Sûfîlerin Gençlik Serüvenleri
Yaygın eğitimin önde gelen örneği tarih boyunca tasavvufî eğitim olmuştur. Toplumun her kesimine, her yaştan her zümreye, farklı kültür, farklı bölge, farklı coğrafya, farklı meşrep ve farklı zevkten her kesimi vahdet şemsiyesi altında toplayan tasavvufî cemâatler uzun soluklu bir eğitimin öncülüğünü yapmışlardır.
Tasavvufî hayata kimileri ömrünün geç dönemlerinde katılırken kimileri de hayatlarının baharında ve erken dönemlerinde katılmışlardır. Kimi sûfîler aykırı ve bozuk tabiatlı yaşam tarzlarını bırakarak erenlerin yolunu benimsemişlerdir. Kimi sûfîler zâhirî ilimlerde zirveyi yakalamışken içlerindeki boşluğu dolduramadıkları için ilim yolculuğundan sonra aşk yolunu ve irfan ve hikmet derinliğini elde etmeye çalışmışlardır.
Biz bu çalışmamızda farklı dönemlerde yaşayan sûfîlerden birkaç ismi gündeme taşıyarak sûfîlerin gençliklerindeki serüvenlerine dikkat çekmek istiyoruz.
Genç yaşta tasavvufî zevki idrâk edenlerin başında Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909) gelmektedir. Şeyhi ve üstadı dayısı Seriyyü’s-Sakatî (ö. 257/870)’dir. Henüz yedi yaşındayken dayısı Seriyyü’s-Sakatî, Cüneyd’e;
“Oğlum, şükür nedir?” sorusunu yöneltir. Cüneyd şu cevabı verir:
“Allah’ın nimetlerinin ona isyanda kullanılmamasıdır.”
Seriyyü’s-Sakatî bu cevaptan çok hoşlanır ve ona;
“Oğlum, korkarım senin Allah’tan en büyük nasîbin dilin olacak.’ der.[1]
İlmî çalışmalarına genç yaşta başlar. Fıkıh, hadis ve tasavvuf ilimleriyle meşgul olur. Ebû Ubeyd’den hadis, Ebû Sevr’den Şafiî fıkhı okur. Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Sevr el-Kelbî’den fıkıh okur, Ebû Ali el-Hasan b. Arefe el-Abdî’den hadis dinler. Haris el-Muhâsibî (ö. 243/857) ve Muhammed bin Ali Kassâb gibi seçkin sûfîlere eşlik eder, Ma’rûf-ı Kerhî (ö. 200/816) ve Ebû Hafs Haddâd’ın (ö. 265/878) sohbetlerinde bulunur.
Daha yirmi yaşındayken Ebû Sevr’in ders halkasında ve onun huzûrunda fetvâ verir. Zâhirî ilimlere büyük önem veren Seriyyü’s-Sakatî, onun önce şer’î ilimleri öğrenmesini teşvik ettikten sonra, “Allah seni sûfî hadisçi değil, hadisçi sûfî kılsın.” şeklinde duâ etmiştir.
Cüneyd-i Bağdâdî bu tavsiye doğrultusunda şer’î ilimleri iyice öğrendikten sonra kendini zühd, ibâdet ve tasavvufa verir. İlim ve amel bütünlüğünü sağlamasından dolayı Cüneyd-i Bağdâdî kitleler tarafından “tâvûsü’l-ulemâ” ve “seyyidü’t-tâife” gibi unvanlarla anılmıştır. Edipler onun sözünden, filozoflar fikrinden, kelâmcılar ilminden faydalanmak için etrafında toplanmışlardır. [2]
Tasavvufî düşünce ve geleneğin zirve isimlerinden İmam Gazalî’nin (ö. 505/1111) babası hayatını yün eğerek kazanan bir isimdi. Kendisi arzu ettiği şekilde tahsil göremediği için, içindeki bu arzusunu oğullarında görme iştiyakıyla bütün gayretini çocuklarının öğrenimine teksif etti. Ömrü iktifâ etmediği için bu arzusunu göremedi.
