Aile Hukukuna Örnek Olan Kadınlar: Liân Uygulaması
Evrenin şerefli varlığı insanı yeryüzü halîfesi olarak yaratan Yüce Rabb’imiz, insanı sınav için dünyaya gönderirken başıboş bırakmamış, onun dünya ve âhiretini cennete çevirecek hayat nizamını da ona bildirmiştir. Bu ilâhî bildiri, Son Peygamber (s.a.v.)’e indirilen Kur’ân ile bir kez daha yenilenmiştir.
Artık insanlık, kıyâmete kadar bu nûrun aydınlığıyla aydınlanacak ve huzur bulacaktır. Tabîîdir ki o nûra gönül gözlerini açanlar onun ışığından nasiplenebileceklerdir. O ışığa gözlerini kapatanlar, arkalarını dönüp onu görmezden gelenler ise karanlıklarda bocalamaya devam edeceklerdir.
Bir adı da “Nûr” olan Kur’ân’ın 24. sûresinin adı da Nûr’dur. Sosyal hayatla ilgili pek çok hükmün yer aldığı bu sûrenin ilk kelimesi de sûre olup şu âyetle başlar: “Bu, indirip, hükümlerini kesinleştirdiğimiz sûredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler indirdik.”
Bu âyetten sonra zinâ eden ve iffetli hanımlara iftirâ atanlara verilecek olan dünyevî ve uhrevî cezâlar açıklandıktan sonra liân uygulamasını belirleyen âyetler iner. Bu âyetlerle karısını zinâ ederken yakalayan adamın ne yapacağı konusuna açıklık getirilir. Zira böyle bir kişi onları öldürse cinâyet işlemiş olacak, görmezden gelse huzursuz olacak, şâhit aramaya gitse suçlular kaybolacaklardı. Kendisine ihânet eden karısını boşayacak olsa yine taraflar mağdur olacak, başkasına ait olduğunu düşündüğü çocuğa bakmak zorunda kalacak yahut çocuk ortada kalacaktı. Âyetler soruna şöyle çözüm getiriyordu:
“Karılarına zinâ isnâdedip de kendilerinden başka şâhitleri olmayanların şâhitliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna Allah'ı dört defa şâhit tutmasıyla olur. Beşincisinde, eğer yalancılardan ise Allah'ın lânetinin kendisine olmasını diler. Kocasının yalancılardan olduğuna Allah'ı dört defa şâhit tutması, cezâyı kadından savar. Beşincisinde, kocası doğrulardan ise kendisinin Allah'ın gazâbına uğramasını diler. Allah'ın size nimet ve rahmeti bulunmasaydı ve Allah tevbeleri kabul eden ve hükmünde hikmet sahibi olmasaydı suçlunun hemen cezâsını verirdi.”[1]
Aile yuvasını ayakta tutan, eşlerinin birbirine güven duymalarıdır. Şâyet eşler arasında güvensizlik varsa yuva çatırdamaya başlar ve yıkılmaya yüz tutar. Eşler arasında güven olursa, eşler birbirlerinin yanında olmadıkları zaman da namuslarını ve aile mahremiyetini koruyacaklardır.
Yüce Rabb’imiz, sâliha hanımları tanımlarken şöyle buyurur: “Onlar, Allah'ın korunmasını emrettiğini, kocasının bulunmadığı zaman da koruyanlardır.”[2] Aslında kadın olsun erkek olsun her türlüsüyle zinâ, fuhuş haramdır. Gerçek mü’minler her şartta iffetlerini koruyanlardır: “Onlar, mahrem yerlerini herkesten korurlar.”[3]
Allah’ın emri ve Peygamber (s.a.v.)’in kavliyle nikâh kıyılırken eşler, hem Yüce Allah’a hem de birbirlerine büyük bir söz/güvence vermiş olurlar. Kur’ân bu sözü misak-ı ğaliz diye tanımlar. “Onlar sizden sağlam teminat almışlardı.”[4] Peygamberimiz de “Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız, kendinize helal kıldınız.” buyurur.
Aslında karı koca birbirine Yüce Allah’ın emanetidir. Buna göre eşler birbirlerinin haklarını bu bilinçle korumalı, birbirlerine haksızlık yaparken Yaratıcı’nın emanetine ihânet ettiğini düşünmelidirler. Kültürümüzde evlenen tarafların parmaklarına taktıkları yüzük de bu ağır sorumluluğun göstergesi ve şâhididir. İnsan sürekli olarak kendisinin gördüğü ve herkesin görebileceği parmağına o yüzüğü takmakla evli olduğunu, kendisini bekleyen helali/eşi olduğunu sürekli hatırlar ve başkalarına hatırlatır. Bütün bu sorumluluklarının farkında olan eşler birbirlerini aldatmayı, birbirlerine ihânet etmeyi akıllarından bile geçirmezler. Bu anlamda gözleri ve akılları dışarıda olmaz.
