Kırk Hadis: Allah’ın İkramları
“Hz. Allah şöyle buyurmuştur: ‘Sâlih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbinden geçirmediği nimetler hazırladım.” [1]
Somuncu Baba Diyor ki:
“Bedeninin ve gönlünün gözlerini olup bitenleri seyretmeye kapatırsan, Allah, havas ve kuvve-i beşeriyyenin sınırları dışına çıkan zâtının cemâlinin tecellîlerini sana gösterir. Böyle olunca O’nu müşâhede edecek, Vâhid ve Kahhâr olan Allah dışında ne gören ne de görülen bir şey müşâhede etmeyeceksin.”
Hadisin Yorumu
Arabistan coğrafyasını göz önüne getirdiğimizde, tarıma uygun araziler bulunmakla birlikte önemli kısmının çöl olduğunu hepimiz biliyoruz. Üstelik havanın gündüzleri her zaman sıcak olması da gün boyu yaşamı zorlaştırmaktadır. Bu yüzden Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerde hayat her zaman öğleden sonra üç gibi başlar. Kaldı ki, bu coğrafyada gündüzleri kapalı mekânlarda klimasız oturmak da mümkün değildir. Ayrıca Arabistan coğrafyasında küçük parmağımız kalınlığında olsun her daim akan bir pınar yoktur. Şiddetli yağmur yağdığında müthiş derecede seller olmaktadır. Lakin bu geçici bir durumdur. Bu sebeple bu coğrafyada yaşayan insanların rüyalarını her zaman yeşillik ve akarsu süsler. Yaz tatillerini bu imkânların bulunduğu bölgelerde geçirmeye çok önem verirler. Kaldı ki, suyun olmadığı yerde medeniyetin de olmayacağı tarihî bir gerçektir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefâtından sonra başlayan büyük fetih hareketiyle birlikte Arapların önemli kısmı, ilk kez yeşil ve suyun bolca bulunduğu bölgelere gelmişlerdir. Buraların büyüleyici etkisiyle önemli bir kısmı geri dönmemiş, yerleşmiş ve sonunda vefat etmiştir. Bütün bunlar suya ve yeşile hasret bir insan için bu ikisinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, ebedî olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler ve Adn Cennetlerinde çok güzel köşkler va’detti. Allah’ın rızâsı ise, bunların hepsinden daha büyüktür. İşte bu büyük başarıdır.”[2]
“Orada yüksek tahtlar, konulmuş kadehler, sıra sıra yastıklar, serilmiş gösterişli yaygılar vardır.”[3]
“Ebediyen genç kalan uşaklar, onların etrafında; içmekle başlarının dönmeyeceği ve sarhoş olmayacakları, cennet pınarından doldurulmuş sürahileri, ibrikleri ve kadehleri, beğendikleri meyveleri ve arzu ettikleri kuş etlerini dolaştırırlar.”[4]
“Muhakkak ki Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar; inkâr edenler ise (dünyadan) faydalanırlar, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.”[5]
Rabb’imizin Kur’an’ında cennetten çok bahsetmesinin hem de içindekilere dair bilgi vermesinin Arabistan coğrafyasında yaşayan ve su ile yeşile hasret olan insanların iştiyaklarını artırdığı kesindir. Bu durum onların daha fazla gayret etmelerine ve hayallerinin ötesindeki ebedî yurtta keyif sürecekleri için dine dört elle sarılmalarına sebep olmuştur. Her şeyi kudretinde tutan Allah’ın, kendi yolunda çalışanları en güzel şekilde mükâfatlandırmasından daha tabîî bir durum da olamaz. Sonuçta üzerine düşen sorumlulukları yerine getirenlere nasıl diploma veya maaş veriliyorsa, Allah için üzerine düşen görevleri yerine getirenlere de bir ödül verilmesi gerekmektedir.
Bir an için Allah’ın cennetten hiç bahsetmediğini farz edelim. İnsanlar bu durumda “Nefsânî isteklerimizden vazgeçeceğiz, bazı sınırlamalar içine gireceğiz, bizden istenen ibâdetleri de yerine getireceğiz ve sonunda öleceğiz. Peki, bunun sonrasında ne olacak? Biz niçin bunları yapacağız?” diye çok haklı bir soru soracaklardı.
Öyle ya, sabah kalkacak namazını kılacak, Ramazan’da bir ay gün boyu aç kalacak, malının belli bir kısmını üzerinde hiç payı olmayan birisine zekât diye verecek, bunun yanında nefse hoş gelen pek çok şeyden kaçınacak. Bu kadar işleri yaptıktan sonra elbette bir karşılık bekleyecektir. Hatta yaptıklarının bir mükâfâtı olmayacak olsa bu dine inanmaları bile imkânsız hâle gelecektir.