Sanatkâr bir tüccar olan babası, İmam Gazalî ile kardeşi Ahmed Gazalî’yi (ö. 520/1129) yakın bir derviş arkadaşına emânet etti. Biriktirdiği bir miktar parayı da çocuklarının eğitimi için harcasın diye kendisine tevdî kıldı. Çocuklarının eğitimleri hakkında derviş arkadaşına, "Okuma ve yazmayı bilmemem benim için büyük bir teessüf sebebi olmuştur. Bende eksik kalanı, benim yapamadığımı bu iki oğlumun yapmasını arzu ediyorum. Bunları benden geriye kalan çok az bir parayla birlikte sana emanet ediyorum. Bu paranın tamamını eğitimleri için harcasan da önemli değil. Gönlüm, her nasıl olursa olsun onları bir şeyler öğrenmesini, ilim ve bilgiden nasibini olmasını arzuluyor."[3] sözleriyle içindeki duyguyu arzetti.
Muhammed Tusî vefat edince çocuklarının velâyetini bu sûfî üstlendi, babalarının vasiyeti doğrultusunda okula gönderdi. Fedakâr sûfî onların işlerine gereken dikkati gösteriyordu. Babalarının bıraktığı parayı en ince ayrıntısına kadar tahsilleri için harcıyordu. Bir gün babasının bıraktığı para bitti. Velâyeti üstlenen sûfî de yoksul bir dervişti. Ebû Hâmid ve kardeşini büyütecek imkâna sahip değildi. Sûfî, Ebû Hâmid ve kardeşini çağırdı ve şunları söyledi: “Baba serveti artık bitti. Benim de masrafımı karşılayacak imkânım yok. İlim öğrenmeye tâlip olduğunuz için bir medreseye gidip kalmanız gerekiyor. Orada hayatınızı sürdürecek kadar rızık bulacaksınız.” Ebû Hâmid ve kardeşi medreseye gittiler.[4]
Çocuk yaşta ilim tahsilini ciddiye alan ve ilmî hayatını tasavvufî neşve içerisinde gerçekleştiren en önemli isim Abdülkâdir-i Geylânî (ö. 561/1166) olmuştur. “Cengi-dost” lakaplı babası Ebû Sâlih Mûsâ'yı erken yaşta kaybeden Abdülkadir-i Geylânî, ilk terbiyesini, hâmileliği sırasında birtakım tecellîlere mazhar olan annesi Emetü'l-Cebbâr Fâtıma ile anne tarafından dedesi Seyyid Ebû Abdullah Savmaî'den alır.
Abdülkâdir-i Geylânî, on yaşında mektebe giderken meleklerin nûrâniyetine mazhar olduğunu, ne zaman oyun ve uykuya dalsa hâtiften gelen seslerle uyarıldığını, küçük yaştan itibaren velâyet yolunun yolcusu olduğunu belirtmektedir.[5] İlmî bir çevrede doğan Abdülkâdir-i Geylânî, memleketi Geylân’da temel bilgileri aldıktan sonra zamanın büyük ilim merkezlerinden Bağdat’a gitmiş, dinî ilimleri burada tahsil ederek, ilmî şöhretine kavuşmuştur.[6]
Zamanının önde gelen fukahâsından mezhep, hilâf, usûl ve furû’ okumuştur. Kaynaklarda onun Hanbelî ve Şafiî mezhebine göre fetvâ verdiği, Hanbelîlerin olduğu kadar, Şafiîlerin de imamı olduğu belirtilmektedir.[7] Geylânî, ilim tahsili ve seyr ü sülûk arzusuyla 488/1095’de on sekiz yaşındayken Bağdat'a gitmiştir. Önce Nizâmiye Medresesi'nde Şâfiî fıkhını tahsil eden Geylânî, Ebû Zekeriyyâ et-Tebrîzî'den edebiyat, Ebû Gâlib el-Bâkıllânî, Ca‘fer es-Serrâc, Hibetullah b. Mübârek gibi devrin hadisçilerinden hadis, Mahfûz el-Kelvezânî, Kâdî Ebû Hüseyin gibi fakihlerden Hanbelî fıkhını okumuştur. Tahsil süresi içinde sûfî çevrelerle daima irtibatlı olmuştur.
