Hulûsi Efendi’nin Eserlerinde Tarihimize Atıflar
Dünya tarihinin en ihtişamlı devletlerini kuran milletimiz, Orta Asya’dan Anadolu’ya köklü bir kültür ve medeniyet mirası taşımıştır. Türk-İslâm Medeniyeti’nin zengin birikimini asırlardır bünyesinde barındıran Anadolu’nun, dünyaya açılan irfan pencerelerinden biri de Darende şehridir. Tarihî ve kültürel birikimi, yetişmiş insan unsuru ile temayüz eden Darende, özellikle Osmanlı Dönemi’nde yetiştirdiği paşalar, devlet adamları, âlim ve mutasavvıfları ile ünlenmiş, bu vasfını Cumhuriyet Dönemi’nde de devam ettirmiştir. Cumhuriyet Dönemi’nde buradan çıkmış âlim ve fazıl zatların alemdarı, Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi olmuştur.
Osman Hulûsi Efendi, büyük mutasavvıf Ahmed Yesevî’nin takipçilerinden ve Anadolu'nun manevî fatihlerinden/pusulalarından olan Somuncu Baba Hazretleri’nin (Şeyh Hâmd-i Velî) torunlarındandır. Anadolu’ya İslâm mührünü vurup, tasavvuf ruhunu ve fütüvvet ahlâkını aşılayarak bu coğrafyanın temel taşlarından olan Şeyh Hâmid-i Velî Hazretleri’nin 20. yüzyıldaki mümtaz temsilcilerinden biri de Osman Hulûsi Efendi’dir.
Hayatı, fikirleri ve dinî hizmetleriyle örnek bir abide şahsiyet olarak gönüllerde taht kuran Darendeli Hulûsi Efendi’nin ömrü, kalemi ve kelâmı, Allah aşkı, Peygamber sevgisi ve İslâm’ın i’lâsı uğrunda geçmiştir. Hizmetleri, eserleri ve yetiştirdiği nesiller, buhranlar ağında kıvranan topluma diriliş nefhası teşkil etmiş, himmeti milleti olmuş gül soylu bir kamet-i bâlâdır. Altı yüz yıldır bütün insanlık âlemine gül rayihaları dağıtan Somuncu Baba gülistanının enfes ve nazenin bir çiçeğidir.
Hulûsi Efendi, zatını dinine, mukaddesatına, memleketine ve halkına karşı mesul hissederken, bunların özünde taşıdığı dinî, tarihî-millî değerleri ihyâ etmeyi de kendisine aslî vazife addetmiş yüce bir gönül adamıydı. Şeyhu’l-Muharrirîn merhum Ahmet Kabaklı, onun bu hususiyetini; “Âhî mizaçlı, 20. asrın sonunun ruhu yaralı, beyni karıncalanmış, bakışı kısırlaşmış insanlığına yeni uçuş ufukları açan gerçek bir ruh öncüsü” olarak tavsif etmiştir.
Hutbelerinde, sohbetlerinde ve eserlerinde, tarihimizin ruhunu dokuyan mukaddes değerler ile İslâm inancının temelini ve omurgasını teşkil eden değerleri mezcetmiştir. Bu yazımızda, Osman Hulûsi Efendi’nin tarihe, tarihimize, kimi tarihi hadiselere bakışını, yaklaşımını ve kendine mahsus tespit ve değerlendirmelerini analiz etmeye, bir fikir vermeye gayret edeceğiz.
Osman Hulûsi Efendi, milleti millet yapan, millî varlığı her türlü tehlikeden koruyup inkişaf ettiren, fertleri birbirine kenetleyip aynı ruhu, değerleri ve gayeyi paylaşmalarını sağlayan temel dinamiklerin başında tefrika, nifak ve şikâka düşmeden birlik, beraberlik ve dayanışma hasletini korumanın geldiğini, 127. Hutbe’de şöyle izah etmiştir:
“Bilmiş olunuz ki; bir milletin feyzi, azameti, yükselmesi ancak iki şeyledir. Biri efrâd-ı milleti toplayan vahdet ve birlik ruhuna meyl, diğeri istiklâl ve hâkimiyete olan şevk. Vahdet ve hâkimiyet ruhunu kaybeden, gıdasını bunlardan almayan millet hiç şüphe yok ki günün birinde başka milletler tarafından kemirilecek, yutulacak dünya yüzünden kaldırılacaktır. Milletler arasındaki galebe, şahsî hayattaki tagazzînin aynıdır. Bir vücudun gıdasına bakılmazsa onun neşv ü neması durur. Gittikçe zayıflamaya başlar ve nihayet ölür.
