Kırk Hadis: Allah İçin Yaşamak
38.Hadis
“(Hz. Allah şöyle buyurmuştur): ‘Beni seven kimsenin yaşamına son veririm. Hayatına son verdiğim kimsenin diyeti bana aittir. Bir kimsenin diyeti bana düşünce, onun diyeti bizzat ben olurum.” [1]
Somuncu Baba Diyor ki:
“Allâhu Teâlâ'nın muhabbet kâselerinden içirdiği kimse sarhoş olur ve Allah onu kendisinde yok eder, kendi bakâsında sâbit tutar. Allah sevgisiyle ölen kimsenin diyeti sadece O'dur. O ise bâkîdir.”
Hadisin Yorumu
İnsanın bir şeye verdiği değeri sevgisini hayatına ne kadar yansıttığına bakarak anlayabiliriz. Meselâ vatan sevgisinden bahseden bir insan bu memleketin savunulması için canlarını vermiş olan şehitleri andığında duygulanıyor ve yeri geldiğinde gözyaşı döküyorsa, ülkesindeki üzücü haberler yüreğini dağlıyorsa, bu insanın vatan sevgisinden şüphe edilemez. Aynı şekilde bir insana çok fazla değer verdiğinden ve onu sevdiğinden bahsediyorsa, sevdiği kimsenin memnun olacağı tavır ve davranışları ne derece sergilediğine bakılır. Dolayısıyla sevginin göstergesi hayata yansıyan sonuçlardır. Hatta bir şeye yönelik sevgisinden bahsetmesine rağmen sevdiğini söylediği şeyle uyumlu hareketler ve söylemler içinde olmayan kişilerden her zaman şüphe ederiz. Durumunu riyakârlık ve samimiyetsizlik olarak değerlendiririz.
İnsanın Allah’a vermiş olduğu değer, sözlerinin samimiyeti ile dediklerinin pratiğe yansımasıyla orantılıdır. Esasında söz söylemek ve mübâlağalı ifadeler kullanmak çok kolaydır. Nitekim edebiyat ustalarının yazdıkları şiir ve romanlara bakıldığında sözün ustasıyla karşı karşıya olduğunuzu anlarsınız. Allah hakkında da insan onu ne kadar çok sevdiği ve gönülden inanıp bağlandığı noktasında çok güzel cümleler kurabilir. Lâkin burada iki önemli değerlendirme kriteri ve samimiyet testi bulunmaktadır:
Birincisi; insan bir yazarın veya şairin bireysel yaşantısını bilemediği için sadece yazısı üzerinden onu değerlendirir. Dolayısıyla şiiri veya romanı kaliteli yazılmışsa onu beğenir ve hayranlık duyar. Lâkin romanında ahlâkî değerlerden çok güzel bahsetmesine rağmen sosyal yaşantısında hiç de öyle olmayan, sadece sözün sanatkârlığını yapmakla yetinen biri olabilir. Okur, yazanın şahsiyetini bilemediğinden mecbûren okuduğuyla yetinir. Bu nedenle insanın böylesi kimseye karşı değerlendirmesi sadece yazdığına veya söylediğine yöneliktir. Beğenilen kişinin iyi, karakterli ve ahlâklı biri olduğunu göstermez.
İnsan bazen sevdiği kimsenin yaşantısını da öğrenir. Meselâ bir hatibi veya bir sanatçıyı sever. Bir müddet sonra dediklerinin veya yazdıklarının tam tersi bir durumunu görerek, şok etkisi yapan bir sözünü okuyarak veya duyarak hayal kırıklığına uğrar. Nitekim eşlere değer vermekle ilgili güzel yazılar kaleme alan birinin hanımını dövmesi böyledir. Kezâ ahlâkî öğütler verip yazılar yazan birinin cinsel istismarda bulunması da böyledir. İnsanların bu durumları ortaya çıkınca, işin sadece sanatını yaptıkları ama dediklerinden ve yazdıklarından uzak oldukları anlaşılır. Bütün yazıp söyledikleri değersizleşir.