Anadolu’da 13. asrın en önemli tarîkatlarından biri olan[8] Ebû İshâk Kâzerûnî’ye (ö.426/1034) nisbet edilen Kâzerûniyye Tarîkatı, İshâkıyye ve Mürşidiyye adıyla da anılan,[9] 16. asra kadar varlığını sürdüren bir tarîkattır.[10] Kâzerûniyye cihada hazır kitleler yetiştiren bir sûfî teşkilattır. Daha çok limanlar ve istasyonlar gibi insanların fazla olduğu ve her zaman yardım ve yol göstericiye ihtiyaç duyduğu yerlerde tekkelerini kurup çalışan bu teşkilatın, Hindistan, İran ve Irak Coğrafyasından Rumeli’ye kadar uzanan bir etki sahası bulunmaktadır.[11]
Ebü İshak el-Kâzerûnî, 65 ribat ve hankâh tesis etmiş, ordu denilebilecek bir teşkilat kurmuş, 24.000 Mecûsî’nin ihtidâsına vesile olmuştur.[12] Müritlerini, delişmen tabiatlı, garip tavırlı ve savaşçı kişilerden seçen, tekkelerini, hudut boylarında ve serhatlerde kurmaya büyük önem veren Kâzerûniyye Tarîkatı, bu tutumu ile mezkûr karakter yapısındaki kişilerin, kabına sığmayan ve deşarj olmak isteyen gençlerin enerjilerini, fitne tefrika gibi içe dönük değil, cihad gibi kudsî ve dışa dönük bir hedefe tevcih etmek usulünü tercih etmiştir.[13]
13.yüzyılda Anadolu’da gençliğin mânevî eğitimine katkı sağlayan ve gençlik özelinde yapılanmasını sağlayan bir diğer teşkilat Ahîlikti. Ahî Evran-ı Velî’nin yapılanmasını sağladığı Ahîlik özellikle gençlerin hem meslek eğitimi hem de ahlak eğitimi almalarını programlı bir şekilde yürütmüştür. Dergâhlarını atölyeye dönüştüren Ahî Babalar usta-çırak ilişkisiyle yeni yetişen nesle sahip çıkmış, Osmanlı gibi güçlü bir medeniyetin kuruluşuna öncülük etmiştir.
Anadolu’da gençleri dervişlik kimliğine büründüren bir diğer teşkilat Anadolu gâzîleridir. Alperenlik rûhuyla gençlerin birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmelerini, ulvî değerlerle kuşanmalarını, fetih rûhunu şahlandırmalarını sağlamıştır. Anadolu ve Rumeli’de kurulan ribatlarda geceleri gönüllü nöbet bekçileri olmuş, gündüzleri halkın ihtiyaçlarına revân olmuşlardır. Gençlik enerjisini fetih, cihad, hizmet, sanat, imar ve eğitim sahalarında kullanmalarını sağlamıştır.
Şâh-ı Nakşbend (ö. 791/1388), dedesi tarafından özenle yetiştirilmiştir. Muhammed Bahâuddîn-i Nakşbend’i genç yaşta Semerkand’a götüren dedesi, onu sûfî meclisleriyle tanıştırmış ve tasavvufa ilgi duymasını sağlamıştır.[14] Dedesi de babası da Muhammed Baba Semmâsî’nin (ö. 734/1333-34) müridi idi.[15] Şeyh Semmâsî evlerine gelirdi. Kendisinin doğumunu; “Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor.” diyerek müjdeleyen ve onu üç günlük bir bebekken mânevî evlatlığa kabul edip terbiyesini halîfesi Emir Külâl’e havâle eden Semmâsî idi.
