Tarihin En Genç Kumandanı Fatih
Fatih Sultan Mehmed, fetihleri ve icraatları ile tarihin akışını, insanlığın ve devletlerin kaderini değiştiren büyük hükümdar ve serdarlardandır. Sadece şehirleri ve ülkeleri değil, zamanı, çağları ve kalpleri de fethetti. Hele de İstanbul’un kutlu fetihiyle, önce çağına sonra da tarihe tuğrasını bastı.
Müjdelenen Kutlu Çocuk
Şehzade Mehmed, 1432 yılında Edirne’de dünyaya geldi. Annesi, Alime Hüma Hatun idi. Babası Sultan II. Murad, şehzadesinin doğumunu büyük bir sevinç ve heyecanla karşılamıştı. Oğlunun doğum haberi geldiğinde tam da Kur’an’daki Fetih Suresi’ni okuyordu. Daha doğumu sırasında, geleceğin büyük fatihi olacağının müjdesi sanki Allah tarafından verilmişti. Annesi çok dindar bir kadındı. Şehzadesinin eğitim ve terbiyesiyle uğraşmaya daha beşikteyken başladı.
Babası Sultan Murad da eğitimine ve yetişmesine çok önem veriyordu. Bunda, Hacı Bayram Veli'nin, İstanbul’un fethini oğlunun gerçekleştireceğine dair belirtiler olduğunu söylemesinin etkisi büyüktü. O yüzden Padişah, şehzadesinin yetişip biran önce Fatih olmasını ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in müjdesini verdiği o güzel şehrin fethini görmek istiyordu. Oğlunun buna hazırlanması ve tahta alışması için iki defa yerini ona bırakmıştı. Şehzade Mehmed bir süre Edirne’deki Eski Saray’da büyütüldü. Daha sonra Bursa’ya gönderildi. 10 yaşına kadar orada kaldı.
Sultan Murad, onu Fatih olmaya hazırlamak için sık sık büyük dersler ve derin manalarla dolu nasihatler veriyordu. Bir gün saltanat merkezi Edirne’de tahtında oturuyordu. Çocuk yaştaki şehzadesi Mehmed, sarayın avlusunda gezip oynarken ansızın babasının yanına koşarak geldi. Kucağına oturarak şöyle dedi: “Ey benim mutlu sultanım ve saygıdeğer babam! Mübarek ve muhterem huzurunuzu kaçırmayacağımı, kalplerinizi rahatsız etmeyeceğimi bilsem, son derece merak ettiğim hâlde içinden çıkamadığım bir konu üzerine size bir soru sormak istiyordum.”
Sultan Murad, şehzadesinin saygı ve nezaket dolu sözlerinden etkilenerek, ona şöyle karşılık verdi: “Ey benim biricik ciğerpârem olan oğlum! Sorup öğrenmek istediğin nedir? Seni bir dinleyeyim. İnşallah doyurucu ve merakını giderici cevaplar vermeye çalışırım. Hem buna bütün gönlümle razı olurum.” Ardından Şehzade Mehmed arka arkaya birçok soru sordu. Babası da bıkıp usanmadan sorularının cevabını verdi. Şehzade Mehmed ilgi ve merakla dinledi, sözlerinin çoğunu not defterine yazdı. Sultan Murad’ın genç şehzadesine anlattıkları içinde tüm çocuklar ve gençlerin yoluna ışık tutacak, altından kıymetli şu öğütler vardı:
“Ey benim sevgili oğlum! Bütün varlıkların kulluk ettiği yüce Rabb’im, sana verdiği üstün niteliklerini artırsın. Ben, hayatlarını doğruluk üzere geçirenlerin ahiret âleminin sonsuz nimetlerine kavuşacaklarına inanıyorum. Bunun için Rabb’ime karşı yaptığım ibadetleri, samimi bir şekilde gönülden yaparım. Çektiğim sıkıntıların karşılıklarının, Allah tarafından verileceğine inanıyor ve bu hususta O’na sığınıyorum. Ayrıca O’nun takdirinin benim için büyük bir huzur olduğunu düşünüyorum.
