile beraber otururken Cebrâil (a.s.) gelmiş ve “İman nedir?” diye sormuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu soruya: “İman; Allah’a, âhirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kadere ve öldükten sonra dirilmeye inanmandır.” şeklinde cevap vermiştir.
Ardından, Cebrâil (a.s.), “İslâm nedir?” diye sormuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sorunun cevabı olarak, “İslâm; Allah’tan başka ilah olmadığına şehâdet etmen, namaz kılman, oruç tutman, zekât vermen ve hacca gitmendir.” diye buyurur. Cebrâil (a.s.) daha sonra da, “İhsan nedir, ey Allah’ın Rasûlü?” Hz. Peygamber (s.a.v.) bu soruya da, “İhsan; Allah’ı görüyormuşsun gibi ona kulluk etmendir. Zira sen onu görmesen de o seni görmektedir.” şeklinde cevap vermiştir.[1]
Tarihî sürece baktığımızda dinin üç boyutunun üç önemli ilim dalının doğmasına yol açtığını görüyoruz. Bunlar fıkıh, kelâm ve tasavvuftur. Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatta iken Müslümanlar için tek otorite idi. O, Müslümanların bütün problemlerine tek başına ve en küçük bir tereddüde meydan vermeyecek şekilde çözüm getiriyordu.
Meselâ bir sahâbî ister gündelik hayatla, ister ibâdetlerle, ister inanç esaslarıyla ve isterse kendi derûnî din dünyasıyla ilgili olsun, ne gibi bir problemi olursa, onu Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ilettiğinde ondan problemiyle ilgili kesin bir çözüm alabiliyor idi. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir peygamber olması, yani Cenâb-ı Hak tarafından vahiy yoluyla sürekli desteklenmesi dolayısıyla toplumda liderlik gerektiren bütün görevleri tek başına yerine getirebiliyor idi. Ama onun irtihâli ile birlikte Müslümanların başında böylesi bir otorite kalmadı.
Bir yandan genişleyen Müslüman coğrafya ve toplum, bir yandan kültürel, ekonomik, siyâsî vs. gelişmeler, ister istemez toplumda görev paylaşımını zorunlu kılmıştır. Bu sebeple yukarıdaki sıralamada dinin bireysel ve toplumsal alandaki ibâdet ve şeklî boyutunu (İslâm) İslâm hukuku incelemiş; inanç esaslarını (iman) kelâm ilmi kendisine alan olarak belirlemiştir. Tasavvuf kitaplarına baktığımızda ise tevbe, tevekkül, sabır, rızâ, şükür, nefis terbiyesi, kalb tasfiyesi, mârifetullah gibi konuların sistematik bir biçimde işlendiğini görüyoruz; o hâlde tasavvuf ilminin konusunun da dinin ihsan boyutu olduğunu, sûfîlerin bu alanı kendilerine uğraş sahası olarak seçtiklerini kesinlikle söyleyebiliriz.
Aslında Müslüman toplumda bu üç ilim dalının kronolojik olarak ortaya çıkışı da birbirini takip eder tarzdadır. İslâm tarihine baktığımızda önce fıkıh ilminin teşekkül ettiğini, ardından kelâm ilminin inkişâf ettiğini ve daha sonra da tasavvufun bir ilim dalı olarak geliştiğini, tasavvuf ilminin kendisinden önceki ilimlerin verilerinden ve tecrübelerinden hem faydalandığını hem de nisbeten onlara karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını tespit ediyoruz. Şu kadar farkla ki, fıkıh ve kelâmdaki ekollere mezhep, tasavvuftaki ekollere tarîkat denmiştir.
“Cibrîl Hadisi”ne göre, bütün dinlerin ortak esaslarından olan ibâdet ve muâmelât alanı İslâm dininde “İslâm” kavramıyla ifade edilmiş, daha sonra bu alanı inceleyen ilim dalına fıkıh ve bu alanda oluşan ekollere de mezhep adı verilmiştir. Hanefîlik, Şâfiîlik, Mâlikîlik ve Hanbelîlik bu gruba girer.