Şâh-ı Nakşbend uzun yıllar Emir Külâl’in yanında kaldı. Henüz kemâle ulaşmadığı halde hâlinden memnun görünmesi üzerine Emir Külâl, Şâh-ı Nakşbend’i tekkeye abdest suyu taşımakla görevlendirdi.[16] Müridlik döneminde zaman zaman tekke hizmetlerinde çalışan Hâce Bahâeddîn, ayrıca Emir Külâl’in halîfelerinden Bahâeddîn Dîggerânî/Kışlâkî’den hadis tahsili yaptı[17], Şemseddîn Külâl’den de Irak meşâyıhın murâkabe usûlünü öğrendi.[18]
Genç yaşta dervişlik eğitimi alan Bahâeddîn Nakşbend, bir süre yollarda halka zarar verecek şeyleri temizlemekle görevlendirildi. Kasr-ı Ârifân’da mescid binâ edilirken harç olarak kullanılan çamuru başının üzerinde mescidin damına kadar çıkaran yiğit bir delikanlı idi.[19] Bahâeddîn-i Nakşbend müridlik döneminde şeyhinin tavsiyesi ile bir süre hayvanlara hizmet etmiş, onların bakımı, tımarı, hastalarının tedavisi gibi görevleri üstlenmişti. Mânevî mürşidi Gucdevânî’nin tavsiyesi üzerine ve fıtratındaki merhametin muktezâsınca, yaralı hayvanlara baktı, yaralarını tedavi etti, yollardaki köpeklere yardımcı oldu.[20]
Ömrünü, gençliğinden itibaren insanlara hizmete adayan Darendeli Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (ö. 1410/1990), birçok sohbetlerinde hizmetin nasıl olması gerektiğini ve ne kadar önemli olduğunu şu sözleriyle dile getirmiştir: “Pîrimiz Bahâuddîn-i Şâh-ı Nakşbendî yedi sene insanlara, yedi sene hayvanlara ve yedi sene de yollara hizmet etti. O yüce makama hizmet etmekle ulaştı.” deyip hizmetin karşılığının görüleceğini kendisini örnek göstererek şöyle der: “Bunlar zamanında yapmış olduğumuz, hizmetlerin karşılığıdır.”
Yine bir sohbetlerinde bir ihvanına, “Sana bir hizmet verildiği zaman, küçük bir hizmet dahi olsa, ‘Bu bana dostumun bir lutfu ihsânı.’ diyeceksin ve nefsine minnet ederek o hizmeti yapacaksın. Aksi takdirde, o hizmeti dosta minnet edersen, başa kakmış olursun. Buna ne dost râzı olur, ne de Allah razı olur. Onun için nefsine minnet edip hizmeti yerine getirmek gerekir.” buyurmuşlardır.
Osman Hulûsi Efendi yine bir sohbetlerinde, “En yüce meziyet ihvanlık meziyetini muhâfaza etmektir. En mübtedî ihvanımızın bir beldeye yetecek kadar tasarrufu vardır. İhvanda bunama ve kalp hastalığı olmaz. Fakat ihvan ihvanlığını bilirse.”[21] demiştir.
Osman Hulûsi Efendi’nin hayatına bakıldığında, onun insanların birbiriyle yakın ilişki kurmalarına, aralarında muhabbetli davranmalarına, insânî ilişkileri yerinde gerçekleştirmelerine ayrı bir ehemmiyet vermiştir. Bir babanın çocuklarına gösterdiği şefkatin ileri düzeydeki örneğini Osman Hulûsi Efendi müritlerine olan düşkünlüğü ile göstermiştir.
Hizmete koyulmuş, yardım seferberliğini gerçekleştirmiş, ihlâs ve samimiyetle sâlih amellerin ve hayırlı hizmetlerin öncüsü olmuştur. Tavrı, duruşu, söylemi ve güzel ahlâkı ile yaşadığı topluma güven vermiş, her fırsatta kavgaları önlemiş, birbirine karşı düşmanlık sergileyenleri Allah için kardeş olmaya davet etmiş, halkın muhabbetleşmesine katkı sağlamış.[22]
[1] Ebu’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risâletu’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t-tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik & Ali Abdulhamid Baltacı, Daru’l-Hayr, Beyrut 1993, s.175.
[2] Hasan Kâmil Yılmaz, Gönül Erleri, Erkam Yayınları, İstanbul 1991, s.228.
[3] Muhammed Gazâlî, el-Munkızu mine'd Dalal Şerhi, haz. Abdulhalim Mahmud, İstanbul 1990, s.11.
