Bir Mübarek Sefer Olsa da Gitsem
Bütün bir dünyada Covid-19 salgınının gücünü kaybetmesiyle birlikte hac ve umre kısıtlamaları da kısmen de olsa ortadan kaldırıldı. Yaklaşık iki yıldır hasretle bu ânı bekleyen Müslümanlar bir denize akan nehirler gibi; doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden Kâbe okyanusuna akmaya başladılar. Şairin, “Bir mübarek sefer olsa da gitsem,/Ka’be yollarında kumlara batsam.” diye niyazda bulunduğu arzuyu her Müslüman içinde taşımaktadır.
Şu günlerde, “Ya Rabbi! İçimizden seçip çağırdığın kimseler bugün Hz. İbrahim’in çağrısına cevap vermek için kutlu yollara dökülüyor. Ne olur, gelecek sene de kardeşlerimiz gibi bizleri de çağrılanlardan kıl!” diye duâlar yükseliyor, şehirlerin en büyük meydanlarından.
Hac; mekân-ı mahsûsu, zaman-ı mahsûsta fiil-i mahsûs ile ziyâret etmektir.
Hac, yoluna gücü yetenlerin bu görevi yerine getirmesinin Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır.[1] İslâm’ın üzerine binâ edildiği beş temel şartından birisidir.[2]
Hac, milyonlarca Müslümanın dayanışma ve vahdetinin bir göstergesidir.
Hac, “tevhîd eğitiminin” her yıl tekrarlandığı bir mekteptir.
Hac, “kesrette vahdet/çoklukta birlik” düşüncesinin yaşama geçirildiği bir ibâdet türüdür. Çokluk göstergesi olarak dünyanın her yerinden Müslümanlar bahr-ı ummân olan Kâbe’de bir damla gibi parlayarak birlik denizine karışırlar. Bu anlamda hac, milyonlar içinde bir kayboluştur. Rabbü’l-âlemînle baş başa kalıştır.
Hac, bir takım sembollerden ibarettir. Her bir sembolün ifade ettiği bir anlamlar dünyası vardır. Mîkât mahallini geçen her hacı adayı dikişsiz ve cepsiz ‘ihram’ adı verilen ve kefeni sembolize eden beyaz bir elbiseye bürünmektedir. İşte bu bağlamda hac, bütün makamların, mevkilerin, apoletlerin ortadan kalktığı herkesin tek bir üniforma ile eşitlendiği mahşerin provasının temsil edildiği bir ibâdetin adıdır. Bu ibâdeti yerine getiren Rahmân’ın misâfirlerinin her dâim dillerinden düşürmedikleri telbiye adı verilen zikir şudur:
“Lebbeyk! Allâhümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek.”
“Rabb’im! Dâvetine sözüm ve özümle tekrar tekrar icâbet ettim, emrine boyun eğdim. Rabb’im! Senin dâvetine icâbet boynumun borcudur. Senin eşin ve ortağın yoktur. Rabb’im! Bütün varlığımla sana yöneldim; hamd senin, nimet senin, mülk senindir.”
Hacı adaylarımızın bu telbiyeyi dilleriyle terennüm ederken, kalpleriyle de mânâsını tefekkür etmeleri gerekir. Çünkü telbiyede haccın ve umrenin zikri ve virdi durumunda olan tevhîd inancı yenilenirken, şirk de mahkûm edilmektedir.
Kur’an’a göre Kâbe, mecâzî anlamda bir hidâyet vesîlesidir.[3] Kâbe’nin “âlemler için bir hidâyet kaynağı” olmasından maksat, buranın Allah’ın birliği (tevhîd) inancına dayanan ilâhî dinin ilkelerini yansıtıcı özelliklere sahip olmasıdır. Nitekim bütün Müslümanların kıblesi olması sebebiyle her gün beş vakit namazda dünyanın her tarafından Müslümanların buraya yönelmeleri, İslâm’ın üzerine binâ edildiği beş şartından biri olan hac ibâdetinin burası ziyâret (tavaf) edilerek yerine getirilmesi, yılın her mevsiminde yapılan umre ziyâretinin burada gerçekleşmesi, hac ve umre ziyâretlerinde Allah’ın varlık ve birliğinin, ortaksız, benzersiz ve noksan sıfatlardan uzak olduğunun vurgulanması ve kemal sıfatlarıyla anılması, Beyt’in tevhîd ve hidâyet sembolü olduğunu açıkça göstermektedir.[4]
Hidâyet, insanın kendisini emniyette hissetmesidir. Kâbe’nin şahsında bütün camilerimiz de mecâzî anlamda hidâyet fonksiyonunu yerine getirirler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) döneminde Mescid-i Nebî’de yaşanan bir ihtidâ örneği şöyledir: Hicret’in beşince yılında Müslümanlar Necid bölgesine bir gazve düzenlerler. Burada Necidli reis Sümâme b. Usal’ı esir olarak yakalayıp Medîne’ye getirirler. Hem kılınan namazı ve hem de orada yaşanan bütün faaliyetleri izleyebilecek şekilde Mescid-i Nebî’nin bir köşesine bu reisi hapsederler.
Onun, yiyecek, içecek ve tabîî ihtiyaçları karşılanır. Hz. Peygamber (s.a.s.) camiye her gelişinde onu İslâmiyet’e dâvet eder. Fakat Sümâme her seferinde şöyle cevap verir: “Para istiyorsan sana para verebilirim. Beni öldüreceksen kan dökmüş olan birisini öldürmüş olacaksın.” Üç gün müddetince Sevgili Peygamberimiz onu İslâm’a dâvet ettiğinde, cevabı değişmez. Peygamberimiz üçüncü gün de aynı şeyi duyunca, onu serbest bırakır.
Camiden çıkan Sümâme Medîne’nin çıkış sınırlarına gelince geri döner, gusül abdesti alır, sonra camiye geri gelerek Rasûlullah’ın huzuruna çıkar ve şunları söyler: “Ey Muhammed! Şimdiye kadar, benim en çok nefret ettiğim şahıs sendin. Fakat şu andan itibaren yeryüzünde en çok sevdiğim şahıs durumundasın. Yine şimdiye kadar en çok nefret ettiğim şehir Medîne idi. Şu andan itibaren en çok sevdiğim şehir Medîne’dir.” diyerek Müslümanlığını ilan eder. Çünkü Sümâme, mescitte kaldığı günlerde temsil Müslümanlığını müşâhede etmişti. Müslümanların birbirlerine olan samîmî davranışlarını ve İslâm’ın nasıl bir hayat tarzı olduğu konusunu üç gün gibi kısa bir sürede kavradı. Böylece onun gönlüne İslâm’ın sevgisi düştü ve gönlü İslâm’a açıldı.[5]
İslâm’da umre ve hac gibi ibâdetlerin yapılışına mekân teşkil eden Kâbe, aynı zamanda evrensel İslâm kardeşliğinin sergilendiği bir platformdur. Bu sayede İslâm’ın inanç sistemi bütün mü’min gönüllere yerleşir, eğer varsa zihinlerde kadîm bir Câhiliye âdeti olan soyluluğu ve üstünlüğü ete ve kemiğe, altın ve gümüşe indirgeyen zihniyetler feshedilir.
Bunun yerine, farklı renk ve dillerin Allah’ın bir âyeti olduğu inancından hareketle, inanç ve düşüncenin merkezine en üstün erdem olarak Allah’a karşı sorumluluk bilinci olan ‘takvâ’ yerleştirilir. Hayatının bir bölümünde siyah ırka mensup olmanın kompleksine kapılan ve beyaz ırka derin öfke duyan Amerikalı Malcolm X (ö. 1965)’in hidâyet öyküsünde Kâbe’nin bu yönü, çok güzel dile getirilir. O, kendi adını taşıyan ‘Malcolm X’ adlı eserde bu değişimi şöyle anlatır:
“Hacca gitmek, görüş açımı alabildiğine genişletmiştir. Bu gezi, benim rûhuma yeni bir İslâm anlayışı yükledi. Kutsal beldede geçirdiğim iki hafta içerisinde, Amerika’da geçirdiğim 39 yıl boyunca hiç rastlamadığım şeylere şâhit oldum. Bütün ırkları ve bütün renkleri tanıdım. Irk ayrımcılığının olmadığı gerçek kardeşlik anlayışını burada gördüm. Gerçek İslâm bana göstermiştir ki, beyazların tümünü birden bir kalemde silip atmak çok büyük bir yanlışmış. Eğer haccın rengârenkliliği, mânevî cephesi bütün bir dünyaya yeterince duyurulabilirse ve gereği gibi anlatılırsa, İslâm’ı din olarak seçenlerin sayısı, en azından iki-üç misli daha artacaktır.”[6]
Amerikalı Müslüman Malcolm X’in hayatındaki bu değişim ve dönüşüm öyküsü, somut olarak, Kâbe’nin bir hidâyet vesîlesi oluşuna da en çarpıcı bir örnektir. Çünkü hac, her türlü ayrımcılığın ‘ümmet’ kalıbında nasıl eridiğinin de bir göstergesidir. Bugün İslâm topraklarında emperyalist güçler Müslümanların etnik ve mezhebî farklılıklarını istismâr ederek onları birbirine düşürmeye çalışmaktadırlar. İşte hac, bu Câhiliye zihniyetini mahkûm etmenin de yegâne adresidir. Bu sebeple her yıl tekrarlanan uluslararası hac kongresi, İslâm dışı ideolojik hastalıkların tedavi edilmesinde iyi bir rehabilitasyon merkezidir.
