Bereketli Bir Günün Ardından
Rabb’imize hamd olsun İstanbul’da yaşamanın bir takım zorlukları ile birlikte bazı nimetleri de var. Bazı tarihî muhitlere ve irfan çevrelerine yakın olmak bu nimetlerin başında geliyor. Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir Hocamızın uzun zamandır Eyüp Sultan Cami-i Şerif’inde yaptığı Şifa-i Şerif dersleri de İstanbul’un bize sunduğu imkânlardan birisidir. Bu derslerin bazılarına katılmak nasip oldu çok şükür.
Yine bir Pazar, bu derslere katılmak için evden çıkmıştım. Çok bereketli bir gün geçirmek nasip oldu. Birçok dersler ve ibretler aldım kendimce… Sizlerle de bu güzel günün bereketlerini paylaşmak istiyorum. Güzelliklerin hâlâ yaşadığını öğrenmek belki sizleri de mutlu edecektir.
Ayvansaray Yolunda
Öğle öncesi vakitlice evden çıkıp, minibüs ve metrobüs yolculuğundan sonra Ayvansaray‘da inip Eyüp Sultan‘a doğru yürümeye başladım. Ayvansaray Köprüsü yakınlarında, babasının elinden tutarak yürüyen büyük ihtimalle Down sendromu olan sekiz yaşlarında küçük bir kız çocuğu gördüm. Biraz durup onları seyrettim. Biraz şükür, biraz da dua ederek, kendimce ibretler almaya çalıştım.
O an kalbime şöyle bir dua düştü: “Allah’ım çocuklarını koruyan anne babalara yardım et! Bu güzel insanlara rahmetinle tecelli et. Tüm anne babalara birer emanet olan çocuklarına sahip olma şuuru ver.” Koruyacak anne babası olmayanları da duada unutmadım. Neticede günün ilk bereketi bu oldu benim için.
Ayvansaray’ı geçip Zal Mahmut Paşa Cami-i Şerifi’nin önünden geçerken yolda bir tabela gördüm. Tabelada; “Dikkat çocuk ve kedi çıkabilir, yavaşlayınız!” yazıyordu. Ne kadar ince bir düşünce vardı bu tabelada. İyi insanların izini sürenler için bir anlam ifade ediyordu. Belli ki bu tabelayı yaptıran ve buraya asan yufka yürekli insan, hem çocuklara hem de kedilere zarar gelmesini istemiyordu. Ve sünnet-i Rasûlullah’ın gereği olarak da bu tabelayı asarak kendince bir tedbir almıştı.
Ne güzel düşünmüş, ne iyi etmişti bu tabelayı asmakla. Bize de yoldan geçerken “Allah razı olsun!” demek düştü. Böyle insanların olduğunu bilmek ümit verici değil mi sizce de? Günümüzde bu tür şeylere “farkındalık” deniliyor. Ne güzel bir farkındalık... Bu da günümüzün ikinci bereketi oldu.
Öğle namazına bir müddet kala Eyüp Sultan Camii’ne girdim ve muhterem M. Yaşar Kandemir Hocamızın o tatlı üslubuyla işlediği Şita-i Şerif dersine katıldım. Bu derslerin tarihiyle ilgili küçük bir parantez açalım. Öğrendiğim kadarıyla bu dersler bir Osmanlı geleneği olarak 1920 yılına kadar devam etmiş. Bu tarihten itibaren kesintiye uğrayan asırlık Şifa-i Şerif dersleri kıymetli İslâm âlimi Emin Saraç Hocaefendi’nin telkinatıyla, Prof. Dr. Yaşar Kandemir Hoca tarafından Eyüp Sultan Camii’nde tekrar başlatılmış.
Pazar günleri öğle namazına bir saat kala başlayan bu derslerde Prof. Dr. Yaşar Kandemir Hocamız Kadı İyaz Hazretleri’nin naklettiği hadis-i şerifleri anlaşılır ve tatlı bir üslupla izah ediyordu. Peygamber Efendimiz’in müjdeci ve sevdirici üslubunun en güzel şekilde yansıtıldığı bu derslerde, İslam Peygamberinin gönülleri ısıtan şefkat ve merhameti “âlemlere rahmet oluşu” bağlamında en güzel şekilde ortaya konuluyordu.