İnanç esaslarının Hz. Peygamber (s.a.v.)’in lisânındaki tanımı ise “iman” olmuştur. Bu alanı inceleyen ilim dalına kelâm ve bu alanda oluşan ekollere de, fıkıhta olduğu gibi mezhep adı verilmiştir. Mâtürîdîlik ve Eş’ârîlik bu mezheplerdendir. Her inanç sisteminde mutlaka bulunan, dinlerin derûnî-rûhânî boyutu ise İslâm dininde “ihsan” kavramıyla tarifini bulmuş, bu alanın konularını inceleyen ilim dalına İslâm tarih ve kültüründe “tasavvuf” adı verilmiş ve tasavvuftaki ekollere de “tarîkat” denmiştir. Mezhepler ile tarîkatların ortaya çıkış şekil ve süreçleri ile bunların kendi alanlarında icrâ ettiği görevler arasında hemen hemen fark yoktur. Mezheplerin de, tarîkatların da “hak” (doğru) olanları ve “bâtıl” (yanlış/sapık) olanları vardır.
Mutasavvıflar ilk dönemden beri, tasavvuf ve sûfî kavramlarının etimolojisine dair farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.[2] Kur’ân-ı Kerim’de ve hadîs-i şeriflerde geçmeyen sûfî kelimesinin, hangi kelimeden türediği hususunda birçok görüş öne sürülmüştür. Bu kelimenin Arapça herhangi bir kelimeden türemiş olmadığını; ancak câmit bir lakap olabileceği yönünde görüşler olmakla birlikte kelimenin Arapça bir kökten türemiş olabileceğini ifade edenler de vardır.[3]
Sûfî ve tasavvuf kelimelerinin Arapça bir kökü bulunduğunu öne sürenler bir kelime üzerinde ittifak edemeyerek değişik görüşler öne sürmüşlerdir. Tasavvuf kelimesine kök olarak öne sürülen başlıca kelimeler şunlardır:
Sûfîlerin Ashâb-ı Suffe’yi dost bildikleri için bu ismi aldıkları söylenmektedir.[4] Ashâb-ı Suffe; Medîne’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in evine ve mescide bitişik bir çardağın altında yaşayan, orada yatıp kalkan, mescide devamdan başka dünyevî meşgûliyeti bulunmayan, daha çok ilim ve ibâdetle uğraşan fakir sahâbelerdir. Suffe ashâbı belirli kimseler olmadıkları için sayıları da dâimâ değişiyor, kimi zaman çoğalırken, kimi zaman da azalıyordu. Hatta Medîne’ye gelen ve sığınacak yeri olmayan bütün yabancı Müslümanlar Suffe’de ikâmet ediyorlardı.
Suffe’de sürekli ikâmeti ile mâruf olan sahâbeler de vardı. Bunlar arasında Ebû Zerri’l-Gıfârî (r.a.), Ebu’l-Mûsâ el-Eş’ârî (r.a.), Selmân-ı Fârisî (r.a.) ve diğerlerini zikredebiliriz.[5] Ashâb-ı Suffe, sayıları 70 ile 300 arasında değişen sahâbeler topluluğu olup çoğu Mekkeli muhâcirler ve Allah Rasûlü’nün hazır muallimleriydi. Bir bölgeden mürşid ve muallim istendiğinde bunların içinden seçilip gönderilirdi.
Maîşetleri Allah Rasûlü ve zengin sahâbeler tarafından sağlanmaktaydı. Bu yüzden Ashâb-ı Suffe tekkenin de medresenin de İslâm tarihindeki ilk nüvesi sayılmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlarla musâfaha ettiği zaman, elini onların elinden çekmezdi. Maddî durumu elverişli olan ashâbdan her birine üçer, dörder suffe ashâbından ayırır ve onlarla birlikte gönderirdi. Sa’d b. Muâz (r.a.), Ashâb-ı Suffe’den seksen kişiyi evine götürür ve doyururdu. Ashâb-ı Suffe’nin hayatı ile sûfîlerin hayatları arasında bir benzerlik dikkat çekmektedir.
Tasavvuf kelimesinin Ashâb-ı Suffe deyimindeki “suffe” kelimesinden doğduğu iddia edilmektedir.