Ey oğlum! Her söylenene inanıp aldanmaktan uzak durmak, her durumun içyüzünü öğrenip düşünmek ve kendi gerçeğine yaklaşmak gerek. Ara sıra atalarımı hatırlarım. Benden sonraki neslimizin akıbeti hakkında düşüncelere dalarım. Elhamdülilllah bugüne kadar hürmet ve bağlılık görerek geldik, bugünden sonra da aynı şekilde devam etmemizi arzularım. Nasıl doğup geldiysek yine öylece gidelim isterim. Şunu iyice bilesin ki, herhangi bir şeyin devamı, yalnız kaba kuvvet, kılıç ve kahramanlık zoruyla mümkün değildir. Akıl, tedbir, sabır, ileriyi görme ve yorucu tecrübeler çok mühimdir.
Birinci yol, her zaman geçerli olmadığı gibi, sakıncaları da çoktur. İkinci yol da tek başına işe yaramaz. Büyük başarılar için her ikisini de bir arada yürütmek gerek! Unutma ki, yüce ecdadımızın büyük zaferleri, görünüşte kılıcın gölgesinde olmuşsa da hakikatte akıl, mantık ve sevgi güçleriyle gerçekleşebilmiştir. Ey oğlum! Adaletten hiç ayrılma! Çünkü Allah âdildir ve âdil olanı sever. Bir bakıma sen O’nun yeryüzündeki temsilcisisin. O, sana lütuflarda bulunmuş ve kullarının başına komutan eylemiştir, bunu unutma.
Ey oğlum! Bu dünyada üç türlü insan vardır. Birinci grup, akıl ve fikirleri yerinde, istikbali az çok gören ve düşünen, hiçbir anormallikleri olmayan kimselerdir. İkincisi, hangi yolun doğru veya eğri olup olmadığını bilmekten uzak kimselerdir. Ancak bu duruma kendi istekleriyle değil, etraflarının tesiriyle düşmüşlerdir. Nasihat edildiğinde doğru yola gelip hakikati kabul eder ve söz dinlerler. Bununla birlikte çoğu zaman da duyduklarına uyarak yaşarlar. Üçüncüsü ise, ne kendileri bir şeyden haberdardır ne de yapılan ikaz ve nasihatlere kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini zannederler. Bunlar en tehlikeli olanlardır.
Ey oğul! Yüce Allah, eğer seni ilk sırada saydığım kimselerden yaratmışsa sevinir, Rabb’ime şükrederim. Yok, eğer ikincilerden isen, sana yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncülere dâhil olmayasın! Onlar, ne Allah’a ne de insanlara karşı iyi bir durumdadırlar. Padişahlar, ellerinde terazi tutmuş kimselere benzerler. Ancak asıl padişah odur ki elindeki teraziyi doğru tuta. Sen padişah olunca teraziyi doğru tutmanı tavsiye ederim. O zaman Yüce Allah da senin hakkında hayır diler, seni kendisinin sevdiği güzel insanlardan kılar.”
Neydi, fethin ve genç yaşta Fatih olmanın sırları? Fatih’in sırrını kuvvetli imanında, halis ihlâsında, demirden farksız azminde ve hedefine kilitlenmiş kararlılık ve iradesinde aramak gerekir. Fatih, önce kendini keşfedip iç âlemini fethetti. Sonra da dış fethi gerçekleştirdi. Önce maddî ve manevî gelişimini tamamladı. İlmin, maneviyat, askerlik ve idareciliğin zirvelerine tırmandı. Sonra da zamanı, mekânı ve tarihi fethetti.
İlk hocası Molla Yegân’dı. Okumaya başladığı gün Çandarlı Halil Paşa kendisine sırmalı cüz kesesi gönderdi. Daha sonra din ve fen ilimlerinde uzman, meşhur âlim Akşemseddin Hazretleri’nin terbiyesine verildi. 11 yaşına geldiğinde sancağa çıkma dönemini geçirmesi için babası Sultan Murad, onu Manisa’ya gönderdi. Yönetim ve askerlik deneyimini artıracaktı.
Yanına, devrin tanınmış bilginlerinden Molla Güranî ve Molla Ayas verildi. Gündüzleri ata biniyor, ok atıyor, savaş tekniklerini öğreniyor; akşamları da hocasından gerekli dersleri alıyordu. Kesin olarak tahta çıkacağı 1451 yılına kadar Manisa’da kaldı ve sancak beyi olarak görev yaptı.
Yalnızca Molla Güranî’den değil, devrin meşhur bilginlerinden din ve fen ilimlerini üst seviyede öğrendi. Kendisine danışmanlık yapan hocalar Molla Akşemseddin, Molla Hüsrev, Molla Güranî, Hocazade, Hızır Bey Çelebi, Ali Tûsî, Molla Zîrek, Sinan Paşa, Molla Lütfi, Fahreddin Acemî, Hoca Hayreddin idi. Bu hocalar eli ve terbiyesi altında yetişen bir şehzadenin “Fatih” olmaması neredeyse imkânsızdı.