Bütün bunlara rağmen şeytan Allah’ın emri nikâhı tercih ederek kendisine başkaldıran evli çiftleri aldatmak, ayartmak ve ayaklarını kaydırmak için durmadan çalışır. Çünkü Allah’ın hayır ve güzele çağrısı karşısında şeytan kötülük ve haksızlığa çağırır: “Ey İnananlar! Şeytana ayak uydurmayın. Kim şeytanın ardına takılırsa, bilsin ki, o, hayâsızlığı ve fenalığı emreder.”[5]
Şeytan tarihî tecrübe ve birikiminden faydalanarak her yola başvurur. Sonuçta insan zinâ bataklığına düşebilir. Hâlbuki hiç kimsenin olmadığı yerde her şeyi ve herkesi gören Yüce Allah var, biz herkes ve her şeyden önce O’na karşı sorumluyuz ve O’na hesap vereceğiz bilinciyle hareket eden Müslüman, Hz. Yusuf gibi, Allah korusun, “Ben Allah’tan korkarım.” diyerek zinâ çağrılarını reddetmeyi bilen kimsedir.
Suçlu insan, suçuna tanıklık edecek şâhitlerinin olmadığını düşünerek suçunu gizler, hatta inkâr eder. Oysa o bilmez ki, hiç kimse bilmese bile yapıp ettiklerini bir bilen, hiç kimse görmese bile bir gören var. Bu dünyada gizli saklı olarak kalan, üzeri örtülen tüm her şey bir gün gelecek gizli açık her şeyi bilen ve mutlak adâlet sahibi olan hükmedenlerin en adâletli hükmedicisi olan Yüce Allah’ın huzurunda açığa çıkacaktır:
“İnsan gerçekten Rabb’ine karşı pek nankördür. İnsan, kabirlerde bulunanların çıkarılacağı ve kalplerde olanların ortaya konulacağı bir zamanın geleceğini bilmez mi? Doğrusu Rableri o gün onların her şeyinden haberdardır.[6] “Oysa Allah, onların sakladıklarını çok iyi bilir.”[7] “Sen sözü istersen açığa vur, şüphesiz O gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.”[8] “Şüphesiz Allah, gizliliklerin ortaya çıkacağı gün, insanı tekrar yaratmaya Kadir'dir. O gün, insanın gücü de yardımcısı da olmaz.”[9]
Bu gerçekleri bilen insan, kendisine isnâdedilen suçu yaptığı halde inkâr edebilir mi? Elbette edemez. Ne var ki insanın âhiret inancı zayıf olursa yapıp ettiklerini bir kalemde inkâr edebilir.
Şimdi bir ailede aldatma sözkonusu ise, sözgelimi erkek eşinin kendisini aldattığını bir şekilde öğrenmiş, fakat bunu mahkeme önünde dört şâhitle ispat edememişse, kadın yaptığı hâlde “yapmadım” diye diretiyorsa, bu yuvada güven sarsılmış demektir ve bu yuvanın bu şekilde devam etmesi mümkün değildir.
Karşılıklı güvenin sarsıldığı bir yuvada hayat sürmek, tarafları üzecek, yoracak ve aile fertlerini olumsuz etkileyecektir. Bu durumda Kur’ân’ın çözümü mahkeme önünde liân/karşılıklı lânetleşmeleri ve bunun sonunda hâkimin de yuvayı sonlandırmasıdır. Artık onların hesâbı âhirete kalmıştır. Her hak sahibine hakkını veren Yüce Allah, orada taraflar hakkında hükmünü adâletli bir şekilde verecek, yanlış yapan yaptığının karşılığını mutlaka görecektir.
Eşinin zinâ ettiğini iddia eden erkeklerin dört şâhitle olayı şâhitlendirmelerini isteyen âyet inince Ensâr’ın en kıskancı olan Sa’d b. Ubâde gelip Peygamberimiz (s.a.v.)’e şöyle sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Elbette Rabb’imiz hakkı söyler. Lakin bizden biri, eşini zinâ ederken görse dört şâhit bulmaya mı gidecek? Bu nasıl mümkün olacak?!”
O bunları söyledikten kısa bir süre sonra Hilâl b. Ümeyye gelip eşini zinâ ederken gördüğünü söyler. Peygamberimiz duyduklarından rahatsız olur ve ondan olayı dört şâhitle şâhitlendirmesini, aksi takdirde iftirâ atma cezâsına çarptırılacağını söyler. Çok geçmeden yukarıdaki âyetler bir çözüm önerisi olarak iner.
Âyetler inince Peygamberimiz karı kocayı huzuruna çağırır, inen âyetleri onlara okur ve âhiret azâbının dünyada çekecekleri cezâdan çok daha ağır ve dehşetli olacağını söyler. Ardından onlardan şâhitlik etmelerini ister. Bunun üzerine Hilâl şöyle der: “Ey Allah’ın Rasûlü, vallâhi ben doğru söylüyorum.” der ve bu sözünü dört kere tekrarlar. Kadın suçlamaları kabul etmez. Bunun üzerine Peygamberimiz tekrar uyararak şöyle der:
“Ey Hilal Allah’tan kork, dünya cezası ahiret azabından çok daha hafiftir! Allah birinizin yalancı olduğunu biliyor, o halde biriniz tevbe etmeyecek mi?”