Dolayısıyla Allahu Teâlâ cennetten bahsetmemiş olsaydı insan zihni bundan bahsedilmesini zorunlu kılacaktı. İşte Rabb’imizin âhiretten ve insanların yaptıklarının karşılığını alacağından, sonrasının cennet veya cehennem olacağından bahsetmesinin sebebi budur. Bu aynı zamanda Allah’ın adâletinin tecellî edecek olması açısından insanlarda bir rahatlama sağlayacaktır. Çünkü gayret eden ecrini alacağını, kendisine zulmedenin de cezâsını çekeceğini bilerek yaşama küsmez ve kulluk görevlerinden kaçınmaz.
Görüldüğü gibi, Allah’ın adâleti mükâfat ve cezâyı zorunlu kılmaktadır. Bunun karşılığı ise tabîî olarak cennet veya cehennem olmaktadır.
Yeşillikler İçinde Yaşayanlar
Dünyanın bir kısmı, meselâ Karadeniz, tam anlamıyla yeşilliktir. Bu durumda, “Cennetin yeşil ve akarsulu olması bu insanlar için câzip olmaz.” denebilir. Lâkin unutmayalım ki, yeşil ve akarsu, yeşil tabiat içinde yaşayan için de çölde yaşayan için de her zaman ömür sürmek isteyecekleri yerlerdir. Dolayısıyla farklı coğrafyalarda yaşayanlar açısından cennet ikramları birileri için önemsiz değildir. Kaldı ki, cennet nimetlerini dünya nimetleriyle kıyaslamak doğru olmaz. Ayrıca Allah -cennette ne isteniyorsa- onu ikram edecektir. Dolayısıyla her insana arzusuna uygun bir ortam hazırlanacaktır.
Amellerin karşılığı olarak cennetin, tersi durumda da cehennemin sunulmasını bahâne ederek, İslâm ahlâkını tamamen faydacı, menfaat temelli kabul etmek doğru bir tesbit olmaz. Çünkü cennet ve cehennemin mükâfât veya cezâ olarak sunulması, yapılan amellerin karşılıksız kalmayacağı açısından büyük önem taşımaktadır. Yukarıda değindiğimiz üzere, insan sonuçta çalışmasının bir karşılığı olup olmadığını bilmek ister. Âhiret inancının da faydası bu noktada kendisini gösterir ve bu bilişin insanların hareketlerini yönlendirmede son derece etkin olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Ancak, İslâm’ın ibâdet, hukuk veya ahlâk alanındaki talepleri öncelikli olarak Allah’ın isteği olduğu için yerine getirilir. Bu çok önemli bir husustur:
Kul, yaptıkları sonunda elbette Kur’an’da sıfatları övülen cennete gitmeyi, cehennemden kurtulmayı isteyecektir, ancak bütün bu buyruklar yerine getirilirken gözetilen öncelikli hedef, Allah’ın emrini îfâ ediştir. İslâm’ın gönüllere yerleştirmeye çalıştığı bu kulluk bilinci görmezlikten gelindiği takdirde, bu gerçeklik de fark edilemez. Bazı sûfîlerin sözlerinde ve deyişlerinde geçen sadece Allah’ı talep edişe yönelik sözlerin ardında yatan sâik de budur. Bu açıdan Müslümanın mutluluğu Allah ve Rasûlü’ne itâat etmekle gerçekleşir.