Bunlardan aldığı ilim ve ışık sayesinde, daha 21 yaşında toplar döktürüp kaleler inşa ettirecek kadar mühendislik, askerlik ve mimarlık bilgisine ulaştı. Tarih bilgisi ve bilinci çok yüksekti. Tarihteki büyük liderlerin ve komutanların hayatlarını okudu, dersler çıkardı. Arapça ve Farsça’ya ana dili gibi, Latince, Yunanca ve Sırpça’yı ise yeteri ölçüde öğrendi. Yabancı dilde yazılmış birçok kitabı rahatlıkla okuyabiliyordu.
Devamlı öğrenmek ve kendisini geliştirmek isteyen zeki bir araştırmacıydı. Her gün belli bir süre kitap okur, vaktinin çoğunu kütüphanede geçirirdi. Azimli, gayretli, inatçı ve disiplinli bir talebeydi. Dinî, askerî, tarihî ve coğrafî konularla meşgul olmaktan büyük zevk alırdı. Düzenli olarak günlük tutardı.
Not defterine farklı konularla ilgili görüşlerini yazardı. Deneme ve kompozisyon yazıları kaleme alırdı. Ayrıca güzel yazı çalışmalarına yer verirdi. Çeşitli hayvanların resimlerini çizer, insan portreleriyle alakalı egzersizler yapardı. Geleceğe yönelik hayaller kurmaktan ve zihin jimnastiklerine girişmekten sonsuz zevk alırdı. Osmanlı ve Dünya haritaları çizmeye, özellikle İstanbul ve çevresinin haritalarıyla meşgul olmaya bayılırdı.
Sultan Murad, şehzade Mehmed’i Manisa’ya göndermeden önce, hocası Molla Güranî’nin eline bir sopa tutuşturdu. Şehzade derslerine çalışmazsa sopayla haddini bildirecekti. Ve üzerine biriken miskinlik tozlarını silkeleyecekti. Hocası, dersine az çalıştığı bir gün şehzadeyi sopayla bir güzel okşadı. Şehzade hemen babasına koşarak şikâyet etti. Padişah da kızmış gibi yaptı. Akşam hocasını ziyaret edeceğini bildirdi.
Ertesi gün, Sultan Murad hocanın yanına vararak “Sen nasıl olur da benim biricik oğlumu döversin.” dedi. Daha sözünü bitirmeden, Molla Güranî sopayı kaptığı gibi Padişahın üzerine yürüdü. Koca Padişah çareyi kaçmakta buldu. Sonra şehzadenin yanına gelerek onu şöyle korkuttu: “Bu hocanın sopasından kurtulmanın tek yolu çok çalışmak, aman derslerine iyi çalış!” Tabii, Sultan Murad, Molla Güranî ile anlaşmıştı. Manisa’ya gitmeden önce oğlunu hocasına ve derslerine mutlaka bağlamalıydı. Büyük bir gözdağı vererek disiplin altına almalıydı. Böyle bir oyunla onu da başarmıştı. Şehzade Mehmed, Fatih olmaya işte böyle hazırlanmıştı.
Şehzade Mehmed’in en büyük hocası Akşemseddin idi. Fatih’in kişiliğini bulması ve manevî olgunluğa ulaşmasını, bu değerli âlim sağlamıştı. Şehzadeyi “Fatih” yapan ve İstanbul’un fethine manevî açıdan hazırlayan oydu. Akşemseddin, kuşatmadan çok önce, daha şehzadeliği sırasında talebesini fethe hazırlamaya başlamıştı. Bir defasında; “Dertlenme beyim, günün birinde İstanbul’u alacaksın!” demiş, fetihle ilgili hadisleri okumuştu. Ardından da; “Her şeyin belirli bir zamanı vardır.” sözleriyle kutlu fethi müjdelemişti.
Şehzade Mehmed’in hocasına sevgi ve saygısı ise sonsuzdu. Bir gün Vezir Mahmud Paşa’ya şöyle demişti: “Bu âlime saygım sonsuzdur. Yanında heyecanlanırım, ellerim titrer. Diğer âlimlerse benim yanıma gelince heyecandan elleri titrer.” İstanbul’un fethinden duyduğu mutluluğu ifade ederken, hocasına verdiği değeri de şu sözle ortaya koymuştu: “Bende gördüğünüz bu sevinç, yalnızca bu kalenin fethine değildir. Akşemseddin gibi saygın bir bilginin benim zamanımda olduğuna sevinirim!”