Allah ile ilişkilerde de söylenenlerin ve yazılanların fiillerle uyumlu olması zorunludur. Rabb’imizi sevdiğimize, imanımıza, Peygamberimiz (s.a.v.)’e düşkünlüğümüze dair ağzımızdan çok güzel ifadeler dökülmesi aslâ yeterli değildir. Çünkü bizler Yaratıcımız karşısında rol yapan birer sanatçı değiliz. Fiillerimizi çok iyi bilmekte ve söz ile fiil arasında uyum istemektedir. Dolayısıyla önemli olan sözün pratiğe yansımasıdır. Zira Rabb’imizin bizden istediği söz ve fiilin uyumudur.
Bu ikisinden biri diğeriyle insicamlı olmazsa bir anlamı yoktur. Bu yüzden Allah ve Peygamberimiz kulluğumuzu fiillerimizle desteklememizi istemektedirler. Namaza, oruca ve diğer ibâdetlere yönelik emirler hep bu yüzdendir. İmanının pratikleridir. Aynı şekilde haramlardan kaçınmayı emreden âyetler de böyledir. Bir âyette sözü fiiline uymayanların kınanması, Rabb’imizin bizden ne istediğini özetlemektedir: “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz?”[2]
İkincisi; bazı insanlar kulluğu kullar için yaşarlar. Başkalarının yanında iyi insandırlar ama kendi başlarına kaldıklarında gerçek yüzleri ortaya çıkar. Bu sebeple birilerinin yanında övülen hareketleri sergilerken esasında rol yapmaktadırlar, samîmî değillerdir. Eylemleri kalplerine inmemiştir. Bu insanlar etraflarındakileri rol yaparak kandırabilirler ancak bir gün foyaları ortaya çıkar. Çünkü hayat boyu rol yapmak mümkün olmaz.
Rabb’imizin bizlerden istediği de sadece şekil olarak ibâdetleri yerine getirmek, haramlardan kaçınmak değildir. Yaptığımızın kalbimizce benimsenmesidir. Çünkü bir eyleme değer katan kalpteki düşüncedir. Bu yüzden ibâdetlerde niyet çok önemlidir. Şeklen yapılan ama kalbin katılmadığı bir ibâdetin değeri yoktur. O yüzden Allah niyeti ibâdetin önüne almaktadır. Şöyle buyurmaktadır:
“De ki: ‘Gönlünüzdekini gizleseniz de Allah bilir, açığa vursanız da. Göklerde ve yeryüzünde ne varsa bilir ve Allah'ın her şeye gücü yeter.”[3]
“Halbuki onlar, ancak Allah'a, O'nun dininde ihlas sahipleri olarak, diğer bâtıl dinlerden İslâm’a yönelerek ibâdet etsinler, namazı gereği üzere kılsınlar ve zekâtı versinler diye emrolunmuşlardı. İşte bu emredildikleri şey, dosdoğru hak dindir.”[4]
“Kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır. Allah’a sadece sizin ihlas ve samîmiyetiniz ulaşır.”[5]
Hz. Peygamber (s.a.v.) de niyet hususunda, kalbin konumunun ortaya konulan fiillerde çok mühim olduğuna sürekli dikkat çekmişlerdir. Meselâ şöyle buyurmuşlardır:
“Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.”[6]
“Mü’minin niyeti amelinden daha değerlidir.”[7]
“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Rasûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Rasûlü’ne hicret sevâbıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”[8]
Görüldüğü üzere, bu iki husus olmadan din nutukları atmanın, İslâm sevgisinden bahsetmenin, mücâhitlik sergilemenin Allah katında bir değeri yoktur. Hatta sözleriyle dindarlık sergileyenler, hayatlarında bunlara yer vermedikleri için Allah katında riyakâr olarak hesaba çekileceklerdir. Bunun yanında bu kişiler Allah’a olan imanlarını da sorgulamak zorundadırlar.