Bir millete evvela kendi varlığını korumak, sonra da inkişaf edip, ilerlemek için bütün efradının birlikte ve tek bir gayeye doğru çalışması lazımdır. Bir aile, bir millet efradından birleşmek ve meyli olursa, onlarda ilerleme ve hâkim olmak muhakkaktır. Yeryüzünde gelip geçmiş olan milletlerin tarihini tetkik edince görürüz ki; her kavmin kemalindeki, zevalindeki kanun-ı ilâhî şudur: Her kavmin varlığından nasibi, birlik ve bağlılığıyla şevket ve azametten olan hissesi de hâkimiyete olan meyli ile mütenasiptir.
Cenâb-ı Hak bir milleti, bir kavmi ancak tefrika, nifak ve şikak hastalıklarına tutulduktan sonra mahveder. Efradı birbirine küsen, diğerinden ayrılan bir ailenin sonu perişanlıktır. Böyle bir milletin encamı uzun bir zillet, şedit bir azaptan sonra ebedî bir izmihlâldir.”
Bir başka hutbesinde de İslâm’da vakfetmenin önemi, İslâm Devletleri’nde vakıf müesseselerinin dinî ve içtimaî hayatta ifa ettiği yeri doldurulmaz fonksiyonlarını, Osmanlı Medeniyeti’nde “Vakıf Medeniyeti”nin yeri ve ecdadımızın vakıf ruhuna verdiği eşsiz değeri, 121. Hutbe’de şu sözlerle ortaya koymuştur:
“İyilik ve hayırlı işlerde bulunmak, Müslümanlığın şiarındandır. Tarihe baktığımız zaman, atalarımızın sayısız hayır müesseseleri kurmuş olduklarını görürüz. Camiler, medreseler, daruş-şifalar, kervansaraylar, yollar, köprüler bunların başlıcalarıdır.
Ecdadımız bunları yapmakla kalmamış, bu güzel eserlerin devam etmeleri, harap olmaması için de onları ayakta tutacak gelir kaynaklarını, bu hayır işlere vakfetmişlerdir.
Böylece muazzam bir vakıf müessesesi meydana gelmiştir. Vakıflar, Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in, ashab-ı kiramın fiilleri ile vücut bulmuş hayır kurumları olarak bize intikal etmiştir.”
1974 yılındaki Kıbrıs Barış Harekâtı münasebetiyle İslâm’da cihat farzı, önemi, çeşitleri, şehit ve şehitlikten ise, Asr-ı Saadet’te yaşanan altın tablolar ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den ölümsüz hadis-i şerifler eşliğinde, 120. Hutbe’de şöyle bahsetmiştir:
“Muhterem Kardeşlerim!
Yakın tarihimizin en önemli günlerini yaşıyoruz. Tarih boyunca kahramanlık destanları yazmış olan şerefli Türk Silahlı Kuvvetlerimiz, yavru vatan Kıbrıs’taki din kardeşlerimize, soydaşlarımıza karşı yapılan zalimane hareketlere son vermek üzere harekete geçmiş ve Kıbrıs Harekâtı başlamıştır.
Savaş, insanlıkla doğmuş olup, insanlar yaşadıkça devam edecektir. Sevgili Peygamberimiz bu gerçeği “Cihat kıyamete kadar sürüp gidecektir.” sözleri ile açıklamışlardır. Çünkü savaş, hak ile batılın iyi ile kötünün, haklı ile haksızın mücadelesidir.
Bunun içindir ki İslâmiyet, Allah (c.c.)’a imandan sonra, en faziletli amelin cihat olduğunu bildirmiştir. Cihadın çeşitli şekilleri vardır. Ancak cihat denince, akla ilk gelen savaş. Savaş deyince de akla gelen vatan mücadelesidir.
Kıbrıs Harekâtıyla, Hazret-i Osman (r.a.) zamanından beri başta sahabeler olmak üzere Müslüman kanıyla sulana gelmiş olan sinesinde şehit sahabeler yatan ve minarelerinde ezan sesleri yükselen Kıbrıs’ın müdafaası başlamıştır. Bu ise yakın tarihimizde ilk defa bizlere cihat fırsatı vermiştir.
Dikkat edilirse cihat fırsatı diyoruz. Çünkü bu sayede süregelen haksızlıklara son verilerek ölenlerimiz şehit, kalanlarımız gazi olacaktır. Ayrıca hiçbir ibadetle elde edemeyeceğimiz ecirler bizim olacaktır.”
