Osmanlı’dan Ramazan Hikâyeleri Ve Latif Portreler
Mübarek Ramazan-ı Şerif’te tüm Osmanlı cemiyet hayatında olduğu gibi Osmanlı Sarayı ve Harem-i Hümayunu’nda da yoğun bir uhrevî iklim hüküm sürer, tüm satıh ve mekânlar adeta ibadethaneye dönüşürdü. Başta padişahlar, valide sultanlar ve kadınefendiler olmak üzere bütün havas ve avamıyla cümle Osmanlı insanı, bu rahmet ve bereket ayında melekvari bir kisveye bürünür, zamanının ekseriyetini ibadet, niyaz, tilavet, mukabele, hayır ve hasenat ile geçirirdi.
Hususen Ramazan ayında Harem’in her köşesi benzersiz manevî faaliyetlere ve tarifsiz ziyafetlere merkezlik ederdi. Hünkâr Sofası’nda Huzur Dersleri tertiplemek vazgeçilmez bir gelenek hâlini almıştı. Bu derslerde, padişah, devlet erkânı, şeyhülislam ve sair ulemanın iştirakiyle dinî sohbetler ifa edilir, mukabeleler yapılır ve mevlitler okunurdu.
Ramazan ayının Harem’de nasıl karşılanıp ağırlandığı ve husule gelen manevî atmosfer hakkında Sultan II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu’nun naklettiği şu hatırat oldukça kıymetli ve anlamlıdır:
“Sarayda Ramazanlar çok güzel olurdu. Bir hafta evvel hazırlık başlardı. Temizlik yapılır, Kiler-i Hümayun'dan bütün dairelere büyük sürahiler içinde türlü şuruplar, birçok iftariyeler gelirdi. Ramazan’ın ilk gecesi bütün dairelerin sofalarına altın yaldızlı kafesler kurulur, harem ağalarıyla bir imam, iki güzel sesli müezzin gelirdi. İlahiler okunarak namaz kılınırdı. Gece kapılar açılır, sahur tablaları girer, top atılıncaya kadar herkes ayakta kalırdı. Öğle üzeri de her daireye bir hoca gelir, vaaz verirdi. Akşam topla beraber zemzem-i şerifle oruç bozulur, iftar takımları hazırlanır, buzlu limonatalar, şuruplar içilirdi. Sarayın harem dairesi, Ramazan’da adeta cami hâline girer, herkes ibadetle vakit geçirirdi.”
Bu giriş ve genel değerlendirmenin ardından Osmanlı Ramazan hayatına doğru kutsal bir yolculuk yapmak ve şahit olduğum, hem düşündüren hem eğlendiren birkaç latif Ramazan portresini ve öyküsünü paylaşmak istiyorum:
İftarda İkramın Tuhafı Olur mu?
2.Mahmud Dönemi’nde iki defa şeyhülislamlık makamına gelen Dürrizade Seyyid Abdullah Efendi, İstanbul’un sayılı zenginlerindendi. Üsküdar Doğancılar’da inşa ettirdiği, Paşa Kapısı diye anılan saray yavrusu muhteşem konakta yaşamaktaydı. Sultan Mahmud, bir yaz günü Ramazan akşamında, şeyhülislamın konağına adeta bir iftar baskını düzenledi. Yanında bakanları, önde gelen devlet adamları ve hizmetine bakanların oluşturduğu hatırı sayılır bir kalabalık vardı.
Haber vermeksizin gerçekleştirdiği ziyaretle Dürrizade’ye sürpriz yapmak istedi. Tabii, o anda konak halkını tarif edilmez bir panik havası sardı. Etekleri tutuşarak efendisi şeyhülislam hazretlerine koşan kâhya, ellerini iki yana açarak şöyle sordu: “Ne yapacağız şimdi?” Ama Dürrizade hiç telaş göstermedi. Ev halkına ayrılan yemekler misafirlere verilecek, kendi yemeği de padişaha takdim edilecekti. Neticede, bütün olumsuz şartlara rağmen her şeyiyle dört dörtlük bir sofra kuruldu. Sultan Mahmud hizmetkârı çağırtarak şöyle tebrik etti: “Yemekler gerçekten nefis olmuş. Sadece bir şey dışında: O da, şu billur kâse içindeki hoşaf biraz ılık olmuş.”