Zira güzel kelam ile Allah katında itibar kazanılmayacağını bilmelerine rağmen amelsiz süslü kelamla yetinen kişiler Allah’ın istemiş olduğu imana sahip olmuş olsalardı bu gösterişi yapamazlardı. Demek ki imanlarında bir sorun bulunmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatına baktığımızda cennete büyük bir iştiyak duyduğunu, peygamber olmasına rağmen cehennemden de sık sık Allah’a sığındığını görürüz. Hatta konuşmalarının önemli bir bölümünde cennet ve cehennem yer alır. Elbette bu konuşmaları önce kendi nefsine sonra da Müslümanlara yapmaktaydı.
Lâkin biz şunu da bilmekteyiz: Allah Rasûlü’nün ibâdet yapması veya günahlardan kaçınması cenneti kazanmak iştiyakı veya cehennemden kaçınmak korkusuyla değildi. Cenneti istemesine ve cehennemden kaçınmasına rağmen onun kulluğunu esas yönlendirenler cennet ile cehennem değildi. Peki neydi? Elbette ki Allah’a olan sevgisiydi.
Evet, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in kulluğunu yaşamasının arkasındaki güç Allah sevgisiydi. Kalbini yoğunluklu kaplamış olan bu muhabbet sebebiyle kulluğundan bir beklenti içerisinde değildi. Zaten Allah’ın lütfu olmazsa kendisinin durumunun da zor olacağını belirtmiştir.[9] Dolayısıyla onun tek hedefi sevdiği ve ibâdet ettiği Rabb’inin rızâsını kazanmak idi. Cennet ise bunun ardından tabii olarak kazanılmış olacaktı.
Onun bu durumunu, çok sevdiği bir insanın kalbini kırmaktan çekinen ve hatta incitmekten bile ürken birine benzetebiliriz. Rasûlullah da Allah’a olan sevgisi o kadar derinlikliydi ki, bir hata yaparım da yaratıcımı üzerim anlayışındaydı. Dolayısıyla kulluğu çok farklı bir boyuttaydı. Bu yüzden, üstlenmiş olduğu yük çok ağır olmasına rağmen bir gün olsun “yeter” dememiştir.
Hayatının hiçbir döneminde peygamberliğine yakışmayan bir tavır içerisinde olmamıştır. “Rabb’im beni seçmiş ve bu göreve lâyık görmüş.” anlayışıyla her türlü yükün altına girmiş, sevdiği eşi Hatice’yi, Hz. Fâtıma dışındaki tüm çocuklarını kaybetmiş, fizikî olarak pek çok sıkıntı ve eziyete mâruz kalmış, mânevî olarak da horlanmış, ama bir gün olsun şikâyetlenmemiştir. Böylesi bir tavrı ortaya koyan insan, elbette ki her türlü yükün altına ilâhî muhabbet sebebiyle girmekteydi.
İnsan işine muhabbetle sarılmazsa ortaya ne tür sorunların çıktığını dünyaya yönelik işlerde bile görürüz. Birilerine bir şeyler öğretenler veya devletin çeşitli kurumlarında farklı vazifeler üstlenmiş olanlar, görevlerini sadece memur zihniyetiyle yaptıklarında işlerinden bir randıman alınamaz. Orada iyi bir sonuç ortaya çıkmaz. Üstelik bu insanlar sürekli şikâyetçidirler.
Tarihe baktığımızda, Balkanlardan Orta Asya’ya kadar İslâm’ın yayılmasında etkili olanların dünyevî bir karşılık beklemeksizin fedakârlık yapanlar olduğunu görürüz. Hakikaten bu din, bir beklentiyle yaşanacak, görevleri yerine getirilecek bir din değildir. Asıl olan kulluğun temeline Allah muhabbetini yerleştirmektir. Buna aşk denmektedir. Hulûsi Efendi’nin deyimiyle canını verenler, karşılığında cananını alırlar. Muhabbet pazarı ezelden beri böyledir:
Veren cânlar alır cânân yerine
Ezelden böyle pâzâr-ı muhabbet
Tasavvuf ve zühd kitapları ile İslâm büyüklerinin hayatlarını anlatan eserlere baktığımızda ibâdet dünyalarının çok yoğun olduğunu görürüz. Bunun yanında İslâm âlimlerinin “Rabbânî âlim” diye tanımladıkları İslâmî ilimlerde zirveye çıkmış olan hocaların da ibâdete çok önem verdiklerine şâhit oluruz. Bu güzel insanlar haramlardan da aşırı derecede kaçınan dikkatli kimselerdi. Yaşamlarını dikkatli okuduğumuzda, kulluklarının cennet veya cehennem sebebiyle değil, Allah sevgisi sâikiyle hayata geçirildiğini anlarız.
Onlara bakınca, cennet ve cehennemden bahsedilmesinin, imanları kemâle ermemiş insanlar için söz konusu olduğunu düşünürsünüz. Cennet ve cehennem motivasyonuyla mü’minlerin imanlarının yukarıya taşınması hedeflenmekte, belli bir aşamaya geldikten sonra ise bütün kulluğun Allah muhabbetiyle hayata geçirilmesi hedeflenmektedir. İşte bu, imanın zirve noktası olmaktadır.
Yaşamış olduğumuz zaman diliminde böyle bir noktaya çıkmak mümkün müdür? Zor da olsa elbette mümkündür. Belki de eski zamanlara göre daha fazla mümkün ve kısa sürede gerçekleşebilir. Zira haramların arttığı bir dönemde insanın harama-helale dikkat ederek kulluk görevlerini aksatmadan dindarlığını yaşaması onu kemalât noktasına daha hızlı taşıyabilir. Kaldı ki bizim görevimiz Allah katındaki yerimizi daha üst noktalara taşımaktır. Biz çabalayalım ve elimizden geleni sarf edelim. Gerisi Rabb’imizin lütfuna kalmıştır.
[1] Kaynağını tespit etme imkânımız olmadı. Bkz. Konevi, Kırk Hadis (Tasavvufi Yorumlarıyla), Terc. Harun Ünal, s. 86-7; Alûsî, , Rûhu'l-Meânî, II/72.
[2] 61/Saff, 2.
[3] 3/Âl-i İmrân, 29.
[4] 98/Beyyine, 5.
[5] 22/Hac, 37.
[6] Muslim, Birr ve’s-Sıla, rakam: 34.
[7] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, rakam: 6445.
[8] Buhârî, 1.
[9] Bkz. Buhârî, 5673.
Enbiya YILDIRIM
Yazar1. Derde düş oldukça dil dostdan devâ hâsıl kılar Cevrine eğdikçe baş zevk u safâ hâsıl kılar 2. Öyle istiğnâdadır gönlüm reh-i aşkında kim Koydu andan gayrıyı fakr u fenâ hâsıl kılar&n...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi
Karada ve denizde, yedi düvele karşıHasma parmak ısırtan, varlık-yokluk savaşıBir savunma harbidir, taarruzlarla doluEbediyyen bizimdir; Rumeli, AnadoluGâzîlerin mahşeri, şehidlerin yatağıSeyit Onbaşı...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
Hak aramak adına son yıllarda sokaklara dökülen insanların yaptıklarına bir bakınız. Molotof kokteylleri rastgele atılıyor, kaldırım taşları yerlerinden sökülüyor, çöp konteynırları kullanılamaz hâle ...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Yaşama kılavuzumuz olan Kur’an, insan için bir tezkire/bir öğüttür. İnsan her kıssadan bir hisse çıkarmalıdır. Her şeyi yaratan yüce Allah, bizim de yaratıcımızdır. Bütün varlıklar içerisinde insan ay...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