Sultan Murad, tahtı kendisine ilk bıraktığında Şehzade Mehmed, 12-13 yaşlarındaydı. Padişah, biraz dinlenmek ve ibadet etmek niyetindeydi. Hem de şehzadesinin padişahlığa ve büyük fethe hazırlanmasına zemin hazırlamak istemişti. Babası, kendi elleriyle onu tahta oturttu. Padişahlığını ilk o kutladı ve bağlılığını sundu.
Küçük yaşta bir hükümdarın tahta çıkması, Haçlıların büyük bir ordu hazırlayıp 1444’de Varna Savaşı’na girişmelerine sebep oldu. Sultan Mehmed’in, onları durdurabilecek tecrübesi ve gücü henüz yoktu. Hemen babasını tahta davet etti. Öyle bir mektup yazdı ki, geleceğin dahi padişahı olacağının ilk sinyallerini verdi: “Padişah siz iseniz geliniz, ordularınıza kumanda ediniz! Yok, padişah biz isek, emrimize itaat edip ordularımızın başına geçiniz!”
3 Şubat 1451’de, Manisa’dan tahta çıkmak üzere Edirne’ye gelen Sultan Mehmed’in at üzerindeki duruşu, yiğitlik ve görkemi muhteşemdi. Devrin bilginlerinden Fahreddin Acemî’nin ifadesiyle, büyük bir padişah daha atalarının tahtına yürüyordu. Tek derdi ve ideali, İstanbul’u fethetmekti. Bütün manevî işaretler kendisini gösteriyordu.
Babası, devlet adamları ve âlimlerin bütün desteği ve duası kendisiyleydi. İslâm sancağını İstanbul’a mutlaka dikmeliydi. “Ya İstanbul beni alacak ya da ben İstanbul’u!” diyordu. Fatih’in azim ve kararlılığı, fethe ne ölçüde odaklandığı hakkında Bizanslı tarihçi Dukas şu çarpıcı bilgileri aktarmıştı: “Padişahın, gece ve gündüz huzuru kaçmıştı. Yatağına girer ve kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken hep İstanbul’un fethiyle meşguldü. Yalnız veya arkadaşlarıyla gezintiye çıkar, onu düşünür, dinlenme ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt daima İstanbul’un haritasıyla uğraşırdı.”
Fatihliğe göz koyduğunu “Allah’ın ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in yardımı ile şehri düşman elinden alacağız!” sözüyle ilan ediyordu. Bu uğurda tüm askerî, idarî ve teknolojik dehasını sergilemekte kararlıydı. Allah’a derin bir inancı, teslimiyet ve tevekkülü vardı.
Azim, inanç ve teslimiyetini anlatması noktasında şu sözleri müthişti: “Bir zayıf kul, samimi niyetle Allah’ın lütuf hazinesinden hayır isteyip ona yönelse umutsuz bırakılmaz. Bir şeyi Allah dilemişse, bütün kâinat aksine çalışsa da engel olamaz. Eğer o kalenin benim elimle fethedilmesi nasip olacaksa, burç ve kale duvarı taştan topraktan değil de demirden bile olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim!”
İstanbul’un Fethi sadece bir savaşın kazanılması, bir şehrin ele geçirilmesi değil; etkileri günümüze kadar süren, insanlık ve medeniyet tarihinde köklü değişikliklere yol açan muazzam bir hadisedir. Üzerinden asırlar geçse de anlam ve önemini hiç kaybetmedi. Türk ve İslâm tarihinin olduğu kadar dünya tarihinin de seyrini belirledi. Batı dünyasının varlık ve kaderini derinden etkiledi.
Fatih, Hıristiyanlığın Doğu’daki son kalesi Bizans’ı yıkarak, Hilâl’in Haç’a karşı üstünlüğünü ispatladı. Fetihten sonra Osmanlı liderliğindeki İslam âlemi, dünya hâkimiyetinin baş aktörlerinden oldu. Osmanlı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in övdüğü devlet hüviyetiyle esaslı bir itibar ve mevki kazandı. İslâm’ın bayraktarlığı misyonunu sağlamlaştırdı. Fethin dinamizmiyle taarruza geçen Osmanlılar, Viyana önlerine kadar ilerlediler.
