Sevgili Peygamberimiz'in Anne ve Babasının Âhiretteki Durumları
Hz. Peygamber (s.a.v.), dünyaya gelmeden önce babası Abdullah’ı, altı yaşında iken de annesi Âmine’yi kaybetmişti. Yetim ve öksüz bir şekilde büyüyen Rasûlullah (s.a.v.), zaman zaman Mekke’den Medine’ye gidiş ya da Medine’den Mekke’ye dönüşte Ebvâ Köyüne uğrayarak annesi Âmine’nin kabrini ziyâret ederdi.
Ebvâ, Mekke-Medine yolu üzerinde bulunmaktadır. Medine’ye yaklaşık 190 km. uzaklıktadır. Bir defasında Rasûlullah (s.a.v.): “Keşke anne babamın ölüm sonrası hayatta ne yaptıklarını bilsem!” temennîsinde bulunmuş, bunun üzerine Allahu Teâlâ Bakara Suresi’nin 119. âyetini indirmiştir:[1]
“Doğrusu (ey Peygamber), biz seni hak ile desteklenmiş bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Yakıcı azâba mahkûm olanlardan sen sorumlu değilsin.”
Bu âyette geçen el-Hak, Kur’ân-ı Kerim’dir. Sevgili Peygamberimiz insanlara ilâhî vahyi tebliğ ederek, inananları cennetle müjdelemiş, isyan edenleri de cehennemle uyarmıştır. İnsanlar, cennet ve cehennemin, iyi ve kötünün, helal ve haramın, sevap ve günahın, hak ve bâtılın, itâat ve isyânın ne olduğunu öğrendikten sonra, sorumluluklarını yerine getirip getirmememe konusunda özgür bırakılmışlardır.
Âhir zaman Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kendisine indirilen vahyi tebliğ etmek, açıklamak ve yaşantısıyla da temsil etmek gibi sorumlulukları vardır. O, risâletin tarihinde bütün bu görev ve sorumluluklarını eksiksiz yerine getirmiş, ümmetini şâhit tutarak bu dünyadan Refîk-i Â’lâ’ya hicret etmiştir.
Mâtürîdiyye mezhebinin kurucusu İmâm Mâtürîdî (r.a.), Bakara Sûresi’nin 119. âyetinin son pasajında yer alan: “Yakıcı azâba mahkûm olanlardan sen sorumlu değilsin.” bölümünün doğrudan ebeveyn-i Rasûlullah’la ilgili olduğunu söylemiş ve bu konuyla ilgili de şu rivâyete yer vermiştir: “Keşke anne babamın ölüm sonrası hayatta ne yaptıklarını bilseydim.”
İslâm itikat tarihinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in anne ve babasının uhrevî hayattaki durumuyla ilgili yoğun tartışmalar yapılmış ve birçok risâle yazılmıştır. Meselenin temelinde Kur’an’da “müşriklerin necis”[2] oldukları beyanından hareketle, mülevves bir bedenin Muhammedî nûrun mecrâsı olamayacağı, bu sebeple de ebeveyn-i Rasûlullah’ın fetret üzere vefat ettikleri inancını pekiştirmek düşüncesi yatmaktadır.
Arapçada “fetret” sözcüğü; “bir şeyin şiddetini kaybedip gevşemesi ve zayıflaması” anlamındaki fütûr mastarından isim olup, “zaaf, gevşeme, gücünü ve tesirini kaybetme” mânâsına gelir. Fetret daha çok, Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed (s.a.v.) arasında geçen tebliğsiz dönem için kullanılırsa da genel mânâda kendisine İslâm ya tam ulaşmayan ya da zayıf bir şekilde ulaşan kimseler için kullanılır. Bu dönemde yaşayan topluluklara da “fetret ehli” denilir.[3]
Şu âyette açıkça fetret kelimesinin hem sözlük ve hem de geleneksel tanımdaki anlamları teyit edilmektedir. “Ey ehl-i Kitab! Peygamberlerin arası kesildiği/bilinemez bir hâle geldiği bir fetret zamanında, ‘Bakınız size rasûlümüz geldi; tatlı ve acı hakîkatleri size beyan ediyor. Bize, ne beşâretle sevindirecek bir müjdeci, ne ihtar ile gocunduracak bir uyarıcı gelmedi!’ demeyesiniz. İşte size hem beşîr/müjdeleyici hem nezîr/uyarıcı bir peygamber geldi ve Allah her şeye kadîrdir.”[4]
Ehl-i Sünnet akâid kitaplarında, bir peygamberin davetiyle karşılaşma imkânından mahrum kalan insanların dinî sorumluluğunun ne olduğu konusu fetret bağlamında ele alınmıştır. İslâm dininin varlığından haberdâr olmayan ve İslâmiyet’i kabul etmesi için herhangi bir davetle karşılaşmayan bir insanın ölümü hâlinde doğacak uhrevî sorumluluk konusunda Ebû Hanîfe’ye[5] atfedilen bir rivâyetten anlaşıldığına göre, bu meseleye dair tartışmalar hicrî II. (mîlâdî VIII) yüzyıla kadar uzanır.
