Allah’ın Rahmeti
“Lâ taknetû” sırrından
Kesmez ümîd Hulûsî
Âsîler gürûhunu
Rahmetin kurtaracak"
“La taknetu” ifadesiyle kastedilen, Zümer Sûresi’nin 53. ayetinde geçtiği gibi; “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.” emr-i ilâhîsidir.
O, bu dizelerinde Yüce Allah'ın tüm günahlara tövbe çağrısında bulunduğu ve ümit aşıladığı Kur'ân'ın en ümit verici âyetine işaret eder: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[1]
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, insana değer veren kâmil bir mürşiddir. O engin bir hoşgörüyle ve rahmet dolu bir nazarla bakmıştır. Çünkü o, temiz bir nesilden temiz bir fıtratta yaratılmıştır. Muhammedî feyze tam mazhar olarak rahmet madeni olmuştur. Kur'an-ı Kerim'de buyurulan: “Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.” mealindeki ilâhî müjdenin hakikatine ermiş bir Allah dostudur. Onun içindir ki;
"La taknetu sırrından
Kesmez ümid Hulûsi
Âsiler güruhunu
Rahmetin kurtaracak” diye buyurur.
Kâmil insan olarak, böylesine, ilâhî rahmet ve rahmani ümitlerle dopdolu olan Hulûsi Efendi'nin hiç kimseye hor bakmayacağı gayet tabiidir ve hassasiyetle de şu tavsiyede bulunur:
"Hor hakir bakma günahkâr âdemoğluna beyim
Afvolur elbette bir gün Tanrı'nın gufranı var"
Bilinmelidir ki Osman Hulûsi Efendi'nin, bir kâmil mürşid olarak manevî vazifesi, yaradılışın gayesi çerçevesinde, insanların hidayetine ve ebedî saadetine vesile olabilmektir. Bu ilâhî gayenin gayreti ve yüklendiği manevî vazifenin şuuruyla hareket eder. Mevlâna Hazretleri’nin “Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız şeriatte (ayet, hadis icmai-i ümmet ve kıyas-ı fukaha üzerine kurulmuş olan din kaidelerinde) sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır.” metaforunda geçen evrensel değer ve duyguları Hulûsi Efendi'nin davranışlarında ve eserlerinde görmek mümkündür.[2]
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ölüm döşeğinde olan bir gencin yanına girdi ve ona, “Sen kendini nasıl buluyorsun?” diye sordu. Genç, “Ben Allah'(ın affın)ı umarım, Yâ Rasûlallah! Ve günahlarımdan da korkarım.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki, “Bu vakitte herhangi bir kulun kalbinde bağışlanma umudu ve günah korkusu birleşince mutlaka Allah o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğu azabından emin kılar.”[3]
Korku ve ümitle ilgili Mesnevî’de şöyle bir ibare geçer:
Çalışanların boyunları iğ gibi incelse de yine insanı her sanata sevk eden ümittir, ihtimaldir. Sabahleyin dükkânına giden rızık elde etmek ümidiyle koşar gider. Rızık ümidi olmasa nasıl olur da gidersin? Mahrumiyet korkusu olursa nasıl olur da kuvvet bulursun? Belki ezelde sana bir rızık verilmemiştir.
Bu ezelî mahrumiyet korkusu, nasıl oluyor da yiyeceğini, içeceğini elde etmek için çalışıp çabalamanda, arayıp taramanda seni aciz, kuvvetsiz bir hâle sokmuyor, deseler, dersin ki:
Çalıştığım hâlde bir şey elde edememek korkusu da var; var ama bu korku tembellikte daha fazla.
Çalışırsam belki kazanırım; bunda ümidim daha çok. Tembellikte daha fazla zarar var. Peki, ya kötü zanna düşen, ya neden din işinde bu ziyan korkusunu eteğini tutuyor öyleyse? Yoksa bu bizim pazarımızın tacirleri olan peygamberlerle velilerin ne karlar elde ettiklerini görmedin mi ki?
Onlara bu dükkânı terk etmekle neler yüz gösterdi. Bu pazarda nasıl kârlar ettiler. Haberin yok mu ki? Ateş onlara halhal gibi ram oldu, deniz onların emrine uydu, onları baş üstüne taşıdı. Demir onlara ram oldu, mum kesildi, rüzgâr onlara kul oldu, hükümlerine girdi!
(Peygamberlerden başka) bir taife daha vardır ki bunlar pek gizlidir. Bu zahir halkına nereden meşhur olacaklar? Bunca kerametleri vardır da yine ululuklarını hiç kimsenin gözü görmez! Hem uludurlar, kerametleri vardır, hem Allah hareminde gizlenmişlerdir. Onların adlarını abdal bile işitmemiştir.
Sen yoksa Allah’ın keremlerini bilmiyor musun ki seni “Gel!” diye onların bulunduğu tarafa çağırıp duruyor. Âlemin altı ciheti da onun keremleriyle dolu nereye baksan onun bayrakları orada dikildi. Bir kerem sahibi, sana gel, ateşe gir dese hemencecik atıl ateşe beni yakar mı deme bile!
Malik oğlu Enes’ten rivayet edilmiştir. Birisi ona konuk olmuştu. O hikâye eder. Yemekten sonra, peşkirini sararmış, kirlenmiş, yemeğe bulaşmış gören Enes, hizmetçi kadına, “Bunu al da tandıra at, bir müddet kalsın.” dedi. Enes’in sırlarına vakıf olan o hizmetçi de peşkiri ateşle dopdolu olan tandıra atıverdi.