Kâhya ya da o zamanki ismiyle Kethuda, padişahın bu küçük eleştirisi üzerine, elleri göbeğinde bağlı, başı hafifçe eğik bir vaziyette cevap verdi: “Biraz karıştırılınca kendiliğinden soğur efendimiz!..” Padişah, işte o zaman işin farkına vardı. Ve dile getirdiği tek kusurun da geçersiz olduğunu gördü. Çünkü billur zannettiği hoşaf kabı, içi oyularak kâse süsü verilmiş bir buz kalıbıydı.
Teravihi ‘Jet’ İmam Kıldırırsa
Sultan II. Abdülhamid Devri’nde bir Ramazan gününde sarayda teravih namazı kılınıyordu. İmam, normal zamanda yatsı namazını ağır ağır kıldırdığı hâlde, sıra teravihe gelince acele acele kıldırmaya başlamıştı.
İmamın arkasındaki safta bulunan Hemşinli Mahmud Efendi selamdan sonra dayanamayıp imama sordu:
- Yatsı namazını kimin için kıldırdın?
- Allah için.
- Hâşâ yatsının Allah'ı başka, teravihin Allah’ı başka mı? Onu neden yavaş kıldırıyorsun da teravihe gelince acele ediyorsun?
O sırada Hünkâr Mahfili denilen bir kafes içerisinde namaza eşlik eden Abdülhamid Han kafese vurdu ve imama şu emri verdi:
- Hoca haklı, dediğini yap!
Başka bir hızlı teravih hikâyesi de şöyledir:
İri yarı bir adam olan İzzet Molla, Fatih Camii’nde teravih namazı kılıyordu. İmam alel acele kıldırdığı için de nefes nefese kalıyordu.
Namazın ortalarına doğru elinde fener olan birisi camiye geldi. İmamın selam verdiğini görünce şöyle hayıflandı:
- Eyvah yetişemedik!
Bunu duyan İzzet Molla da, canının acısını çıkaracak, akan terlerini soğutacak bir cevabı, yanındakilerin duyacağı kısık bir ses tonuyla konduruverdi:
- Biz içinde iken yetişemiyoruz a birader!
Ramazan Cömertliğinin Böylesi
Yine bir Ramazan günü Sultan Abdülhamid, Yıldız Sarayı’nda bakanlar ile tanınmış gazetecilere iftar ziyafeti verdi. Sofrada ağız tadıyla yenecek bir salatanın nasıl yapılacağı hakkında söz açıldı. Birisinin, şakayla karışık şu tarifi, misafirlerin çok hoşuna gitti: “Salatanın yağını cömert birine, sirkesini bir pintiye koydurmalı, bir deliye de karıştırtmalıdır.”
Orada bulunan yazar Ebüzziya Tevfik, söze karışıp şöyle dedi: “O hâlde, zeytinyağını Şevketmeab Efendimiz Abdülhamid’e, sirkesini de Sadrazam Paşa Hazretleri’ne koydurmalı. Çırağan Sarayı’na da gönderip karıştırtmalıdır!” O vakit, devrik padişah V. Murad, Çırağan Sarayında hapis bulunuyordu. Bu konuşma, Sultan’ın kulağına gidince, çok hoşlandı. Ebüzziya Tevfik’i 100 altınlık bir hediye ile ödüllendirdi.