Bir diğer önemli husus da, kulun yapmış olduğu amelin kendisini cennete götüreceğine dair bir garantisi olmamasıdır. Dolayısıyla kul işlemiş olduğu sevaplar nedeniyle ölüm sonrasını kurtuluş olarak göremez. Amelleri sebebiyle elbette bir ümit içinde olacak ve Rabb’inin kendisine ikramda bulunacağını temennî edecektir, ancak bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilemez. Kula düşen kendisinden istenen görevi yerine getirmektir. Bunun kabul edilip edilmeyeceği Allah’a kalmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kızı Fâtıma’ya seslenerek, “Bana güvenme.” demesi bunun bir delilidir.[6] Aynı şekilde Osman b. Maz’ûn vefat edince hanımı, “Cennet sana mübârek olsun Osman b. Maz’ûn!” deyince, gözlerinden yaşlar dökülerek öpen[7] ve “Dünyada hiçbir kötülüğe bulaşmadan gittin.”[8] diyen Rasûlullah ona kızgın bir şekilde bakar ve “Nereden biliyorsun?” diye sorar. O da, “Yâ Rasûlallah! Süvâriniz ve arkadaşınız ya!” diye karşılık verir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona şöyle buyurur: “Ben Allah’ın Rasûlü olmama rağmen, vallâhi bana ve ona (yarın) nasıl muâmele edileceğini bilemem.”[9]
Bunun yanında, Allah dilemedikçe kul faydayı sağlayamaz, zararı da uzaklaştıramaz. Allah, Kur’an’da bütün bunları kendi kudretinde toplamıştır:
“Allah sana bir sıkıntı verirse, Ondan başkası gideremez. Sana bir iyilik verirse başkası onu engelleyemez. O, her şeye kadirdir.”[10]
“Bedevîlerin savaştan geri kalmış olanları, sana: ‘Bizi mallarımız ve âilelerimiz alıkoydu. Allah’tan bizim bağışlanmamızı dile.’ diyecekler. Dilleriyle, gönüllerinde bulunmayanı söylerler. De ki: ‘Allah size bir zarar gelmesini dilerse yahut bir fayda elde etmenizi dilerse, O’na karşı kimin gücü bir şeye yeter? Kaldı ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[11]
“Onlar, Allah’ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar.”[12]
“Allah’tan başka tanrı olduğunu sandıklarınızı çağırın; sizin bir sıkıntınızı gidermeye ve onu değiştirmeye güçleri yetmez.”[13]
Kaldı ki, Ehl-i Sünnet itikâdına göre Allah kulların yaptıkları iyiliklere sevap vermek zorunda değildir.[14]
Âriflerin maks3udu cennet de değildir. Âşıklar cemâli, Allah’ın ikrâmı olan bizzat rızâ-i ilâhîye kavuşma sevinciyle yaşarlar. Hulûsi Efendi şöyle der:
"Zâhidân ârzû-yı Cennet hûr u gılmân isteyü
Âşıkân seyr-i likâ zevk ü safâsıyla gezer"
En Güzel Yol
Hiç şüphe yok ki, Rabb’imiz, istediği gibi kulluk sergileyen insana yukarıda bahsededurduğumuz cennetini lütfedecektir. Kur’an’ın önemli bir kısmının cennete ayrılmış olması zaten bunu göstermektedir. Lâkin unutmamak gerekir ki, ibâdeti yapmayı, haramlardan kaçınmayı bir karşılık olarak yapmanın ötesine geçerek sadece Allah için yapabilmek en güzelidir. İslâm ahlâkının talebi budur. Cennet de zaten peşinden gelecektir. Bunu başarmak için gayret edenlere ne mutlu. Ve lütfen şimdi, Somunca Baba’nın yazının başındaki yorumunu tekrar okuyunuz.
[1] Buhârî, Rakam: 4779.
[2] 9/Tevbe, 72.
[3] 88/Ğâşiye, 13.
[4] 56/Vâkıa, 17-21.
[5] 47/Muhammed, 12.
[6] Buhârî, Rakam: 2753.
[7] Tirmizî, Rakam: 989.
[8] Muvatta’, Rakam: 826.
[9] İbn Sa'd, Tabakât, III, 398; Hâkim, Mustedrek, III, 190.
[10] 6/En'âm, 17.
[11] 48/Feth, 11.
[12] 10/Yûnus, 18.
[13] 17/İsrâ, 56.
[14] Nesefî, Tabsıra, II, 723.
Enbiya YILDIRIM
YazarGünümüz Müslümanları kendi Müslümanlıklarını koruma endişesi yanında bir de çocuklarının Müslümanlığını koruma endişesi taşımaktadırlar. Hatta çocuklarına yönelik endişeleri kendi Müslümanlıklarını ku...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Küçük yaşlardayken yaşlı amcaların konuşmalarını dinlerdik. Yaşadıkları hayattan bir şey anlamadıklarını, geçmişi sanki yaşamamış gibi hissettiklerini, her şeyin bir rüya gibi geçip gittiğini söylerle...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Öğretmen bir sınıfa ilk kez derse girdiğinde, öğrenciler her açıdan onu süzmeye başlarlar. Alana ne kadar hâkim olduğuna, dersi güzel anlatıp anlatmadığına, Türkçesinin düzgün olup olmadığına, öğrenci...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Mübarek Ramazan-ı Şerif’te tüm Osmanlı cemiyet hayatında olduğu gibi Osmanlı Sarayı ve Harem-i Hümayunu’nda da yoğun bir uhrevî iklim hüküm sürer, tüm satıh ve mekânlar adeta ibadethaneye dönüşürdü. B...
Yazar: İsmail ÇOLAK