Dersten Notlar
Bu dersten iki tane küçük not paylaşmak isterim. Yaşar Kandemir Hocamız Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in gününü üçe ayırdığını söyledi:
Peygamber Efendimiz’in kendisine ayırdığı vakitte diğer insanların dertleriyle ilgilendiğini, arkadaşlarını da diğer insanların dertleriyle ilgilenmeye teşvik ettiğini söyleyen Prof. Dr. Yaşar Kandemir Hocamız şu hadisi nakletti: “Dert ve ihtiyaçlarını bana iletmeyenlerin isteklerini bana ulaştırınız. İnsanların ihtiyacının bana iletilmesine kim yardımcı olursa, o dehşetli kıyamet gününde Allahu Teâlâ onu korktuğundan emin kılar.”
Bu güzel dersin sonunda her zamanki gibi, ellerinden öpmek için hocamızı dış kapıda beklerken, yanı başımda büyük bir karton kutuyu açıp aşure dağıtmaya başladıklarını gördüm. Fakir aşureyi çok seven birisiyim fakat cami avlusundaki diğer kardeşlerimiz yesin diye düşünerek aşurelerden almak istemedim ilk önce. Fakat bazı kimselerin ikişer üçer tane aldığını görünce ben de bir tane aldım.
Zaten yanı başımda oldukları için, sanki kendim dağıtıyormuşum gibi: “Birer tane alın, ikincisi hakkınız değil!” diye birkaç kere söylendim. Düşünün bir kere, bin tane aşure dağıtılsa, bir kişi iki tane aldığında bininci kişinin hakkını yenmiş oluyor, bir kişi üç tane alsa dokuz yüz doksan dokuzuncu kişinin almasına mani olunmuş oluyor… Bilmiyorum gözü tok olmak güzel bir şey olsa gerektir. Neyse bu konuyu da sizlerin takdirlerine bırakıyorum.
Muhterem M. Yaşar Kandemir Hocamız camiden çıkınca ellerinden öpüp, hürmetlerimizi arz edip yanından ayrıldım. Bu nur yüzlü âlimin ellerinden öpmek de günün bir başka bereketi oldu. Biraz sonra az ilerdeki Mihrişah Sultan Sibyan Mektebi’ne geçtim. Ayaküzeri Arnavutluk’tan gelen Müslüman kardeşlerimizle tanıştım.
Daha sonra orada Murat isminde temiz bir genç kardeşimiz var, onunla bir bankın üzerinde oturup sohbete başladık. Ona; “Git aşure al!” dediysem de gitmedi. Hani bu işin sonunda bir ders verilecek ya, belki de ondan kaderin bir cilvesi olarak gitmedi. Az sonra elinde iki tabak aşure ile kırk beş yaşlarında bir adam geldi yanımıza. İçimden ona karşı tanımadığım hâlde bir kızgınlık duydum. Çünkü iki tane aşure almıştı. Rabb’im kalbimin hamlığını bana gösterecek ya, belki ondandı bu kızgınlığım.
Yanımıza buyur ettik onu. Kendisine olan kızgınlığımı hiç belli etmedim. O da fakir gibi Din Kültürü öğretmeniymiş. İsmi de Hasan’mış. Böylece farklı bir tarzı olan Hasan Hoca ile tanışmış olduk. Sohbete başlamadan önce elindeki aşureleri bize ikram etmek istedi. “Ben yedim, Murat’a ver.” dedim. Murat almak istemediyse de onun ısrarı üzerine tabaklardan birini aldı. Demek ki nasip insanı buluyormuş.