[4] Hüseyin Zerrinkub, Medreseden Kaçış-İmam Gazzâlî’nin Hayatı Fikirleri ve Eserleri, çev. Hikmet Soylu, Anka Yayınları, İstanbul 2001, 20-25.
[5] Adalet Çakır, “Kâdiriyye”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, ed. Semih Ceyhan, İSAM Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2018, s.160.
[6] Abdullah Abdurrezzak İbrahim, Advâu ala’t-Turuki’s-Sufiyye fi’l-Garrati’l-‘Ifrikıyye, Matbaatu’l-Fenniyye, Kahire 1989, s. 35.
[7] Dilâver Gürer, Abdülkâdir Geylânî –Hayatı, Eserleri, Görüşleri-, İnsan Yayınları, İstanbul 1999, s. 61-63.
[8] Mustafa Kara, Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler, Bursa 1990, c. II, s. 24.
[9] M. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1988, s. 96; Kara, a.g.e., c. II, s. 23.
[10] Reşat Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf -Anadolu’da Sûfîler, Devlet Ve Ulemâ (XVI.Yüzyıl)-, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s. 20.
[11] Mustafa Kara, Din hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1990, s. 204.
[12] Esad Coşan, Hacı Bektâş-ı Velî-Makâlât-, Seha Neştiyat, Ankara, ts., s. XXVIII.
[13] Kara, Tekkeler ve Zaviyeler, s.204; İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet - Tekke Münasebetleri, İstanbul 1983, s.100.
[14] Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, İnsan Yayınları, İstanbul 2004, s. 111.
[15] Molla Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-Üns -Evliya Menkıbeleri-, trc. ve şerh. Lâmiî Çelebi, haz. Süleyman Uludağ & Mustafa Kara, Marifet Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1998, s. 530; Hâce Ahmed b. İbrahim b. Allân es-Sıddıkî el-Malikî, Şah-ı Nakşbend -Sohbetlerinden Bir Güldeste-, Semerkand Yayınları, İstanbul 2001, s. 15.
[16] Hamid Algar, “Bahâeddîn Nakşbend”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1991, c. IV, s. 458.
[17] Ali b. Hüseyin Sâfî Vâiz el-Kâşifî, Reşahâtu Ayni’l-Hayât, çev.: Mehmed Rauf Efendi, İstanbul 1291 (taş baskı), s. 78.
[18] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 104.
[19] Tosun, a.g.e., s. 323.
[20] Hasan Kamil Yılmaz, Altın Silsile, Erkam Yayınları, İstanbul 1994, s. 115.
[21] İsmail Palakoğlu, Gönüller Sultanı es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2004, s. 332-333.
[22] Musa Tektaş, “Vakıf Anlayışımız”, Somuncubaba Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi, Yıl: 17, Sayı: 115, Mayıs 2010, s. 34.
Kadir ÖZKÖSE
Yazar1. Bu cân u dil ezelden meftûnun oldu dilberAklını aldı zülfün mecnûnun oldu dilber2. Her nigâhınla câna bin yâreler açarsınÂşıkına cevr etmek kânûnun oldu dilber3. Hicr-i firâkın ile gam-hâne oldu gö...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi
Şems-i Sivâsî (1007/1597), velûd bir İslâm âlimi ve Hakk’ı gönüllere nakşeden bir gönül eridir. Osmanlı’nın muhteşem yüzyılı olarak adlandırılan XVI. yüzyılda yaşayan bu gönül eri, eserleri, yetiştird...
Yazar: Fatih ÇINAR
Hz. Peygamber (s.a.v.), dünyaya gelmeden önce babası Abdullah’ı, altı yaşında iken de annesi Âmine’yi kaybetmişti. Yetim ve öksüz bir şekilde büyüyen Rasûlullah (s.a.v.), zaman zaman Mekke’den Medine’...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Herkes benimsediği sosyal çevresiyle bir anlam ifade etmektedir. Kaynaşabileceği, dertleşebileceği, halleşebileceği ve muhabbetle yaşayacağı bir sosyal çevresinin bulunması insan için büyük bir nimett...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE