Prof. Dr. Ramazan Altıntaş ile Ramazan Ayı Üzerine Röportaj
Ramazan ayı; orucun, namazın, itikâfın, zekâtın, zikrin, virdin ve her türlü ibâdetin kendisinde toplandığı mânevî bir arınma mevsimidir. Kur’ân’ın inmeye başladığı “Şehr-i Ramazân”, âdetâ gök sofrasının yeryüzüne indirilmiş hâlidir. Arapça’da “rmd” (رمض) kökünden gelen “ramadân” “yakıcı” anlamına gelir. Nasıl ki kızgın yer, üzerinde yürüyenlerin ayaklarını yakarsa Ramazan da mü’minlerin günahlarını yakar, yok eder.
“Ramazan” sözcüğünün bir başka anlamı da “yağmur”dur. Güz mevsiminde yağan yağmurun “yeryüzünü tozdan, kirden, pastan temizlediği” gibi Ramazan ayı da mü’minleri günah kirlerinden temizler. Rahmetin sağanak sağanak mü’minleri kuşattığı bu iklim hakkında Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “Her kim, fazîletine inanarak ve mükâfâtını (Allah’tan) umarak Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”[1] buyurmuşlardır. Bu rivâyette belirtildiği gibi, her Müslüman Ramazan ayını ibâdet ve tâatla geçirirse, onun mânevî ikliminden istifade eder. Ramazan ayının, iyi Müslüman olmanın mektebi olduğu da unutulmamalıdır. Onun için bu mektebin başarılı bir öğrencisi olmak için gayret sarf edilmelidir.
Arapça’da oruç, “savm” ve “sıyâm” kelimeleriyle ifade edilir. Dilciler bu kelimenin karşısına ‘tutmak’ anlamına gelen ‘imsâk’ kelimesini koymuşlardır. İmsâk dediğimiz zaman, artık insanın yemeden, içmeden ve nefsânî arzularından vazgeçmesi, kendisini bu arzulara karşı frenlemesi anlaşılır. Müslüman insan belirli yasakların başladığı bu zaman diliminde nefsini terbiye etmek suretiyle irâdesini de eğitmiş olur. Oruç insana, açlığa, yoksulluğa, her türlü mahrumiyete karşı dayanma gücü kazandırır.
Merhum Aliya İzzetbegoviç, “Oruç, özgürlüktür.” der. Oruç insana; eline, diline ve beline sahip çıkma ahlakını kazandırır. Kendisini tuttuğumuzu sandığımız oruç, aslında bize kendimizi tutmayı öğretir. Yeme-içme, öfke ve şehvet güdümüzü denetim altına almamıza yardımcı olur. Bundan dolayı biz oruç tutarız, oruç bizi tutsun diye tutarız. Böylece nefsimizi her türlü kötülüklerden alıkoyarız. Oruç bize sabırlı olmayı da öğretir. Sabır ve nefsi günah işlemekten men edebilmek de iyi bir değerdir. Ayrıca sabır ayı denilen Ramazan ayında nefsin isteklerine dur deme alışkanlığını kazanmamızda büyük rol oynayan sabır ahlakı, içimizde mü’min kardeşlerimize karşı duyacağımız her türlü kin ve öfkenin izâle edilmesinde yardımcı olur. Sabır eğitimi sayesinde insanın başına gelebilecek savaş ve deprem gibi felâketlere karşı direnme ve katlanma gücü kazanılır.
Ramazan ayı toplu ibâdet ayı olmanın yanı sıra sosyal boyutları da olan bir aydır. Bütün Müslümanlar aynı şekilde belirlenmiş zaman diliminde oruçlarını tutarlar ve terâvih namazları için camilerde toplanırlar. Böylece ibâdetin içtimâî boyutta tezâhür eden coşkusunu hep birlikte yaşarlar, hem de birbirleriyle görüşüp buluşma imkânı elde ederler. Böylece ferdî olarak yapılan oruç ibâdeti, içtimâî bir ibâdet hâlini almış olur.
Bir kimse tek başına oruç tutarsa, ahlâkî ve rûhî faydalar elde eder, herkesin aynı anda tuttuğu oruçlardan hâsıl olacak faydalar daha çoktur. Ayrıca Ramazan ayının mânevî havası, bütün toplum kesimlerinde iyilikleri öne çıkarma, kötülüklerden sakınma ve takvâ rûhu ile donanma gibi ahlâkî alışkanlıklar kazanmamıza vesile olması bakımından da büyük önem taşır.