Murat aşureyi yerken Hasan Hoca diğer aşureyi öylece elinde bekletiyordu. Bu arada güzel sohbetler yapıldı. Tam Eyüp Sultan’ın sırlılarından Derviş Mustafa Fevzi Amca’dan bahsederken, Sibyan Mektebi‘nin gülü Metin Eroğlu Abimiz o esnada yanımıza geldi. Hasan Hoca elindeki diğer aşureyi de Metin Abi’ye ikram etti. İkram ederken de: “Ben bunları birine vermek için almıştım.” dedi. Böylece bana hayatımın güzel bir dersini vermiş oldu: “Önyargıyla bakma, görüntüye aldanma!”
Ben Hasan Hoca’ya iki tane aşure almış diye içimden kızarken, mübarek insan meğerse başka Müslüman kardeşlerime ikram ederim diye düşünerek böyle yapmış. Kendi kendime dedim ki: “Aydın! Bak bundan sonra, insanların hâllerine bakıp da onları gördüğün üzere değerlendirmeyeceksin. Ola ki işlerin iç yüzü farklı olur. Sen bilemezsin haa.” Kaçıncı oldu saydınız mı? Bu da günün bir diğer dersi ve bereketi oldu.
Çoraplarını Çıkardı
Sohbetimiz tatlı bir şekilde ilerlerken yaşlı bir teyze sırtında çuvalıyla Sibyan Mektebi‘nin bahçesine girdi. Metin Abi ona; “Git şu ilerideki banka otur, sana mutfaktan biraz gıda vereceğiz.” dedi. Kadıncağız gidip oradaki banka oturdu. Metin Abi onun ayaklarında çorap olmadığını fark etti ve önce bize: “Olmaz ki böyle! Bu havada kadının ayağında çorap yok ya!” dedi.
Biz de kadının terlik giydiğini ayağında çorap olmadığını fark ettik. Fakat kendi adıma söylüyorum, ben sadece üzülmekle yetindim ilk anda. Metin Abi ona seslendi: “Hanım Bacı! Hava soğuk ayağına bir çorap uydurup giyemedin mi?” Kadıncağız, çorabının olmadığını söyledi.
Beş dakika kadar daha sohbet ettik. Bir de baktım ki Metin Abi yanımızda çoraplarını çıkartıyor. Çıkardığı çoraplarını; “Şu yaşlı kadına ver.” diyerek Hasan Hoca’ya verdi. Bu güzel davranışı görünce gerçekten çok duygulandım. Bu güzel anı yaşamak benim için tarifsiz bir duyguydu.
Hani bize Eyüp Sultan Medresesi’nde güzel bir hayat dersi verilecek ya… Kaderin bir cilvesi Hasan Hoca’nın çantasında da fazladan çorap varmış. Metin Abi’ye çoraplarını geri verdi ve çantasındaki çorapları yaşlı kadına verdi. Kadın alır almaz çorapları giydi ve bundan çok memnun oldu.
Hasan Hoca’nın çantasında çorap olması bir tesadüf müydü sizce? Hayır, tesadüf olamaz. Bu bir nasip meselesi… Cenab-ı Allah ona çorapsız fakire çorap verme sevabını nasip etti. Dilerseniz bu işin sırrını Yunus Emre’mizden soralım.
"Bir miskini gördün ise,
Bir eskice verdin ise
Yarın anda karşı gele,
Hak libâsın giymiş gibi"
Şimdi gelelim Metin Abi’nin bana verdiği iki güzel derse. Birincisi bu davranışı üzerine kendi kendime şunu sordum: “Neden benim gözlerim fakir ve yaşlı kadının çorapsız olduğunu görmedi? Neden bu durumu önce fark edemedim? Demek ki fakiri gören bir gözüm yok!” O hâlde şu sözü bir kenara yazalım: “Gerçek kör o kimsedir ki fakirin fukaranın hâlini görmez.”