İslâm âlimleri, Peygamber (s.a.v.)’in davetinden yeterince haberdar olmayan fetret ehlini çeşitli gruplara ayırmışlardır.[6] Bunları üç grupta toplamak mümkündür:
(1) Allah’ın birliğini zekâsıyla düşünüp bulan kimselerdir. Bu durumda olan insanlardan bir kısmı hiçbir dine dâhil olmamışlardır. Kus b. Saîde, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl gibi… Bir kısmı bir dine dâhil olmuşlardır. Tübba’ ve kavmi gibi.
(2) Bu sınıftakiler ise, tevhîdi tebdîl ve tağyîr edip şirki kabul eden ve kendisi için bir din uydurup tahlîl ve tahrîm edenlerdir. İlk defa putçuluğu ortaya koyan Amr b. Luhay gibi.
(3) Ne müşrik ve ne de muvahhid olup bir peygamberin şerîatine dâhil olmayan, kendisi için ne bir şerîat, ne bir din icat ve ihtirâ’ etmeyip bütün ömrünü gafletle geçiren ve zihni böyle metafizik düşüncelerden tamamıyla hâlî bulunan kimselerdir. İşte bunlardan bu üçüncü grup hakîkî fetret ehlidir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in anne ve babaları da bu grupta değerlendirilir.[7]
Ehl-i Sünnet zihniyetinin önemli temsilcileri olan Mâtürîdîler ve Eş’arîler arasında fetret ehlinin âhiretteki durumu tartışmalarında: “Allah’ı bilmek sem’î delille mi yoksa aklî delille midir?” sorusu büyük rol oynamıştır. Eş’arîler, Allah’ı bilmenin sem’î delile sâbit olacağını söylerler ve bu konuda şu âyeti delil olarak getirirler: “Biz rasûl göndermedikçe hiç kimseye azap etmeyiz.”[8] Eş’arîlere göre kendilerine peygamber ve mesajı ulaşmayan kimseler dinî açıdan sorumlu değillerdir.
Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’in anne ve babası da Allah’ı bilip bilmemekten sorumlu değillerdir. Onlar fetret ehli olup vefat ettiklerinde cennete gideceklerdir. Mâtürîdîlere göre ise kendilerine bir peygamber ya da mesajı ulaşmamış olsa bile insanlar Allah’ı akıllarıyla bulmak zorundadırlar. Onlar da delil olarak, “Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu, kulak, göz ve kalb (akıl), bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.”[9] âyetini göstermişlerdir.
Görüldüğü gibi bu âyette bilgi vasıtaları olan işitme organı kulak ve görme organı olan göz akıldan müstağnî değildir. İnsan daha çok bu iki organ kanalıyla bilgi elde eder. Bu organlar elde ettikleri bilgiyi akla gönderirler, akıl da bu bilgileri süzgeçten geçirerek doğru olanı tesbit eder. Bir bilgi vasıtası olan akıl, doğru ve yanlış olan bilgiyi birbirinden ayırt eder. Tahkîkî ve istidlâlî bilginin de kaynağı akıldır. Bu görüş zâviyesinden de baktığımızda Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ebeveyni, akıllarıyla Allah’ı bilmek zorundadırlar.[10] Kendilerinden Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini ikrar ettiklerine dair birçok söz bizlere intikâl etmiştir.[11]
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in anne ve babasının durumuna dinî açıdan baktığımız zaman, gerek Eş’arîlerin ve gerekse Mâtürîdîlerin görüşleri arasında şöyle bir uzlaşıdan bahsetmek mümkündür.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ebeveyni, Eş’arî düşünceye göre ehl-i fetrettir. Zira her ikisi de Rasûlullah’a risâlet görevi verilmeden önce vefat etmişlerdir. Diğer yandan Mâtürîdîlere göre her ikisinin de aklî yönden Allah’a inandıklarına dair sözlerine rastlanmaktadır. Meselâ Hz. Âmine, vefat etmeden az önce beş yaşına girmiş olan Muhammed (s.a.v.)’ın başucunda otururken, bir müddet kemâl-i şefkat ve dikkatle oğlunun yüzüne bakar ve ona, “Yaratılışında acı vermek olan şeylerin şerrinden Celâl sahibi olan Allah’a sığınırım.”, bir başka rivâyette, “Her türlü hasetçinin şerrinden biricik olan Allah’a sığınırım.” diye duâ eder.[12]