Müslüman muhayyilesinde oruç, birliğin göstergesidir. Mâzeretsiz ve alenî olarak ihlal edilen oruç ibâdeti Müslüman vicdanında hoş karşılanmadığı gibi toplumun iç dayanak ve diriltici dinamiklerinin zedelenmesi olarak da algılanır. Kaldı ki İslâm’da oruç tutmak sadece dinî, şahsî bir mesele olmayıp, sosyal bir mükellefiyettir. Aliya’nın dediği gibi, oruca, kral sarayında olduğu gibi, bir köy kulübesinde, bir filozofun evinde ve bir işçinin meskeninde de rastlanır. Bu yönüyle oruç, İslâm toplumlarının sosyal vahdetinin en önemli mânevî dayanaklarından birisidir.
Ramazan ayı, Müslümanların yaşadığı topraklarda sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın zirve yaptığı bir aydır. Müslümanlar, bu mübârek ayda Hz. Peygamber (s.a.v.)’in en cömert olduğunu bilirler. İşte onun sünnetine uyarak imkânları nisbetinde önceden hazırladıkları yardım bütçelerini devreye sokarlar. Fakir-fukarâya, garip-gurabâya -ister varlıklı, isterse varlıksız olsunlar- mutlaka yardım ellerini uzatırlar. Ayırdıkları yardım bütçesinin kalemleri arasında; zekât, sadaka ve diğer infak türleri yer alır. Gerek aynî ve gerekse nakdî yardımın her türlüsünü devreye sokarlar.
Bu mânâda Ramazan ayı, paylaşma ve dayanışmanın zirve yaptığı bir ay olur. Müslümanların bu yardım eli, sadece Türkiye içinde kalmaz; “Dostluk sınır tanımaz.” sloganıyla yeryüzünde yaşayan bütün mazlumlara ve mağdurlara uzanır. Bu da milletimiz açısından gurur duyacağımız bir haslettir. Ramazan ayının yürekleri ısıtan bu yardımlaşma ahlakı yoksullara iftar sofralarımızı da açmamıza vesile olur.
Terâvih namazı, erkek ve kadınlar için sünnet-i müekkededir. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Kim inanarak ve sevâbını Allâh’tan bekleyerek Ramazan namazını (terâvihi) kılarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.” buyurmuşlardır.[2] Bu sebeple Müslümanlar cemâatle kılınması sevap olduğu için terâvih namazını camilerde kılmaya gayret ederler. Bununla birlikte Ramazan akşamlarının kültür hayatımıza sağladığı birçok yararlar da vardır.
Ramazan akşamları, sokaklarımız, terâvih namazına katılmak isteyen mü’minlerle dolup-taşar. Cami önleri âdetâ bir panayıra ve mânevî bir şölene dönüşür. Ortalık, imsâkiye dağıtanlar, şerbet ve tatlı ikram edenler ve mahya kültürünü yaşatanlarla kaynaşır. Ayrıca terâvih aralarında okunan salavatlar, ilâhiler ve kasîdeler mü’min gönülleri ateşler, ibâdetlerden haz almamıza katkı sağlar. Hele hele Ramazan pideleri, yöresel tatlılar, kandil simitleri ayrı bir kültürel atmosfer oluşturur.
Bazı büyük şehirlerimizin meydanlarında belediyelerimiz tarafından kurulan iftar ve sahur çadırları evine yetişemeyen vatandaşlarımıza imkânlar sunar. Yerine göre bu çadırlarda icrâ edilen ortaoyunu, Karagöz-Hacivat oyunları, meddahların gösterileri Ramazan ayına ayrı bir güzellik ve tat katar. Sahurda maniler eşliğinde çalınan davullar, iftarda atılan toplar hepimizin unutamadığı anlardır. Bütün bu uygulamalar hem dinî ve hem de millî kültürümüzün gelişmesine, birlik ve dirliğimizin kökleşmesine hizmet eder. İki yıldır pandemiden dolayı toplu olarak icrâ edilemeyen bu hasletlerimiz özlemle aranır oldu. İnşallah bu sene pandemi zayıflar veyahut da hayatımızdan çekilir de eski Ramazanların neşesine bizler de kavuşuruz.
Ramazan ayına anlam katan hususlardan birisi, bu ayda Kur’ân-ı Kerim’in inmeye başlamasıdır. Kur’ân’ın indirildiği geceye Kur’an-ı Kerim’de olduğu şekliye “Kadir Gecesi” denir. Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu kesin olarak belli olmadığı için Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.v.)’in buyruklarına uygun olarak her geceyi kadir bilirler ve bu geceyi Ramazan ayının tekli son on gününde ararlar. Kadir Gecesi’ni diğer gecelerden farklı kılan özellik o gecenin “bin aydan daha hayırlı” olmasıdır.