Genç Padişah’ın Muhteşem Eserleri
İstanbul’u fethederek tarihte pek az komutana nasip olan muhteşem bir zafere imza attı. 1058 yıllık Bizans’ı tarihe gömdü. 28 yıllık padişahlığında 2 imparatorluk, 14 devlet ve 200 şehir fethetti. Osmanlı’nın sınırlarını 2 milyon 214 bin kilometrekare genişletti. Hepsinden mühimi de şahsında milletimizi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in övgüsüne mazhar etti. Dünya incisi İstanbul’u bize hediye etti.
İlk ve en önemli eseri, hiç tartışmasız İslambol/İstanbul’dur. Bunu Osmanlı’nın yönetim merkezi ve padişahların aileleriyle birlikte oturdukları Topkapı Sarayı izler. Üçüncü önemli eseri, Fatih Camii ve külliyesidir; Sahn-ı Seman Medresesi, Tetimme Medreseleri, İmarethane, Tabhane ve Darüşşifa’dan oluşur. Dördüncü eseri de Eyüp Camii ve Türbesi’dir.
Fatih, çağının fatihiydi; çağını fethetti. Bugün de çağını fethedecek, yeni Fatihlere ihtiyacımız var. Fetih ruhunu, çağını fethedecek yeni Fatihlere aktarma zorunluluğu, üzerimizde ağır bir mesuliyettir. Fatih’in o muazzam imanını, ihlâs ve azmini günümüz insanına, bilhassa da gençliğe aşılama ödevi…
Onu, Fatih yapan hasletleri ve davasının fatihi yapan idealleri, Fatih gibi yüksek iman, terbiye, ideal, ufuk ve gaye sahibi kılma gereği… Bir model şahsiyet olarak Fatih’in izinden giden, tarih yazan icraatlarından ilham ve cesaret alan, Fatih gibi büyük düşünen, büyük fikirler ve projeler üreten, ulvî hedefler ve ideallerin insanı olan şuurlu, mukaddesatçı, cesur, yenilikçi, hamleci ve özgüveni yüksek nesiller yetiştirirsek; onlar da bir gün mutlaka çağlarının Fatihleri olacak ve bizi, yeniden yeryüzünde hak ettiğimiz ve özlediğimiz ideal konuma yükselteceklerdir!
Kaynakça:
Tayyib Gökbilgin, “Rönesans Hükümdarı Fatih”, Bilgi dergisi, Sayı: 73/1953;
Solakzâde, Solakzade Tarihi, C. I, Ankara, 1989;
Selahattin Tansel, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasî ve Askerî Faaliyeti, Ankara, 1999;
Halil İnalcık, “Mehmed II”, DİA. C. 28, İstanbul, 2003;
Neşrî, Kitâb-ı Cihannüma, c.2, Ankara, 1987;
Tursun Bey, Tarih-i Ebul Feth, İstanbul, (tarihsiz), Tercüman 1001 Temel Eser; Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, Ankara, 2001;
İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I-2, Ankara, 2003.
İsmail ÇOLAK
Yazarİsrail, Filistinlilere yönelik zulüm ve saldırganlıklarını tekrar tekrar sergilemekten bıkmıyor, kan ve gözyaşına doymak bilmiyor. Uçak, top ve tanklardan attığı tonlarca bomba ile milyonlarca Filisti...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Üsküdar’da sabah olmuş uyanın,Uzun mesafeler kat etmeliyiz,Büyük-küçük kapılara dayanın,Nefis düşmanını katletmeliyiz,Bu semti yeniden fethetmeliyiz...Terk ettik tâati, yıkıldı direk,Böylesi gaflete d...
Şair: Halil GÖKKAYA
Müderris Gözlüklü Hafız Ali Efendi, İzmir’in işgali sırasında, bir taraftan Faik Paşa Medresesi’nde talebe okuturken, bir taraftan da Eşrefpaşa semtinde gönüllü bir askeri birlik oluşturmuştu. Bu kuvv...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Sultan II. Mahmud’un, kızları içerisinde en uzun ömürlü olanıdır. 23 Mayıs 1826’da II. Mahmud’un ikbâli Zer-nigâr Hanım’dan dünyaya gelmiştir. “Doğruluğu gösteren” anlamına gelen ismini, babası II. Ma...
Yazar: İsmail ÇOLAK