Ramazan Davullarıyla Düşman Depolarından Anadolu’ya Kaçırılan Silahlar ve Şeyh Sadeddin
İstiklal Savaşı’nı desteklemek ve zafere ulaştırmak amacıyla en hayatî hizmetleri her türlü tehlikeyi göze alarak ifa etmek şerefine mazhar olan İstanbul’daki tekkelerden biri de Eyüp sırtlarındaki Hatuniye Tekkesi’ydi. Bu tekkenin kelle koltukta büyük destanlar yazan kahraman şeyhinin ismi ise, Sadeddin Ceylan (Ceylanoğlu) Efendi’ydi. Millî Mücadele başladığında Şeyh Sadeddin, Anadolu’daki hareketi desteklemek ve vatanın düşman işgalinden kurtulmasını sağlamak gayesiyle kurulan gizli Mim Mim Grubu’na katılmış ve faal olarak desteklemişti. Dergâhını, Mim Mim’in Eyüp bölgesindeki merkezi hâline getirmişti.
Hatuniye Tekkesi, bilhassa İtilaf Devletleri’nin cephane depolarına yakın bir mıntıkada bulunmasından ötürü, silah kaçakçılığı işinde aktif çalışan tekkelerden olmuştu. Tekkenin dindar ve vatansever mensupları, düşman askerlerinin kontrolündeki silah depolarını boşaltarak İnebolu yoluyla Anadolu’ya nakletmeyi başarmışlardı.
Aynı zamanda İplikhane Hastanesi’nin imamı da olan Sadeddin Ceylan Efendi, buradan temin ettiği tabutları kullanmış; içlerini silah ve mühimmatla doldurarak ve cenaze taşıyormuş izlenimi vererek tedarik edilen cephaneyi önce tekkenin bitişiğindeki camiye getirtmiş, oradan da tekkeye naklettirmişti. Ayrıca, hastaneden aldığı yetmiş ekmekle her gün fakir fukarayı doyurmuş, giderken de ellerine birer tane ekmek vermişti; çünkü seferberlik yıllarında ekmek sıkıntısı hat safhadaydı.
Şeyh Sadeddin, yaptığı büyük hizmetlere ve fedakârlıklara göre oldukça alçakgönüllüydü. İstiklal Savaşı kazanıldıktan sonra etrafındaki insanların, tekkenin üstlendiği efsanevî faaliyetlerin yazılması ve anlatılmasına ilişkin tavsiyelerine şiddetle muhalefet etmişti. Hatta kendisi ve müritlerine İstiklal Madalyası verilmesi yönündeki taltifkâr teklifleri de geri çevirmişti. Bu maksatla kendisini ziyarete gelen Bahriye Kaymakamı Tevfik Bey’e şöyle demişti: “Oğlum, biz bu işi, madalya almak için yapmadık! Biz derviş adamlarız. Bize, din ve vatan yolunda vacip olan, bir hizmetin karşılığı olarak madalya almak yakışmaz! Lütfen o yazdıklarınızı yırtınız!”
Ancak, o devirdeki faaliyetlere bilfiil iştirak eden oğlu Nazmi Ceylanoğlu Efendi, ısrarlı ricalar üzerine pederinin ve tekkenin, tarihin iftiharla kaydettiği hizmetleri hakkında şu kıymetli bilgileri aktarmıştır:
“Biz Eyüp Grubu’nda çalıştık. O zaman İstanbul’da bu silah kaçırma işini idare etmek üzere Mim Mim Grubu adıyla gizli bir cemiyet vardı. Bizim tekke ile bu gizli teşkilat arasında irtibat sağlayan ve Eyüp’teki faaliyetin reisliğini yapan edebiyat muallimi Hafız Kemal Bey’di. Beyazıd’da şimdi yıkılmış bulunan bir kahvehanede herhangi bir müşteri gibi oturur ve teşkilatı idare ederdi.
Ben de gazete satmak bahanesiyle o kahvehaneye girer, kendisine istediği bir gazeteyi verirken içine iliştirilmiş veya bir kenarına şifreli olarak not edilmiş bulunan haberi böylece ona ulaştırırdık. Gazete satarak bir müddet dolaştıktan sonra tekrar yanına geldiğimde ‘Al oğlum, bu gazeteyi okudum. Sen bunu satarsın.’ diyerek bana iade ederdi. Bu iade edilen gazetenin iç sahifelerinin münasip bir yerine cevabını veya yeni emirlerini not etmiş bulunurdu.