Ancak bu, mânâ ve muhtevâ yönünden doğru olsa da lisan yönünden imkânsızdır. Çünkü suffenin nisbeti, “sûfî” değil suffîdir. Ortada bir benzerlik vardır. Bu benzerlik tekke teşkîlâtının lüzumunu savunmada yararlı olabilir. Fakat sûfî kelimesinin etimolojisini belirleyememektedir.[6]
Hilyetu’l-Evliya adlı eserinde Ashâb-ı Suffe’yi tanıtan Ebu Nuaym el-İsfahânî onlar hakkında şu görüşlere yer vermektedir: “Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerini fânî bir şeye güvenmekten koruduğu; fânîye aldanmak yerine, Allah’ın emirlerine sarılmayı prensip hâline getirmiş kimselerdi. Bu hâlleriyle dünyaya değer vermeyenlere örnek olmuşlardı. Aileleri ve malları bulunmadığı gibi, kendilerini Allah’ın zikrinden alıkoyacak bir ticaret ve meşgaleleri de yoktu. Dünya nâmına kaybettiklerine aslâ üzülmezler, âhiret nâmına kazandıklarına sevinmezlerdi.”[7]
Ebû Nasr Serrâc, şu âyetlerin Ashâb-ı Suffe hakkında nâzil olduğunu ve onların özelliklerini anlattığını ifade etmektedir:[8] “(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.”[9]
Müşrikler, Mescid-i Nebevî’nin sofasında barınan Ammâr, Süheyb ve Habbâb gibi kölelerin varlığından rahatsız olmuşlar ve bunların kovulmasını istemişlerdi de şu âyet-i kerîme nâzil olmuştu: “Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma! Onların hesâbından sana bir sorumluluk; senin hesâbından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki, onları kovup ta zâlimlerden olasın!”[10]; “Sabah akşam Rablerine, O'nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebât et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.”[11]
Diğer bazı sûfîlere göre, sûfîlerin vasıfları Rasûllullah (s.a.v.) zamanındaki Ashâb-ı Suffe’nin özelliklerine yakın olduğu için kendilerine “sûfîyye” denilmiştir. [12] Kelâbâzî sûfîlerin temâyüz eden vasıflarını şu ifadelerle belirtir: “Sûfîler, dünyayı terk ederek vatanlarından ayrılan, dostlarını bırakarak memleket memleket dolaşan, karınlarını aç, bedenlerini çıplak bırakan mahrem yerini örtme ve açlığı giderme konusunda terk edilmesi câiz olmayan miktardan fazla dünya nimetlerinden faydalanmayan bir zümredir.”[13]
Tüm bu sıfatlar aynı zamanda suffe ehlinin üzerinde taşımış olduğu vasıflardır. Kelâbâzî, sûfîlere ait adlandırmaların hepsinin suffe ehlinin hâlleri olduğunu söyler. Onlar da garib, fakir ve muhâcir idiler. Mal ve memleketlerini terke mecbur edilmişlerdi. Açlıktan yerlerde sürünürlerdi. Onları gören bedevîler, kendilerini deli sanırdı. Yün elbise giyinirlerdi. Terledikleri zaman elbiselerinden, yağmur altında kalan koyunlardan çıkan koku gibi bir koku çıkardı.[14]
Özetle sûfîler, sûfî ve tasavvuf kelimesinin menşei meselesi tartışılırken bu kelimenin “suffe”den türetildiğini iddia etmişler, ilk tekkenin de Ashâb-ı Suffe olduğunu söylemişleridir. Suffe’nin ilk tekke sayılması şüphesiz orada barınan insanların ibâdet ve tâat hayatlarına zikir ve tefekkürlerine zemin teşkil etmesi sebebiyledir. Bu ilk tekkenin mürşidi de Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir.[15]
[1] Bak.: Buhârî, Îmân, 37, Lokman Suresi Tefsiri, 2; Müslim, İman/5, 7
[2] Amin Yusuf Odeh, “Tasavvuf Kelimesinin Türevi ve Anlamı”, Jordan Academy of Arabic, sayı 62, Amman 2002, s. 73.
[3] Vahit Göktaş, Kelâbâzî (ö. 380/990) ve Tasavvuf Anlayışı, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007, s. 93.