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in annesi gibi babası Abdullah’ın tevhîde delâlet eden pek çok şiiri vardır. Tarih kitaplarının kaydettiğine göre, Hz. Âmine ile nişanlanmadan önce, Benî Esed Kabîlesinden bir kadın Kâbe’nin yakınında ona ilân-ı aşkta bulunur. Hatta eğer kendisiyle evliliği kabul ederse, bütün servetini ona hibe edeceğini de söyler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.)’in muhterem babası Abdullah o kadına muhtevâsında tevhîd kokan şu mısraları terennüm etmiştir: “Haram o kadar acıdır ki, ölüm acısı ondan çok hafiftir. Helâl ise çok tatlıdır. Var kadın, sen açıkça helâlini ara. İzzet ve şeref sahibi olan ırzını ve dinini himâye ve muhâfaza eder. İffetsizlik demek olan bir işe nasıl cesâret gösterir?”[13]
Sonuç olarak, bütün bu rivâyetler, Ehl-i Sünnet’in iki kolunu temsil eden Eş’arî ve Mâtürîdîlerin fetret ehli konusunda ileri sürdükleri görüşlerin bir yerde buluştuğunu göstermektedir. Nitekim yukarıda atıflarda bulunduğumuz rivâyetler de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in anne ve babasının fıtrat üzere vefat ettiğine delâlet etmektedir.
Ahlâkîlik açısından her Müslümanın ister gizli, isterse açık olsun, bütün yönlerden Hz. Peygamber (s.a.v.)’in aziz hâtırasını ve şerefini ihlâl edecek her şeyden kalbini ve dilini tutması icap eder. Bizler de Ebû Hanîfe’nin, el-Fıkhu’l-Ekber adlı eserinde ifade ettiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in anne ve babası fetret ehlinden olup fıtrat üzere vefat ettiklerine inanıyoruz.
[1] Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Te’vîlâtü’l-Kur’an, (Çev. Bekir Topaloğlu), İstanbul, 2015, I, 249. Ayrıca bkz. Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1988, I, 516.
[2] 9/Tevbe 28.
[3] Bkz. İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul, 1986, s. 558; İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, Beyrut, ts. V, 43-44; Yurdagür, Metin, “Fetret”, DİA, İstanbul, 1994, XII, 475.
[4] 5/Mâide 19.
[5] Bağdâdî, Abdülkâhir, Usûlü’d-Dîn,İstanbul, 1928, s. 328.
[6] Yurdagür, “Fetret”, DİA, XII, 475.
[7] Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh, Ankara, 1979, IV, 544-547.
[8] 4/Nisâ 165.
[9] 17/İsrâ 36.
[10] Bkz. Ebû Azba, Hasan b. Abdülmuhsin, Ravzatü’l-Behiyye Fîmâ beyne’l-Eş’ariyye ve’l-Mâtürîdiyye, Beyrut, ts. s. 93-99.
[11] Bkz. Altıntaş, Ramazan, Türk Kelamcıları, Konya: Çizgi Kitabevi, 2017, 57-64.
[12] Bkz. İbn Hişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye, (tahk. Cemal Sabit, M. Mahmud, Seyyid İbrahim), Kahire, 1995, I, 141; İbn Sa’d, Tabakât, Beyrut, ts., I, 111.
[13] İsfehânî, Ebu Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, (tahk. M. Ravvas Kal’aci-Abdülberr Abbas), Beyrut, 1986, I, 132.
Ramazan ALTINTAŞ
Yazarİslâm’ın ilk yılları... Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın alenî olarak İslâm’ı açığa vurduğu günlerdi. Hz. Ömer’in İslâm’la şereflendiğini gören Mekke müşrikleri infiâle ve telâşa kapıldılar. Derhal Mekke müş...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
40.Hadis"Ümmetimden beni en çok sevenlerin bir kısmı da, benden sonra gelecek bir kısım insanlardır. Bunların her biri malını ve ailesini fedâ ederek beni görmüş olmayı çok arzu edecektir." [1]Somuncu...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
08-13 Haziran 2023 tarihlerinde iki arkadaşımla birlikte Özbekistan’a hareket ettik. Türkiye saatiyle 18.25’te İstanbul’dan Taşkent’e hareket eden Türk Hava Yolları uçağımız dört buçuk saatlik bir uçu...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Yüce Allah, Hûd Sûresi 112. âyette şöyle buyurmaktadır: “Seninle beraber tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir....
Yazar: Mehmet SOYSALDI