Nitekim bir rivâyette de; “Kim kadir gecesini sevabına inanarak ve karşılığını da sadece Allah’tan bekleyerek ihlasla değerlendirirse, Allah onun bütün günahlarını bağışlar.” (Buhârî, “Fażlü leyleti’l-Ḳadr”, 1; Müslim, “Ṣalâtü’l-müsâfirîn”, 175-176) buyrulmuştur. İşte Müslümanlar Kadir Gecesi’yle ilgili naslarda yer alan bu müjdeli haberlerden dolayı bu geceyi ihyâ etmek için camilere koşarlar, hayır-hasenât yaparlar, okudukları hatimlerin duâlarını bu gece yaparlar, itikâf sünnetini yerine getirirler, bol bol bağışlanma dilerler, tevbe ve istiğfâr hâlinde bulunurlar, zikir ve duâlarını artırırlar, sohbetlere katılırlar, tesbih ve kazâ namazları kılarlar. Esasen Kadir Gecesi’nde yapılması gereken sâlih ameller de bunlardır.
İslâm sadece kişinin aklına değil, gönlünün taleplerine de hitap eden bir dindir. Çünkü kuru dindarlık, gerçek dindarlık değildir. Bu sebeple İslâm’da gerek zamana ve gerekse bir mekâna bağlı olarak icrâ edilen bütün ibâdetlerin zaman içerisinde mânevî dediğimiz kültür boyutları ortaya çıkar. Dinden beslenen bu boyut, ibâdetlere de ayrı bir coşkunluk katar. İbâdet boyutunun yanında, eskiden beri Ramazan ayı; sanat, edebiyat, estetik, mûsikî, gösteri sanatları ve mutfak kültürü açısından toplum hayatına damgasını vurmuştur.
Ramazan ayında kurulan iftar çadırları sadece midelerimize hitap etmez, hem fikrî ve kültürel hayatımıza ve hem de toplumsal açıdan kaynaşmamıza vesile olur. İftar çadırlarında yapılan sohbetler, icrâ edilen dinî mûsikî, yarışmalar, şiir geceleri, tiyatro vs. gibi gösteriler bir kültür faaliyeti olarak Ramazan ayına ayrı güzellikler katar. Eskiden Ramazan kültürünün çok önemli bir öğesi de sadaka taşları geleneği idi. Geçen asırda, yolu buraya düşenlerden hâl ve vakti yerinde olanlar, mermerin üstündeki çukura bir miktar para bırakırlar, ihtiyacı olan fakir ihtiyacı miktarınca gelir alırdı.
Hâkezâ iftara katılanlara verilen diş kirası uygulaması da ayrı bir güzellikti. Şüphesiz belli bir makamda icrâ edilen ezanlar, mevlitler, salâlar, ilâhi ve kasîdeler, yaşayan kültürümüzün bir parçası olarak ibâdet hayatımızın coşkusal bir boyut kazanmasına hizmet eder. Gelin, bu gün de, dinî hayatın dolaylı olarak ürettiği Ramazan kültürünü bütün nesillerimize doya doya yaşatalım.
Ülkemizin güzîde vakıfları arasında yer alan Hulûsi Efendi Vakfı halkımıza büyük hizmetler vermektedir. Bunların başında fakir-fukarânın her türlü ihtiyacını karşılamakla birlikte öğrencilere burslar vermekte, sohbetler kanalıyla irfânî hayatımızı ihyâ etmekte, açmış olduğu aş evleri kanalıyla sıcak yemek çıkarmaktadır. Özellikle Ramazan ayı geldiği zaman bu hizmetler katlanarak devam etmektedir. Bu sebeple Müslümanlar, “veren el” olan Hulûsi Efendi Vakfı’na hem aynî ve hem de nakdî yardımlarını ulaştırmalıdır.
Bu tür vakıflarımız ve hayır kuruluşlarımız fitne unsuru olan sınıfların oluşmasının önüne geçmekte, millet fertlerinin sevgi ile kardeşliklerinin ve birlikteliklerinin gelişmesine büyük katkıda bulunmaktadır. Zor zamanların hizmet kuruluşu olan bu vakfımız, deprem, sel baskınları gibi doğal afetlerde de ihtiyaç sahiplerinin yanında yer alarak bir nebze de olsa onların acılarını paylaşmakta, yaralarına merhem olmaktadır. Bu sebeple dinî bir müessese olan bu vakfımız varlıklı Müslümanlar tarafından maddî olarak desteklenmek suretiyle yaşatılmalıdır.