Diğer taraftan Kâbe’nin bir hidâyet vesîlesi olmasının yanında ahlâkî dönüşüme kaynaklık etmesin açısından da çok önemlidir. Aynı zamanda bu kutsal mekânda icrâ edilen hac ve umre ibâdetleri, davranışlarımızın iyi yönde düzeltildiği teorik ve pratik anlamda muhteşem bir uygulamalı ders örneğidir. Burada sabır, irade, öfke yönetimi ve her türlü güçlüğe karşı dayanma eğitimi verilmektedir.
Ahlâkî anlamda hac ibâdetinin bir Müslüman için en büyük kazancı, “başkalarıyla iyi geçinme” eğitiminin alınmasıdır. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) Müslümanı şöyle tarif etmiştir: “Mü’min, kendisiyle iyi geçinilen kişidir. İyi geçinmeyen ve geçinilmeyen kimsede hayır yoktur.”[7] Bir başka rivâyette de, “Kötü söz söylemeden ve büyük günah işlemeden hacceden kimse, annesinden doğduğu gündeki gibi günahsız olarak (evine) döner.” [8] buyurulmuştur.
Bu kısa hac döneminde eline, diline ve beline sahip çıkmanın eğitimini alan bir Müslüman, bu güzellikleri ömür boyu hayatına taşımalı ve yansıtmalıdır. Dolayısıyla hakkıyla yapılan bir hac, bizi itikâdî, ahlâkî ve güzel bir Müslüman olma yolunda değiştirir ve dönüştürür. Haccın esas mahsûlâtı da bu olmalıdır.
Sonuç olarak, Beytullah’a yüz süren bir hacı, hac sonrası hayatını İslâm’ın emir ve yasaklarına göre yaşama konusunda âzamî dikkat ve titizlik göstermelidir. Artık o, örnek bir Müslümandır. Rabb’ine, ayağını hidâyet yolunda sâbit kılması için fiili duâ hâlinde olmalıdır.
Bir de gittiği mekânlar, vahye sahne olmuş, her bir toprağında taşında Allah Rasûlü’nün ve sahâbenin ayak izlerini taşıyan coğrafyalar olduğunun şuurunda bulunmalıdır. Bu hac ibâdeti vesilesiyle İslâm’ın hidâyetinden istifâdesini kardeşlerine de yansıtmalıdır. Rahmân’ın bir misâfiri olarak bu topraklara gelemeyen kardeşlerinin de buralardan nasiplenmesi için onları unutmamalı ve duâlarında hatırlamalıdır.
Ne mutlu çağrılanlara ve bu çağrıya icâbet edenlere!
[1] 3/Âl-i İmrân, 97.
[2] Buhârî, Îmân, 1, 2.
[3] 3/Âl-i İmrân, 96.
[4] Diyanet, Tefsir, I, 635.
[5] Bkz. Buhârî, Megâzî, 71; Müslim, Cihâd, 59.
[6] Haley, Alex, Malcolm X, çev. Y. Kayırlı, Ankara, 1978, s. 729, 763.
[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 400.
[8] Buhârî, Hac, 4.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarHer bidâyetin bir nihâyeti vardır. Bizler fânî varlıklarız. Bâkî olan sadece Yüce Allah (c.c.)’tır.Esas olan O’nun istediği gibi bir hayatı yaşayabilmektir. İnsan hayatı, doğum ve ölüm arasında ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
"İnsan ara bul irfan ara bulDerman ara bul bîmâre gönlüm"Osman Hulûsi Efendi bu beytinde diyor ki; insan, yaratılışı itibarıyla çeşitli şeylere muhtaç dünyaya gelir ve bu ihtiyaçları bir ömür boyu dev...
Yazar: Vedat Ali TOK
Mutasavvıflar suyu, Hak’tan akıp gelen feyze, berekete, nimete, ilme, marifete ve kalbin manevî hâllerine benzetir ve suyun temizleme özelliğine bilhassa vurgu yaparlar. Çünkü su temizdir ve temizleyi...
Yazar: Resul KESENCELİ
Vakıf, Arapça bir kelime olup, “durmak, durdurmak ve haps etmek” gibi anlamlara gelir.[1] Istılâhta ise, bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip, “ayn”ını Allah’ın mülkü hükmünde, temlik ve temell...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