[4] Ali b. Osman Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1996, s. 111.
[5] Es’ad Sahmerânî, Tasavvuf -Menşei ve Istılahları-, trc.Muharrem Tan, İz yay., İstanbul 2000, s. 7-8.
[6] Ebu’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risaletü’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t-tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik ve Ali Abdulhamid Baltacı, Daru’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 279; Tâcu’l-İslam Ebû Bekir Muhammed el-Kelâbâzî, et-Taarruf li-Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, thk. Mahmud Emin en-Nevevi, el-Mektebetu’l-Ezheriyyetu li’t-Turas, Kahire 1992, s.29; Sühreverdî, Avârif, s.213; Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s.26; Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, Yeni Boyut yay., İstanbul 1998, s.14.
[7] Ebû Nuaym Isfahânî, Hılyetu’l-Evliyâ, Beyrut 1967, c. I, s. 337-338.
[8] Ebu Nasr Serrâc et-Tûsî, el-Luma’, thk. Abdulhalim Mahmud ve Abdulbaki Sürur, Dâru’l-Kutubi’l-Hadise, Kahire 1960, s.183.
[9] 2/Bakara, 273.
[10] 6/En’âm, 52.
[11] 18/Kehf, 28.
[12] el-Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 27; Doğuş Devrinde Tasavvuf, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1992, s. 53.
[13] Göktaş, Kelâbâzî ve Tasavvuf Anlayışı, s. 95.
[14] Kelâbâzî, Ta’arruf, 25. Suffe, lügatlere göre ev ve konaklarda bulunan eyvân, sedd ve seki türü yüksekçe oturma mekânları için kullanılan bir tabirdir. Suffe’de gölgelik anlamı da vardır. Türkçedeki “sofa” kelimesi bu köktendir. Rivâyete göre kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksâ tarafından Mekke’deki Mescid-i Haram'a çevrilmesi Medine’ye Hicret’ten 16-17 ay sonra gerçekleşti. Kıblenin Mekke'ye tahvîlinden sonra kıble duvarı mescidin arka kısmında kalmış oldu. Hz. Peygamber (s.a.v.) buraya bir tavan ve bir gölgelik yapılmasını emredince bugünkü camilerde etrafı açık son cemaat yeri gibi bir mekân ortaya çıktı. Bu mekân, barınacak yeri, akrabası ve evi olmayan sahâbîlerle misafirlerin barınmasına tahsis edildi. Suffe Ashâbı, sûfî eğitimin nebevî modeli, suffelılar da bir bakıma asr-ı saâdetin sûfîleridir. H. Kamil Yılmaz, “Tasavvufî Açıdan Ashab-ı Suffe”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, y.3, sy. 7, Ankara 2001, s. 17-27.
[15] Mustafa Kara, “Hz. Peygamber’in Tasavvufî Düşüncedeki Yeri”, Sûfî Gelenek ve Hayat Keşkül, İstanbul 2007, Bahar, Sayı: 12, s. 13.
Kadir ÖZKÖSE
YazarTürkiye’nin hiç bitmeyen ve gündemden düşmeyen konulardan biri de Türkçemizdir. Asırlık bir mesele olan lisanımız, ediplerimizin ve aydınlarımızın baş meşgalelerinden biri oldu. Bilhassa ülkemizde 197...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
Osman Hulûsi Efendi’nin tasavvuf anlayışının merkezini vuslat arzusu oluşturmaktadır. Onun seyr u sülûk eğitiminde merasim, şekil, sûret ve gösterişe yer yoktur. Yaraları sarmak, sıkıntıları gidermek,...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Kur’an insanın mutluluğunu sağlamak için indirilmiş bir hayat rehberidir. Buna yönelik olarak insanlar arası ilişkilerin ölçü ve kurallarını belirlemiştir. İslâm bir hayat tarzı olduğu için sadece ina...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Fetih; coğrafî açılımın ötesinde kafaların, kalplerin ve müesseselerin İslâm’a açılmasıdır. Fetihle gerçekleşen açılım ancak Hak adına olur. Hak’tan halka açılımın bir diğer ifade biçimidir. Peygamber...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE