Önce Aileden Başlamak
Her insan dünyada huzurlu ve mutlu bir yaşam sürmek ister. İster ki, kendisiyle anlaşabileceği bir eşi olsun, evliliğin meyvesi güzel çocuklarla yuvası şenlensin. Genç yaştaki insanlar evlilik etrafında böylesine güzel hayaller kurarlar. Onların kurduğu hayaller gerçekleşmiş olsaydı dünyanın mutluluk ve huzurun hâkim olduğu, insanlar arasında hiçbir problemin yaşanmadığı bir yurt olacağı aşikârdı. Ancak içinde bulunduğumuz şu anki dünya hiç de böyle değil.
Yuvalar pek çok insana mutluluk getirmiyor artık. Boşanma oranları sürekli artmakta. Birbirlerine akla hayale gelmeyecek vaatlerde bulunan ve gözlerinin ondan başkasını görmediğini söyleyen eşlerin yuvaları altı ay sonra çatırdamaya başlar. Her iki taraftan ailelerin müdahale etmesi ve arayı bulma çabalarıyla evlilik düşe kalka bir müddet daha devam etse bile, yürümeyeceği belli olur ve aile binası çöküverir. Eşler soluğu mahkeme kapısında alır ve anlaşılamadıklarından, beklentilerinin karşılanamadığından, saygı görmediklerinden şikâyet ederler. Şiddetli geçimsizlik ve diğer nedenler yeterli mazeret olur ve hâkim evlilik bağını çözüp eşleri kendi yollarına gönderir.
Boşanmanın ardından çiftler kendilerini bir boşlukta hissederler ancak toparlanmaları çok uzun sürmez. Bununla birlikte, neden bu evliliği yaptıklarına hayıflanıp dururlar. Hayatlarının sonraki kısmında, geçirdikleri şanssız evliliğin acı hatıralarını her zaman taşırlar. Her fırsatta yüreklerinde burkulmalar olur, kelimelere dökemeyecekleri bir elem hissederler. Kendilerine kızarlar, çoğu kez de içleri boşandıkları eşlerine karşı intikam ateşiyle yanıp tutuşur.
Bir Ömürlük Acıyı Kısa Sürede Çeken Anne Babalar
Esasında bu zorlu sürecin acısını en fazla hissedenler eşler değildir. Hüznün hasını iki grup insan çeker. Bunların birincisi, çocuklarını belli bir yaşa kadar yetiştirip ellerinden gelen bütün gayreti gösteren, yemeyip yediren, giymeyip giydiren ve zaman zaman onlar için sabahlayan, açlık çeken anneler-babalardır. Onlar yavrularının hayırlı ve mutlu bir evlilik yapması için birikimlerini ortaya koyarlar, kıpır kıpır kalpleriyle her türlü fedakarlığı gösterirler.
Yuvanın yıkılmasıyla birlikte kurdukları hayaller de yıkılıp gider. Yaşlılık dönemlerinde bütün hayatları boyunca çektikleri sıkıntılara denk bir sıkıntının altına girerler. Bir o kadar daha yaşlandıklarını hissederler. Yıkılan yuvaya mı, çocuklarının bundan sonraki yaşamlarında bir düzen tutturamayacağına mı üzüleceklerini bilemezler. Nice anne babanın böylesi bir kederle, ömürlerinin son demlerini nasıl da elem içerisinde geçirdiğine pek çok kez şahit olmuşuzdur.
Ailenin dağılmasının yükünü çeken ikinci grup çocuklardır. Onlar hayatları boyunca bunun burukluğunu taşıyacak ve sıkıntının katmerlisini yükleneceklerdir. Yuvanın dağılmasıyla birlikte hayatlarının geri kalanını annenin sarılması, babanın okşaması veya her ikisi birden olmadan geçirmek zorunda kalacaklardır.
Sevgiden yoksunluğun meydana getirdiği olumsuz etki gelişim çağlarında kendisini gösterecek ve ileriki dönemlerinde bunlar problem olarak sosyal yaşamlarına aksedecektir. Büyük şehirlerde halkın can emniyetini tehdit edecek boyutta terör estiren sahipsiz çocuklar ile her türlü kötü alışkanlığı olan gençlerin önemli bir kısmının, anne babanın şefkatinden ve kucaklamasından mahrum kalmış evlatlar olduğu hepimizin bildiği bir gerçektir. Çocuk anne babasından göremediği sevginin bedelini topluma ödetmektedir.
Ömür boyu saadet içinde bir yuvayı paylaşmak üzere kurulan aileler neden dağılıyor? En küçük Anadolu şehirlerinde bile boşanma oranları neden hızla artıyor? Cinnet geçiren eşler neden birbirlerine fiziksel zararlar veriyor? Aile içi şiddet neden son zamanlarda bu derece arttı? Bu ve benzeri pek çok soru zihnimizi kurcalar. Bu soruları ve gazetelerin üçüncü sayfalarını işgal eden aile haberlerini bir araya getirdiğimizde, toplumun çok kötü ve de hızlı bir şekilde uçuruma doğru yuvarlandığını görebiliriz. Yaşı ellinin üzerinde olanlar, kendi gençlik dönemleriyle içinde yaşadığımız zamanlardaki aile ortamlarını karşılaştırdıklarında, toplumun ne kadar savrulmuş olduğunu çok iyi anlamaktadırlar.
Evet, aile toplumun çekirdeğini oluşturur. Peki, mahsul vermeye elverişli olmayan çekirdekten iyi bir ürün alınabilir mi? Keza tarıma elverişli olmayan bir arazide ekilen çekirdekten iyi bir ürün elde etmek mümkün müdür? Bu çekirdeklerin oluşturduğu bahçeden iyi bir bostan olur mu? Elbette olmaz. Zira hem çekirdekte hem de arazide sorun vardır.
İşte bunun gibi, sağlam temeller üzerine kurulmayan, kurulduktan kısa süre sonra çatırdamaya başlayan, kavgalarla bağı zayıflayan ailelerin oluşturduğu bir cemiyet sağlıklı bir cemiyet olmaz. Sağlıklı olmayan cemiyet içinde kurulmaya çalışılan yeni aile yuvası da toplum nasılsa öyle olur. Zira toplumun çekirdeğini oluşturan aile toplumun, toplum da ailenin aynasıdır. Aileler iyiyse toplum da iyidir. Aileler sorunlu, birbiriyle geçimsiz ise toplum da öyledir. Toplum güzel değilse aileler de güzel değildir.
Nereden Başlamalı?
Önce hangisini düzeltmeye başlamak gerekir denecek olursa, cevabı “her ikisini birden” olur. Ancak imkân ve etki alanı sınırlı olan bizler için önceliği olan ailedir. Toplumu da ihmal etmemekle birlikte, çekirdekten başlamak durumundayız. Zira cemiyette dirliğin ve barışın egemen kılınması için öncelikle ailelerin huzurlu olması gerekmektedir. Kendi iç huzurunu bulamamış ailelerin gelecek kuşaklara iyi nesiller, ahlakî değerlere sahip kuşaklar bırakması elbette mümkün olmaz. Böyle ailelerin oluşturduğu toplumlarda saadet de söz konusu olmaz.
Zira aile yuvası sağlam ve sarsılmaz değerler üzerine kurulmazsa yuva kısa sürede dağılır. Dağılmasa bile eşler arasındaki bağ son derece zayıfladığı için evlilik sözde evlilik halini alır. Böylesi ailelerin meyvesi olan çocuklar da değerlerden uzak olduklarından toplumu geleceğe taşımak yerine içinde yaşadıkları topluma sorun olurlar. Yaşlılıklarında anne babalarını bir tarafa iten, bütün gayeleri onların sahip olduğu maddî imkânı ele geçirmek olan, dünyayı sadece şehevî arzuların tatmin edildiği bir mekân olarak gören, kendisi ve toplumu adına bir endişe taşımayan kuşakların toplumları yücelttiği görülmemiştir.
Dış kültürlerden oldukça fazla etkilendiğimiz şu günleri bir de bahsettiğimiz açıdan değerlendirelim. Bu nesil gelecek adına, ahireti kazanma adına bizlere ne kadar umut vaat etmektedir? Manzaraya baktığımızda haklı olarak korkmaktayız değil mi? Bozulma bu şekilde sürüp gittiği takdirde değerleri olmayan bir toplum haline gelmekten ve bu gidişin bizleri felakete sürükleyerek batı toplumları gibi yapmasından korkuyoruz.
Zira evlenip boşanmaların sıradanlaştığı, çocuklar ile aileleri arasındaki bağların zayıfladığı, insanların birbirlerinin sorunlarını kendilerine dert edinmediği, haramların toplumu kuşattığı bir manzara ile karşı karşıyayız. Bu gidiş batı toplumu gibi olacağımızın habercisidir; başka bir şeyin değil. Onlarca tabelanın yol kenarına konulduğu ve insanı nereye götürdüğünün yazılı olduğu bir yolda ulaşılacak yer elbette gidilen yerdir, başka bir muhit değil.
Neleri düzeltirsek hem aileyi hem de toplumu kurtarabiliriz, çocuklarımızın yarınlarından endişe etmeyiz, ahiretimizi kazanabiliriz, gözlerimizi huzur içinde bu dünyaya kapatabiliriz? Zihnimizde deveran edip duran bu ve benzeri soruları çoğaltmak elbette mümkün. Böylesi soruların cevabı olarak pek çok şey söylemek de mümkün. Ancak kesin olan bir şey var ki, o da bu hastalığın tedavisinde aynı anda kullanılması gereken pek çok ilaca ihtiyaç olduğudur. Hastalık, tek ilaçla tedavi edilemeyecek kadar müzmin ve ağırdır. Bu nedenle bu kısa yazı içerisinde sadece birkaç hususa temas etmek mümkün olabilecektir.
İbadetler Manzumesi Olarak Aile
Hepimizin gördüğü gibi, manevî değerlerimizden yoksun yetişen yeni kuşak ailenin kudsiyetinin farkında değil. Oysa İslam’ın biz Müslümanlara öğrettiği şeylerden birisi de, aile ortamının aynı zamanda bir ibadet ortamı olduğudur. Müslümanın ibadeti sadece namaz kılmak, oruç tutmak gibi hemen aklımıza gelen ibadetlerle sınırlı değildir. Mümin kişi hayatının her diliminde ibadettedir. Aile ortamı da bunların en başında gelir.
Kul Hz. Peygamberin buyurduğu üzere eşinin ağzına koyduğu lokmadan bile sadaka sevabı alır. Hatta harama düşmeden fıtrî ihtiyaçlarını helal yoldan karşıladığında dahi ecir alır. İnanan kişi her zaman ibadette olduğu düşüncesini zihninde tutamasa bile, özünde bu niyet olduğundan dolayı, ailesinin maişetini temin için çalışmasından, onlara güler yüz göstermesinden, bilebildiği, dilinin döndüğü kadar İslam’ın güzelliklerini anlatmasından, fırsat bulduğu vakitlerde camiye götürmesinden velhasıl ailesinin Allah ve Rasûlünün istediği bir yaşam sürmesi için çaba harcadığı her şeyden sevap alır.
Allah ve ahiret bilincinin yüksek olduğu bu yuvalarda öncelikli amaç Allah’ın rızasını kazanmak, helal çizgi üzerinde yürümeye gayret ederek Müslümanca bir ömür sürüp yine Müslümanca vefat etmek olduğundan, eşlerin manevî olarak birbirlerine ve çocuklarına verecekleri çok şey vardır. Eşlerin aynı mecliste oturması manevî olarak güçlenmelerini, birbirlerinden destek alarak Allah’a daha kuvvetli yönelmelerini ve yaşadıkları hayattan müthiş derecede manevî haz almalarını sağlar. Zira birbirlerinin manevi akülerini adeta şarz ederler. Hz. Peygamberin, insanın yanında huzur bulduğu eşini, müminin elde edebileceği en büyük nimetlerden biri olarak saymasının nedeni bu olsa gerektir. Elbette bu güzellik çocuklarına da sirayet edecektir.
Aile yuvasının çabuk dağılmasının en büyük nedenlerinden birisi de, manevî açlığın artmasına paralel olarak insanların maddî beklentilerinin ve kanmak bilmez iştahlarının azmasıdır. Yabancı kültürlerin ve İslâm’ın hayattan çekilmesinin de etkisiyle birlikte insanlarda sınırsız bir madde hastalığı baş göstermiştir.
Toplum artık elde ettiğinden doymamakta, her zaman daha fazlasını istemektedir. Kanaat duygusu kaybolduğu için çoğu zaman kazanılan maaş böylesi ihtiyaçları karşılamaya yetmemektedir. Televizyonlarda seyredilen şaşalı yaşantılar, dizilerde gösterilen zengin evleri ve her gün bir yenisi reklamlarda arz-ı endam eden ürünler insanların yetinme duygularını aşırı derecede örselemektedir.
Örneğin marka giyinme, birkaç ayda bir yenisini alma gibi tatminsizlikler ailenin maddî imkanlarını çok zorladığından ve talepler karşılanmadığından dolayı aile içinde büyük huzursuzlar baş göstermektedir. Oysa başkalarının sahip olduklarına haset etmek ve gücünün üstünde bir yaşam sürmeye çalışmanın varacağı nokta huzursuzluk olmaktadır. Bu ise aile saadetini kökünden dinamitlemektedir.
Ekonomik Bağımsızlık
Ekonomik bağımsızlık da ailenin dağılmasını kolaylaştıran etkenlerin başında gelmektedir. Bayanların iş alanında bağımsızlıklarını kazanmaya başladığı son onlu yıllardan itibaren boşanma oranların artmasında bunun etkisi çok fazladır. Önceleri aile yuvasının dağılmaması ve boşanma durumunda sığınılacak yer bulmadaki endişeden ötürü bayanlar eşlerinin kendilerine karşı olan katı tutum ve davranışlarına katlanmak durumunda kalıyorlardı.
Ancak maddî imkanların artmasıyla birlikte kadın kendisini özgür ve bağımsız hissetmeye başlamış, “Böyle bir eşin çilesini çekeceğime boşanıp kendi hayatımı yaşarım” demeye başlamıştır. Erkeklerimizin hanımlarını elleri altındaki bir eşya gibi görmesinin, şiddet uygulamasının, acı çektirmesinin durumun bu noktaya gelmesindeki tesiri çok fazladır. Kadını ezmeyi din sanan anlayış boşanmaların ana sebeplerinden biri olmaktadır.
Burada arkadaşımın başından geçen bir hatırayı aktarmak isterim: Annesinin vefat etmesinden yaklaşık bir yıl kadar sonra emekli imam olan babası için eş aramaya başlarlar. Çünkü babaları kendileri yanında rahat edememekte, yalnız kaldığında da hizmetini görememektedir. Sonunda emekli maaşı olan dul bir bayan bulurlar. Kadını evinde ziyaret ederler. Hoş beşten sonra niçin geldiklerini zaten anlamış olan kadına durumu anlatırlar, babalarıyla evlendirmek arzusunda olduklarını söylerler.
Kadının cevabı şu olur: “Birinciyi gebertene kadar canım çıktı, bir ikincisinin sıkıntısını çekemem. Ondan kalan emekli maaşımla kimseye bağlı olmadan huzur içinde yaşıyorum.” Bu cevap erkeklerimizin eşlerine karşı nasıl davrandıklarını, aile yuvalarını zehir edip etmediklerini anlamaları açısından çarpıcı bir örnektir. Lütfen şu soruyu erkeklerimiz kendilerine sorsunlar: “Eşleri ekonomik bağımsızlıklarını elde etmiş olsalardı evliliklerini devam ettirirler miydi?”
