Âkif'i Ağlatan Neydi?
Milli şairimiz Mehmet Âkif, asabi mizacına rağmen, şiirlerinde hüzzam edasını yansıtan bir yeis içerisindedir. Başkaları tarafından hayatın bütün cephesini kuşatan ve onu yaşanan gerçeğin kendisi yapan o günkü kanlı boğuşma, Âkif'te hep isyana, hep acıya, hep gözyaşına sebep olmuştur. O, gördüklerini değil, görmek istediklerini sevdiği için, onlara sığındığı için olacak kendisini gurbette saymış ve devamlı ıstırap duymuştur. Hiçbir şekle girmeden bütün şekilleri kendi ruhunda canlandıran bu büyük adam, mihver yaptığı ruhunun etrafında yeisleriyle umutlarını koşturmuş ve hep gelip kendisini pişiren ateşe teslim olmuştur.
Acılarının duygularına kilitlenmesi, onlara cemiyetin çıkış kapıları açmamasındandır. Bu tıkanıklık, bazen öyle hale gelmiş ki, “Ağzım kurusun, yok musun ey Adl-i İlâhî!.." diyecek kadar isyan anaforuna yakalanmıştır. Âkif'i bu hâle getiren sosyal şartlar neydi acaba? Onun şiirlerindeki burukluk, kaynağını nereden alıyordu? Niye çağdaşları gibi teslim olmamış ve hep karşı çıkarak kendi doğrularının sadık bir bekçisi olmuştur?
Bu sorulara bizim cevap vermemiz güç değildir. Gerçi, o gün, O da bunlara cevaplar bulmuştu. Buna rağmen, bu kaderi kabullenmek istemiyor ve eski destan dönemini özlüyordu. O meçhul geleceğin ne getireceğini tayin edebilecek bir sezgiye sahip olmak gibi bir imtiyazı elinde bulundurduğu halde, bir asır, bir kaç asır ötelere bakıp ürperiyor ve kendisine kader yapılan o acılı geleceği istemiyordu:
Ben böyle bakıp durmayacaktım dili bağlı,
İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım."
Beytiyle başladığı "Hüsran" adlı şiirini yine bir suskunluğun hüznü ile bitirir:
"Yoktur elimden şu sağır kubbeden bir iz:
İnler "Safahat"ındaki hüsrân bile sessiz!..
Âkif için bu sessizliğin ıstırabına gömen realiteyi kabullenmek, teslim olmak demekti. Çünkü o dönemde, Batı bütün azgınlığı ve merhametsizliği ile üzerimize çullanmak istiyordu. "Ağlayıp ağlatamayan, hissedip söyletemeyen, dili olmayan kalbinden bîzar olan" Mehmed Âkif, çevresindekilerin dış kuvvetlerin tayin ettikleri ile yetinmesine tahammül edemiyordu.
"Uyan!.." diye haykırırken bile sıkılmış iki yumruğu, yanağına süzülen bir kaç damla göz yaşı, gerilmiş yüz hatlarından başka bir şeyi yoktu. Kendi derinliğini kaybeden bir cemiyetin aleladeliğe boyun eğişine zemin hazırlayan çevresindeki aydınların ihaneti, onu daha çok hırpalıyordu. Üstelik yalnız kendi ülkesi böyle değildi. Koskocaman bir Şark, 350 milyonluk bir kitle aynı iple boğazlanıyordu:
Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum;
Duyan yok ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.
diye sızlanışı da bundandı... Ama bütün bunlara rağmen önemli bir özelliği vardı Âkif'in, ağladı ama yeise düşmedi. "Yeis yok!" diye ön şartla sızlandı. Onun gözyaşlarında bile bir isyan şuuru vardı. Teslim olmayacaktı. Biliyordu ki kolektif direnci hiç bir güç, hiç bir silah, hiç bir oyun kıramazdı. O, bir meteorolog gibi geleceğimizi görüyor gibiydi. Daha sonraları, "Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak." derken, bunu en az on yıl, on beş yıl önce de söylemişti:
Alınır kal'a mı, göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu hâşa edecek kahrına râm?
Necip Fazıl, "Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın/ Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!" der. Şair bu ifadesiyle karşıtından hareket ederek kendi geleceğini kucaklamak ister. Âkif'in de karşısındakilerden hareket ederek geleceğini kurduğunu görürüz. Onun meyus hâlinin temelinde bu zıtlığa başkaldırış vardır.
Tevekkül, hayatımın en önemli denge unsurudur. Ağlarken, Yaratan'ın bize bunu reva görüşüne hayıflanır, isyan eder ama sonunda teslim olur. Başkaldırırken beşeri bir eda, teslim olurken ilâhî bir eda!.. Demek oluyor ki, toplumun çelişkileriyle boğuşuyor ama düşmanında gördüğünden de kendi doğrularına varmak istemiyor. Karşımızdakilerin ve içimizdekilerin zalimce saldırısına karşı isyan, onları bizim üzerimize gönderin Rabb’ine karşı da teslimiyet...
Âkif iste ağlarken de budur, gülerken de. Dövüşürken de, kaynaşırken de. Âkif, o günün şartları altında başka türlü olma, başka türlü düşünmek, başka türlü yaşamak ideali peşindedir. Bu başkalık, bizi geçmişle kucaklatacak ve geleceğe daha uyumlu bir toplum mozaiği hâlinde götürecektir. Kendi gölgesine sığınırken, ilâhî aydınlığa hasret duyar. Reddi ve kabulü belli bir doğru çerçevesinde şekillenir. Riyayı, zulmü, geriliği reddeder. Sevgiyi, doğruluğu, ileriyi savunur.