Hilâl şöyle cevap verir: “Vallahi Yüce Allah, beni bu kadın sebebiyle iftirâ cezâsıyla cezâlandırmayacağı gibi, âhirette de azap etmeyecektir, çünkü suçlu olan odur, Allah’ın lâneti yalan söyleyenlerin üzerine olsun.” der.
Bu sefer kadına söz verilir. Kadın suçlamaları kabul etmez ve Hilâl’in yalancı olduğuna yemin eder ve bunu dört defa tekrarlar. Beşincide ona şöyle denir: “Kadın, Allah’tan kork! Dünyada göreceğin cezâ, âhiret azâbına göre hafiftir! Son yemin seni ilâhî cezâya mahkûm edecek.”
Bu uyarı karşısında kadın suçunu itiraf edecek gibi olur, sonra kendi kendine; “Vallâhi ben bugün kavmimi rezil etmeyeceğim.” der ve beşinci olarak “Eğer o doğru söylüyorsa Allah’ın gazâbı benim üzerime olsun.” der.
Bunun üzerine Peygamberimiz onları ayırır, doğacak çocuğun babaya nisbet edilmemesi, çocuğun zinâ çocuğu olarak rencide edilmemesi, eden olursa kazf cezâsına çarptırılması ve kadına nafaka ödenmemesine hükmeder. Böylece liân uygulamasıyla erkek iftirâ cezâsına, kadın da zinâ cezâsına çarptırılmaktan kurtulmuş olur.
Kaynaklarımızda benzer başka olaylardan da bahsedilir, fakat olaylarla ilgili kadınların ismi geçmez. Bu da Müslümanların mahremiyet ve kadının onurunu koruma konusundaki hassasiyetlerini gösterir.
Bu örnek olaydan da anlıyoruz ki, İslâm, insanların sorunsuz huzurlu bir hayat yaşamaları için tedbirlerini alır, onları yanlışa düşmemeleri konusunda uyarır. Buna rağmen yanlış yapanları ise yüzüstü bırakmaz, onların hayrına olacak şekilde çözüm yolları sunar. Kur’ân’ın liân uygulaması da bu çözüm yollarından birisidir.
İnsanın yaşadığı her dönem ve yerde sorunlar olacaktır. Önemli olan sorunların üstesinden gelmesini bilmek, onlara sağlıklı çözümler üretebilmektir. Örnek olaydan da anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatta olduğu, Kur’ân âyetlerinin inmeye devam ettiği dönemde bile insanlar yanlışlar yapabilmişlerdir.
İslâm toplumunda bir kişi zinâ edenleri görse, bunları dört şâhitle isbat edemediği sürece gördüklerini gizler. Kadın olsun erkek olsun eşinin zinâ ettiğini gören kimse ise liân için yetkili mahkemeye başvurur.
Elbette, tevbe kapısı herkes için ve her zaman açıktır. Can boğaza gelmedikçe Yüce Allah, içten yapılan tevbeleri karşılıksız bırakmayacaktır. Asıl olan ise hiç günaha tevessül etmemek, hiç kirlenmemektir.
[1] 24/Nûr, 6-10.
[2] 4/Nisâ, 34.
[3] 23/Mü’minûn, 5-6.
[4] 4/Nisâ, 21.
[5] 24/Nûr, 21.
[6] 100/Âdiyât, 9-11.
[7] 84/İnşikâk, 23
[8] 20/Tâhâ, 7.
[9] 86/Târık, 8-9.
Ali AKPINAR
YazarHayat düsturumuz Kur’ân, “Yaratan Rabb’inin adıyla oku!”[1] emriyle söze başlar. İlk insan Hz. Âdem’in meleklerden üstün kılınışı ve onların saygı secdesine mazhar oluşu Yüce Allah’ın onu eğitip öğret...
Yazar: Ali AKPINAR
Yaşa, Kaybettiğimiz o yurtların yasını,Ulubatlı’yla taşı bayrağımı koşarak.Kays’a bırak en sıcak Leylâ mâcerâsını,Bu delişmen çağında destanlar yazmana bak!Târık gibi arkanda gemi külleri kalsın,Sen y...
Yazar: Muhsin İlyas SUBAŞI
Vakıf denince çoğu kere pek çoğumuzun aklına bir türbe, bir dergâh yahut tarihi bir yapı gelir. Evet, doğrudur bunlar hep vakıf eserleridir. Ama vakıf hepimizin hayatının pek çok alanını kuşatan bir k...
Yazar: Ali AKPINAR
Yaratılış gayesin, nereden geldiğiniKendi kendini bilen, bir gençlik bekliyoruz.Kulu; kula kul eden, …izmlerden değil deGücünü Hakk’tan alan, bir gençlik bekliyoruz.İlmin neşteri ile, cehlin kefenin b...
Şair: Hanifi KARA