Bayanların ekonomik özgürlüklerini kazanmalarının boşanmayı kolaylaştırdığını söylerken, suçu tamamen erkeklerin üzerine atmak haksızlık olur. Zira ekonomik bağımsızlıkla birlikte kocaya karşı olan bağın zayıfladığını ve “olmazsa da olur” noktasına çok çabuk gelinebildiğini söylemek gerekir. Paranın verdiği rahatlıkla her şey bir anda sonlandırılmak istenebilmektedir. Elbette bu da dinî duyguların zayıflamasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla her iki tarafta da kusurlar söz konusudur.
Hz. Peygamber Allah’ın en sevmediği helal olarak boşanmayı zikreder. Neden zikretmesin ki? Evlilik boşanmak için gerçekleştirilmez ki?! İnsan neden evlenir? Mutlu bir yuva kurmak, saadeti tatmak ve güzel kuşaklar yetiştirmek için. Ancak değerlerin kalmadığı, eşlerin maddî ihtiraslarını öne çıkardığı, haram helale dikkat edilmediği, ibadetlerin ihmal edildiği, sünnetin manevî havasının evi kuşatmadığı bir yuvanın ne bereketi olabilir ki? Cinsel ihtiyaçlar giderildiği, aşk bittiği zaman eşleri bir arada tutan bir şeyler varsa o yuva devam eder. Bu şeyler de bizleri biz yapan inançlar, değerler, gelenekler, örfler ve adetlerdir.
Sanırım biz büyükler olarak kendimizi suçlamak hiç aklımıza gelmiyor. Oysa biz önce eşimize sonra çocuklarımıza maneviyat adına ne verdik ki yavrularımızın yuvalarının sağlam zeminde devam etmesini bekleyelim veya İslâm’a hizmet edecek çocuklar yetiştirmelerini ümit edelim? Gerçekten biz Allah ve Rasûlü adına onları maneviyatla kuşandıramadık ki! Onları iyi birer Müslüman yapamadık ki!
Öyleyse, etrafımızda olup biten ve çocuklarımız da dâhil olmak üzere hepimizi etkileyen olumsuzluklardan dert yanmak yerine, kendi üzerimize düşen sorumluluk çerçevesinde ne yaptığımızı, çocuklarımıza değerlerimizi, ibadet aşkımızı, kanaatkâr olmayı, gönül huzurunu ne kadar verebildiğimizi bir düşünelim ve önce buradan başlayalım. Zira biz düzelirsek ailemiz düzelir. Ailemiz düzelirse toplum düzelir. Toplum düzeldiğinde ise o cemiyette yaşamanın keyfine doyulmaz.
Enbiya YILDIRIM
YazarKüçük yaşlardayken yaşlı amcaların konuşmalarını dinlerdik. Yaşadıkları hayattan bir şey anlamadıklarını, geçmişi sanki yaşamamış gibi hissettiklerini, her şeyin bir rüya gibi geçip gittiğini söylerle...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Etrafımızda tanıdığımız pek çok insan vardır; hayatları sıradan bir şekilde devam ederken birden değiştiklerini ve Allah’a yöneldiklerini görürüz. Bazen bir Cuma sohbeti buna vesile olur. Vâizin insan...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Hocam sizi böylesi bir eser yazmaya sevk eden etken nedir?Bu eserin kaleme alınış sebebi, günümüz insanının rol model arayışına cevap verebilmek arzusudur. Osman Hulûsi Efendi aramızdan biridir. Konuş...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
İnsanın doğumla başlayan yürüyüşü mutlak sûrette ölümle sonuçlanır. Bu sebeple hepimiz ölüme doğru yürümekteyiz. Son nefesimizi vereceğimiz yere kadar bu yürüyüşümüz durmaksızın devam eder. Hayatımız ...
Yazar: Enbiya YILDIRIM