İşte bu bizim en ciddi yaramızdır belki de… Fakirin fukaranın yanından geçiyoruz ama hâlini görmüyoruz, onu fark etmiyoruz. Rabb’im bize fakiri fukarayı gören göz nasip eylesin. İkincisi neden Metin Abi’den önce o kadıncağıza yardım etmeyi düşünmedim de sadece acımakla yetindim? Bir çift çorap alıp veremez miydim? Ya da kendi çorabımı ondan önce çıkartıp veremez miydim? Bize fakire el uzatacak cömert bir el nasip eyle Güzel Allah’ım. Bu iki güzel dersi de beşinci bereket olarak sayalım mı?
Derken telefonum çaldı. Telefondaki ses anneme aitti. “Biraz karnım ağrıyor gelemeyeceğim.” desem de gelmemi isteyince, oradakilerden hemen müsaade isteyip Beylikdüzü’ne gitmek için yollara düştüm. Tam türbenin önünden geçerken annem yaşlarında tekerlekli sandalyede bir kadıncağız gördüm. İki bacağı da yoktu. Felç geçirmiş olan annemin hâline şükrettim.
Eyüp Sultan’nın meşhur kurabiyelerinden anneme götürmek için bir miktar aldıktan sonra Ayvansaray üzerinden tekrar metrobüse bindim. Metrobüs kalabalıktı her zamanki gibi… Elindeki bir çanta ve ortopedik metal bir bastonla siyah çarşaflı bir teyzemiz bir müddettir ayakta bekliyordu. Bir genç ona yer verince, gence teşekkür edip “Allah razı olsun!” dedim.
Teyzemizin hâli nurluydu besbelli… Fakat bana hayatımın en güzel derslerinden birini vereceğini nereden bilebilirdim? Çünkü güzel dersler sözünün adamı olan yani söylediğini yaşayan kimselerden alınırdı. Ayakta durduğum için elimdeki kurabiyeleri yere koyup whatsap mesajlarına bakmak için tam yere doğru eğilecektim ki işte o bahsettiğim güzel derse şahit oldum.
Çarşaflı teyzemiz elindeki büyük çantayı yere koymuyordu. Karşısındaki iyi niyetli bir amcamız da ona; “Yere koyun biz rahatsız olmayız.” diyordu. Çarşaflı teyzemiz ona şöyle dedi: “İçinde ekmek var, yere bırakamam.” Kurabiyeleri yere koymaktan vazgeçtim. Bu ne güzel bir irfandı, bu ne güzel bir ahlaktı.
Nimeti yere bırakmayan böyle annelerimiz sayesinde milletçe büyük badirelerle baş edebiliyorduk. Bunu böyle anlamak lazımdı. Bu güzel dersi bana bu şekilde verdiği için Rabb’ime şükrettim. Şifa-i Şerif dersine katılmak için çıktığım yolda, gün itibariyle bir başka berekete şahit olmuş oldum.
Aydın BAŞAR
YazarEvlerini müminsiz cemaatsiz bırakmaDizimizi dermânsız ve takatsiz bırakmaAciziz yarattığın bir mikrop karşısındaKitâb u Habîb’ine itaatsiz bırakmaKuşlar mı tavaf etsin Kâbe’nin etrafındaMescid-i Harâm...
Şair: Ekrem KAFTAN
İslâm’da insanı Yüce Allah’ın yolundan saptıran fiil ve davranışlara günah denilir. Kur’an’da “cünâh” kavramıyla ifade edilen günah, Allah’a karşı gelmenin ve O’nun emirlerine isyan etmenin adıdır. Gü...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Yûnus Emre, tarihi şahsiyeti ile menkıbevî şahsiyeti arasında kalmış, hayat öyküsü halen netleşmeyen bir halk şairi sûfî olarak Anadolu insanının yakından tanıdığı birisidir. Hem onun hayatından bahse...
Yazar: Hamit DEMİR
Zincirleri kırdı şanlı bayraklar,Şükür vatan oldu yaslı topraklar,Bayram telaşında pembe şafaklar,Dünyanın son ümit çerâğıdır bu,Ufku selamlayan gül çağıdır bu.Zulüm, Hakk’a boyun eğecek elbet,Allah’ı...
Şair: Bestami YAZGAN