Civar sırtlarındaki silah depolarından kaçırdığımız silah ve cephaneleri önce dergâhın bitişiğindeki küçük caminin minaresine doldurup saklardık. Aşağıda Haliç kenarında ise İplikhane Askerî Kışlası vardı. Bu silahları etrafı gözetleyerek tenha bir zamanda ve ekseriya geceleyin arka tepeye geçip Kaşgarî Tekkesi’nden aşağıya doğru indirirdik.
O zaman orada İplikhane Hastanesi vardı. Pederim Sadeddin Ceylan Efendi, aynı zamanda oranın da imamıydı. Onun bu vazifesi işimize çok yarıyordu. Esasen ben de Harbi Umumi’de tabur imamı olarak vazife görmüştüm. Bu hastaneden temin ettiğimiz tabutlar içine silahlar yerleştirir, güya birisinin cenazesini taşıyormuş gibi tekkenin bitişiğindeki camiye getirirdik.
Silahları depolardan çalabilmek için tatbik ettiğimiz çeşitli usuller vardı. Kaval çala çala hayvanları otlatmak bahanesiyle silah depolarına yaklaşıyorduk. Kel Şükrü’de (mahallenin çobanı) bir Bulgar kasaturası vardı. Silah depolarının kerpiç duvarlarını bu kasatura ile delerek içindeki silah ve cephaneyi boşaltmaya başlardık. Depolardan aşırdığımız silahları çuvallara doldurarak merkebe yüklerdik. İçinde silah bulunduğunun anlaşılmaması için de tırnav kökü çıkararak çuvalların üzerine sarardık. Bu kök odun gibi yakmak için kullanılmaya yarardı. Bu suretle civarda odun toplamış gibi bir tavır alarak tekkenin yolunu tutardık.
Bir defasında da Ramazan münasebetiyle, ramazan davulu çalıyormuş gibi bir mana vererek davulun içinde el bombalarını kaçırdım... Bu faaliyeti bir hayli devam ettirdikten sonra fiilen cephede çalışmak üzere, silah kaçıran motorlardan biriyle Anadolu’ya geçmeye teşebbüs ettik. Fakat yakalanarak Arabyanhan’a götürülüp hapsedildik. Fakat kurtulur kurtulmaz, eski vazifeme daha hırslı olarak yeniden başladım. Bu hizmeti sevk ve idare ettiği için merhum Sadeddin Ceylan Efendi’yi vazifesinden attılar. Epey müddet açıkta kaldığı için bir hayli sıkıntı çektik. Fakat hamdolsun hizmeti aksatmadan yürütebildik.”
İsmail ÇOLAK
YazarKur’an ve sünnete göre iyi insan, insanlara faydalı olan, onlara güzel davranan, salih amellerde bulunan; bütün davranışlarında doğruluktan ayrılmayan, insanlara iyiliği emredip, kendisini unutmayan; ...
Yazar: Vedat Ali TOK
Siyonistlerin, Osmanlı’yı inkıraza uğratma ve Filistin’de Siyon devletini inşâ etme projesinin hayata geçmesi açısından patlak veren Birinci Dünya Harbi, en elverişli ortam ve altın bir fırsat mesabes...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Çanakkale Savaşı kadını erkeği, yaşlısı genci ile milletimizin tüm fertleri ve tüm katmanlarıyla arzı endâm eylediği, omuz omuza verdiği bir kader, bir varlık yokluk mücâdelesi idi. Vaziyet böyle olun...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Aslen, Kara Afrika’nın kuzeydoğusundaki Sudan’dan olan Zenci Musa, 1880 yılında Girit’te doğmuştur. Babası Girit’te erken yaşta ölmüş; dedesi tarafından büyütülmüştür. Mısır’da yaşayan ve katıksız bir...
Yazar: İsmail ÇOLAK