Bütün konuklar şaşırıp kaldılar, peşkirden duman çıkacağını kavrulup yanacağını umuyorlardı. Derken bir müddet sonra hizmetçi, peşkiri arınmış temizlenmiş, tertemiz olarak getirdi. Oradakiler, “Ey Peygamber’le görüşüp konuşmuş olan aziz zat, peşkir nasıl oldu da hem yanmadı hem de temizlendi?” dediler.
Enes dedi ki. “Muhammed Mustafa (s.a.v.), bu peşkire elini, ağzını silmişti; onun için!” ey ateşten, azaptan korkan gönül, böyle bir ele böyle bir ağıza yaklaş! Bu el, bu ağız, cansız bir şeye böyle bir yücelik verirse âşıkın ruhuna neler açmaz, neler yapmaz? Kâbe’nin taşını kerpicini öptü. Kâbe (put haneyken) kıble oldu.
Ey can, sen de çalış, çabala da erlere karşı toprak ol (erler seni de putlardan arıtsınlar!) sonra o hizmetçi kadına dediler ki. “Peki, biz bu ahvali gördük, sen de bize hâlini söylemez misin? O söyler söylemez nasıl oldu da hemencecik peşkiri tandıra attın? Tutalım o sırlara erişmiş. Ya sen, bu derecede değerli bir peşkiri nasıl ateşe fırlatıp attın a hanım?” Hizmetçi, “Ben kerem sahiplerine itimat ederim. Onların keremlerinden ümitsiz değilim ki. Peşkir de ne oluyor? Bana bile düşünmeden hemen ateşe atıl dese, ona olan itimadımın bütünlüğünden derhal ateşe atılırım. Benim, Allah kullarından ümidim çoktur. Her kerem sahibi her sır bilir ere itimadım var. Bu yüzden değil peşkiri, başımı bile atarım.” dedi.
Kardeş sen de kendini bu iksire vur, erkeğin himmeti, erkeğin sadakati, kadından aşağı değil ya! Bir erkeğin gönlü, kadının gönlünden aşağıysa o gönül işkembeden de bayağıdır gayrı.
Allah’ın dostu İbrahim (a.s.), bir zellesi yüzünden uzun müddet ağladı. Cebrâil (a.s.) gelip dedi ki:
- Niçin bu kadar ağlıyorsun? Sen Allah’ın dostusun. Hiç dost, dostunu cezalandırır mı?
İbrahim (a.s.) şöyle cevap verdi:
- Yaptığımı düşünürken dostluk hatırıma gelmiyor.
Yûnus (a.s.), zelle sayılacak bir hareketinden dolayı, Allahu Teâlâ onu deniz altında kırk gün balığın karnında hapsetmiştir.
Davud (a.s.) da bir zelle yüzünden o kadar ağladı ki, gözyaşlarından otlar bitti. Allahu Teâlâ’ya dua ederken dedi ki:
- Yâ Rabbî, gözyaşımı görüyorsun. Cenâb-ı Hakk’ın cevabı şöyle oldu:
- Ey Davud, yaptığını unutuyor, gözyaşlarını hatırlıyorsun.
Davud (a.s.), kırk sene daha ağlamıştır.
Allah’tan korkmak, bir zalimden korkmak gibi sanılmasın! Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Âşıkların mâşuklarına karşı yazdıkları şiirlerde, böyle korku içinde olduklarını bildiren beytleri az değildir. Mâşukunu kendinden pek yüksek bilen bir âşık, kendini o sevgiye lâyık görmeyerek, hislerini böyle korku ile anlatmaktadır. Âşık mâşukunun sevgisini kaybetmekten korktuğu gibi, ilmi ve aklı çok olan da Allah’tan korkar. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.”
[1] Ali AKPINAR, Somuncu Baba Dergisi, sayı 116.
[2] Musa TEKTAŞ, Somuncu Baba Dergisi, sayı 69.
[3] Neseî, Zühd. 31.
Vedat Ali TOK
YazarŞeytan, insanın dünya hayatında sık sık karşılaştığı bir düşmandır. Şeytan Allah katındaki makamını insan sebebiyle kaybettiği için insana düşman olmuştur. Bundan dolayı insanı Allah’ın yolundan saptı...
Yazar: Mehmet SOYSALDI
Şeyhzâdeoğlu Özel Kitaplığı’nda BulunanAhmed B. Veliyüddîn Ed-Darendevî’nin En'âmü'ş-Şerîf Adlı EseriHacı Hulûsî Ateş Şeyhzâdeoğlu Özel Kitaplığı’nda kitap numarası 407 ve tasnif numarası 297 olarak k...
Yazar: Fatih ÇINAR
Tarihimiz günümüzde büyük bir ilgi görüyor. Bu sahada düşünenlerin, araştırma yapanların ve ortaya eser koyanların sayısı da gün be gün artıyor. Şüphesiz bu müspet gelişme, çok sevindiricidir. Zira bu...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
İnsanlığın güven duygusu dünyaya ilk adım attığı andan itibaren başlar. Hatta biraz daha geriye gidersek anne karnında, annesine duyduğu güvenle başlar. Hayatımızı çepeçevre saran güven duygusunun ne ...
Yazar: Erol AFŞİN