Batı’dan yakaladığı perspektifi hayatımıza bir şablon gibi giydirmez, onu ölçer, biçer, yontar şekillendirir, ayıklayıp temizler ve ondan bize göre bir elbise çıkarır, bir şekil çıkarır ortaya!.. Ve Âkif işte bunlar için çırpınır, bunlar için ağlar. Onun ağıtında kadınsı bir çaresizlik yoktur. Gürül gürül bir kahraman tavrı! Coşkun bir lirizm, saygılı bir kader anlayışı vardır. Sonsuz güç karşısında çaresiz ve suskundur. Beşerî gücün hainliğine ise mücadele ruhuyla dikilir. Beşerî olan ile ilâhî olan kader çizgisinde yumuşak bir denge kurar ve sonunda varır şaşmaz gerçeğin önünde iradesini teslim eder:
Bana vahdet gibi bir yâr-ı müsâid lazım:
Artık ey yolcu burak... Ben yalnız ağlayayım!..
Onu, bu yalnızlığa ve ağıda mahkûm eden acılar, aydınımızdaki çözülmeden kaynaklanmaktadır. "İşte sana, onların, kendi yolsuzlukları yüzünden ıpıssız kalan yurtları." mealindeki ayeti tefsir ettiği şiirine: "Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyârından" mısraıyla başlar. Uzunca şiirini yukarıdaki ağıt beytiyle bitirir ve içine kapanır. Burada Vahdaniyet şuuru, kendisini hem çokluktan birliğe hem de teklikten çokluğa götürür. Önce, cemiyet için "Vahdet" ister, sonra döner, "Bırak, ben yalnız ağlayayım.” der.
Şiir milletlerin müşterek dilidir. Bu bakından, şairin ağdı da cemiyetin müşterek gözyaşı olmalıdır. Ki, Âkif'in ağladığı o yıllarda ülkemizde gülen yoktu; Balkanlar’dan sökülmüş ve yollarında boğazlanmışız. Çanakkale'de "asrın cinnet geçiren vahşilerinin en acımasız saldırılarıyla” hırpalanmışız. Aydınımız içte çözülmüş ve yine de kendisini boğazlayanlara kucak açmış. Böyle bir ortanda Âkif ağıtında yalnız olabilir miydi? İşin bundan ayrı, hüzün veren bir yanı da, merhumun, kurtuluş destanımız olan İstiklâl Marşı’mızı yazmış olmasına rağmen, yine gülememiş olması, yine gözyaşlarını bir sır gibi kendi yüreğine gömmesiydi.
Kendisine Kur’an’ı Kerim’in Türkçeye aktarılmasını teklif edenlerin daha sonra, bu tercümeyi Türkçe ibadet denemesinde kullanmaya kalkışmaları kuşkusu, yürüttüğü çalışmaları bırakmasına ve İslâm’ın reform kıskacına alınması tehlikesiyle kahrolmasına sebep olacaktı. O da yetmeyecek, Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne milletvekili olarak alınmasına rağmen, İkinci Meclis’te dışarıda tutulması, hatta takibata maruz kalması;
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
diyen bu insanı ülkesinden koparıp gurbete atacaktır.
Âkif’i çokları tanıyamadılar, dolayısıyla de anlayamadılar. Ülkesi ve insanı için çırpınan bu derviş yüreği, on yıl gurbette kendi acılarıyla baş başa yaşadı. Parasızlığa ve bin bir sefalete rağmen, İstiklal Marşı için verilen ödülü iade eden bu insanın, Kur’an tercümesi için, o ödülün tam 12 katı parayı da dinin izmihlaline sebep olurum düşüncesiyle kabul etmeyişindeki dikkatini de çözemediler ve ölümünde cenazesine dahi sahip çıkmak istemediler.
Âkif, bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman yaşadığı geçmişi ile neredeyse ayak seslerinden tanıdığı geleceği için ağlamaktan başka ne yapabilirdi?
Muhsin İlyas SUBAŞI
YazarElazığ’da 20.si düzenlenen “Hazar Şiir Akşamları”nın davetlisiydim. Bu güzel şehrimize, 10. Hazar Şiir Akşamları’nda da gitmiştim. O zaman da, buraya Kardeş Devletlerden şairler gelmişti, bu defa da… ...
Yazar: Muhsin İlyas SUBAŞI
“Lâ taknetû” sırrındanKesmez ümîd HulûsîÂsîler gürûhunuRahmetin kurtaracak"“La taknetu” ifadesiyle kastedilen, Zümer Sûresi’nin 53. ayetinde geçtiği gibi; “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.” emr-i...
Yazar: Vedat Ali TOK
Çanakkale Zaferi'nin Dünya Savaş Tarihinde Eşi Emsali Yoktur. Şanlı ecdadımız tarih yazan değil tarih yapan necip bir millettir. Öyle ki milletimiz büyük bir vatan aşkıyla zaferden zafere koşmaktan za...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
El-İstifâ min Esmâi'l-Mustafâ (s.a.v.)15.yüzyıl Arap şairlerinden Allâme Bulkînî, Mısır’da Memâlikü’l-Burciyye[1] Devleti’nin faaliyet gösterdiği bir dönemde yaşamıştır. O dönemde hem doğudan hem de b...
Yazar: Hamit DEMİR