120. Hutbe’nin devamında, Abdullah ibni Ebi Revâha’nın (r.a.) yaşadığı bir hadiseyi ve Hendek Savaşı’nda Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı Kiram’ın sergiledikleri kutsal tutum ve mücadelelerden de şu şekilde söz etmiştir:
“Bir gün sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), Abdullah ibni Ebi Revâha (r.a.) kumandasında bir bölük askeri düşmanla savaşa göndermişti. Komutan Abdullah, tanyeri ağarmadan askeri toplayıp savaş alanına gönderip, kendisi de sabah namazını Peygamberimizle birlikte kılmak için mescide gelmişti.
Peygamberimiz namazı kıldırıp yüzünü cemaate döndüğünde Abdullah’ı orada görünce: “Abdullah! Savaş için gönderildiğiniz hâlde görevinizi niçin terk ettiniz?” buyurdu. Abdullah’ın: “Ey Allah’ın Resulü sizinle birlikte sabah namazını kılmak için onlara yetişmek üzere geri kaldım.” demesi üzerine Peygamberimiz: “Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, gece gündüz bu mescitte başını secdeden kaldırmasan yine de o gazi askerlerin faziletine erişemezsin. Haydi durma arkadaşlarına yetiş!” buyurdu. Bu olay cihadın yüceliğini, faziletini ne güzel ifade etmektedir.
Aziz Kardeşlerim!
Yüce Rabb’imiz Kur’an-ı Kerim’de “Ey mü’minler sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazançlı bir yolu size göstereyim mi? Allah’a ve Peygamberine inanırsınız Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihat edersiniz. Bilesiniz bu sizin için en iyi yoldur.” buyurmaktadır.
Rabb’imizin bu emrine uyarak önümüze çıkan cihat fırsatını değerlendirelim. Maddî manevî bütün gücümüzle yardıma koşalım. Canımızla ve malımızla cihat edelim. Cephede savaşanlara dualarımızla da destek olalım.
Şunu iyi bilmeliyiz ki, Allah (c.c.) yolunda cihat edecek olanı, teçhiz eden kimse bizzat gaza eden kimse gibi sevap alacaktır. Sevgili Peygamberimiz, bunu böylece haber vermiştir. Bu hususta ilk Müslümanları örnek alalım.
Sevgili Peygamberimiz Hendek Savaşı’nda da ashab-ı kiramı savaş hazırlığı için yardıma çağırmıştı. Herkes malından bir miktarını ortaya koydu. Kimi malının üçte birini, kimi yarısını, kimi daha az, kimi daha çok verdi. İşte bunları örnek alalım.
Bunlar arasında bir Ebû Bekir vardı ki -Allah ondan razı olsun- her şeyini ortaya koymuştu. Sevgili Peygamberimiz kendisine, “Ya Ebû Bekir! Kendine çoluk çocuğuna ne bıraktın?” deyince Hazret-i Ebû Bekir “Onlara, Allah ile Rasûl’ünü bıraktım.” diye cevap vermiştir.
Öyle ise hükümetimizin aldığı karar gereğince şanlı ordumuzun giriştiği barış harekâtını, yekvücut halinde destekleyelim. Hava kuvvetleri ile deniz kuvvetlerini güçlendirme vakıflarına yardıma koşalım. Bu hususta açılacak kampanyalara seve seve katılalım.
Cenab-ı Hakkın bizi muvaffak kılması için dualar edelim. Gazanız mübarek olsun, hak yolda olan bizleri Cenab-ı Mevlâ muvaffak kılsın.”
İsmail ÇOLAK
YazarSultan II. Mahmud’un, kızları içerisinde en uzun ömürlü olanıdır. 23 Mayıs 1826’da II. Mahmud’un ikbâli Zer-nigâr Hanım’dan dünyaya gelmiştir. “Doğruluğu gösteren” anlamına gelen ismini, babası II. Ma...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Çanakkale’nin köylerinden her gün bıyığı henüz terlememiş, çocuk denilebilecek yaştaki yüzlerce genç, savaşa katılmak üzere birliklere katılıyordu. Kısa süreli bir eğitimden sonra bölük bölük cepheye ...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Tasavvuf, Kur’an ve sünnetten beslenerek, nefsi terbiye metodları geliştirmiş ve nefsi terbiye etmek suretiyle kişiliğin sağlam bir zemine oturtulmasını hedeflemiştir. Nefsin terbiyesiyle gerçekleştir...
Yazar: Musa TEKTAŞ
23 Nisan 1857’de Sibirya’nın Tobolsk iline bağlı Tara kasabasında dünyaya geldi. Aslen Buharalı bir Özbek ailenin evladı olup, babası Ömer Efendi, annesi Başkurt Türklerinden Afîfe Hanım’dır. Tahsil h...
Yazar: İsmail ÇOLAK