Bugün unutulan sünnetlerden birisi de “itikâf” sünnetidir. İtikâf, “kişinin, Ramazan ayının son on gününde ibâdet maksadıyla dışarıyla ilişkisini keserek, Allah’ın rızâsını kazanma adına mescitte kalması” şeklinde tanımlanabilir. İtikâf, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hiç terk etmediği bir ibâdettir.
O, özellikle Ramazan ayının son on günü geldiği zaman Mescid-i Nebevî’nin bir kenarında Türk çadırı kurdurur ve itikâfa girerdi. İtikâf, Kur’ân ve sünnette geçen bir ibâdettir. Özellikle Hz. Peygamber (s.a.v.) dâr-ı bakâya intikâl edinceye kadar Ramazan ayının son on gününü itikâfla geçirmiştir. İtikâf, mü’min insanın, Yüce Allah’a bütün benliği ile teslim olmasıdır. Yine kişinin ibâdet ve itâatte bulunmak maksadıyla zamanının belirli bir kısmını ayırması, her türlü nefsânî arzularına dur demesidir.
Buradan elde edeceği mânevî hâsıla, onun hayatında itiyat hâline dönüşecek ve güzel ahlaklı bir mü’min olmasına katkıda bulunacaktır. İtikâfa giren bir Müslüman gücü nisbetinde namaz kılar, Kur’ân okur, kendisi, ailesi ve bütün dünya Müslümanları için duâ eder, istiğfârda bulunur ve Cenâb-ı Hakk’ı çokça zikreder.
Müslümanların Ramazan ve Kurban Bayramı olmak üzere iki bayramları vardır. Bayramlar, sevinç günleridir. Ayrıca dargınların barıştığı, kırık gönüllerin onarıldığı, kimsesizlerin kimsesi olunduğu kutlu günlerdir. Bu sebeple bayramlar acıların ve sevinçlerin birlikte paylaşılmasında iyi bir fırsat oluşturur. Yetimler, öksüzler, hastalar, şehit aileleri, mahkûmlar, garibanlar, düşkünler, göçmenler ziyâret edilir, onların ihtiyaçları karşılanarak yalnız olmadıkları kendilerine hissettirilir.
Bununla birlikte bayramlar, sosyal boyutu güçlü olan günlerdir. Bayram günlerinde anne-babalar, komşular, huzur evleri, kimsesizler, yakın ve uzak akrabâlar ziyâret edilmelidir. Eğer vef3at etmişlerse kabir ziyâretlerinde bulunulmalıdır. Hediyelerle küçükler sevindirilmeli, büyüklerin elleri öpülerek bayramları kutlanmalıdır. Asıl bayramların bize, kardeşliğimizi, birlik ve beraberliğimizi sağlamada önemli fırsatlar doğurduğu unutulmamalıdır.
[1] Buharî, Savm, 6.
[2] Buhârî, Salâtü’t-Terâvih, 1; Müslim, Müsâfirîn, 174.
Şerif Hamideddin TEKTAŞ
YazarÖZGEÇMİŞ İbrahim Yıldız 1967 yılında Konya’da dünyaya geldi. 3. kuşak olarak ailesinin devam ettirdiği baba mesleği olan ahşap işleriyle çocukluk yıllarında tanıştı. Geometrik ahşap parçalarıyl...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Ahdettim çıkarken, bu yola baştaBen senden geçemem, sen benden geçmeVarsın gam kervanı, üstüme gelsinDağ gibi dumanlı, hasreti seçmeBen senden geçemem, sen benden geçmeSevdanın harıyla, yollar aldım b...
Şair: Celalettin KURT
Dokuzuncu yüz yılın başlarında İran’ın kuzey doğusundaki Şahrud vilayetine bağlı Bistam kasabasında dünya gelen doğuş dönemi tasavvuf hareketinin en önemli temsilcilerinden Bâyezîd-i Bistamî’nin ...
Yazar: Aydın BAŞAR
Devlet; kurumlardan, kurallardan ve bunları sevk ve idare edecek insanlardan oluşan sistemler veya siyasi yapılardır. Onun için devlette yöneticilik vasfını yürütecek insanların tavır, tarz ve p...
Yazar: Musa TEKTAŞ