Öğretmenlik Fıtratı Tanımaktır
Osmanlı padişahlarımızdan Sultan Mehmet Reşat çocukları çok sevdiği için, mezarından çocuk sesleri eksik olmasın diye, vasiyetinde türbesinin yanına bir okul yaptırılmasını istemiş. Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevme anlayışına sahip olan herkes gibi, o da kâinatın fıtrî sesleri olan deniz, kuş ve çocuk seslerine hayranmış. Onun bu inceliğe sahip olmasında merhametli bir tabiatı olmasının yanı sıra, sıkı bir Mesnevî okuyucusu olmasının da bir payı olsa gerektir.
Çocuk cıvıltıları Sultan Reşat’a hoş geldiği gibi bana da hep sevimli ve tatlı gelmiştir. Kâinat senfonisinin en renkli ve en doğal sesleri olan bu sesler, sanki bir samimiyet ve masumiyet bestesi gibidir. Çocuklar her zaman iyiliklerin ve güzel duyguların sembolü olmuşlardır. Yaptıkları küçük hatalar ise asla onların masumiyetlerine bir zeval getirmez. Zira Allah bile çocuklara günah yazmaz…
Daha öğretmen olmazdan önce, ilkokulların önünden geçerken, bahçelerinde koşuşan, cıvıldaşan çocukları gördükçe içimde neşe ve umutla karışık coşkulu bir duygu uyanır, sevgi ve merhamete dair hislerim kabarırdı. Kuşların uçuşunu seyreder gibi, yağmurun sesini dinler gibi bu manzaranın tadını çıkartırdım.
Çocuklarla iç içe olabilmek, onlarla kaynaşabilmek için, hep o bahçe duvarının öbür tarafında olmayı isterdim. Bütün derdim, o manzaranın doğal bir parçası olabilmekti. Fakat bir yabancı olarak onları tedirgin etmeden aralarına girmem ve bu bütünleşmeyi sağlamam mümkün değildi. Hadi bir bahaneyle duvarın öbür tarafına geçmeyi başarsam bile, çocuklar bana oranın bir parçası olmadığımı bir şekilde hissettireceklerdi. Benim oraya ait olabilmem için öğretmen olmaktan başka bir çare görünmüyordu.
Ancak bir öğretmen, o ortamın doğal bir parçası olabilirdi. Öğretmenden başka hiçbir figür cıvıldaşan çocukların oluşturduğu bu fona yakışmazdı. Öğretmen, çocukların tedirginlik duymadığı, yanındayken güven duyduğu kişi demekti. “Emin” olmak, güven telkin etmek konusunda evde anne baba neyse okulda da öğretmen oydu. Belki de öğretmen; anne babadan sonra yeryüzünün en ağır emanetini taşıyan kimseydi. Varlık âleminin en kıymetlisi olan insan, hem de daha fidan çağındayken ona emanet edilmişti. Sorumluluğu büyük, vebali gayet ağırdı…
Bu vebali en derinden hissederek uzun yıllar bu mesleği yapmamam gerektiğini düşündüm. Oysa zaman zaman; “Öğrencilerim olsaydı onlara şunları anlatırdım.” gibisinden hayal kurduğum da oluyordu. Derken kader sırrının Yüce Sahibi, vebalinden korktuğum ancak hayalini kurmaktan da geri durmadığım bu mesleği bana nasip etti. Artık önceleri aşmak isteyip de aşamadığım o bahçe duvarının öbür tarafındaydım.
Öğretmenliğe köy görünümlü bir ilçede başladım. İlk yıllarda bir öğretmenin yapması gereken acemiliklerin bütün hepsini yaptım. Ama öğrencilerimi sevme noktasında bir eksiliğimin olduğunu düşünmüyorum. Bu sevgi sayesinde onlarla güzel bir iletişim kurdum. Gerek ders esnasında olsun, gerekse okul bahçesinde olsun, varlığımla öğrencilerimi rahatsız etmediğimi hissedebiliyordum. Hakikaten de etle tırnak gibi, dalla yaprak gibi onlarla bütünleşmeye başlamıştım.
Öğretmenlik mesleğinin bana en çarpıcı gelen tarafı, ya da beni en çok motive eden tarafı işte bu bütünleşmeyi hissetmemdi. Bu meslekte muhatabımın çocuklar olması da benim açımdan güzel bir şeydi. Sürekli çocuklarla muhatap olmak, belki de içimdeki çocuğun hep yaşaması anlamına geliyordu. Bu ise mutluluğumun bir bakıma teminatı sayılırdı.
Diğer taraftan öğrenci ve öğretmenin bir araya gelmesinden bir olgunlaşma enerjisi ortaya çıkıyordu. Bu yalnızca öğrenciyi olgunlaştıran bir enerji değil, öğretmenin de tekâmülüne sebep olan bir enerjiydi. Fakülteden mezun olduktan sonra yeteri kadar olgunlaştığımı zannetsem de sahaya indiğimde hayata ve eğitim anlayışıma dair birçok şeyi yeniden düşünmem gerektiğine karar verdim. Doğrusu bu alandaki eski bilgilerimin pek de bir işe yaramadığını gördüm.
Daha sonraki yıllarda evlilik ve ardından gelen babalık misyonu ile birlikte hayat ve öğretmenliğe dair düşüncelerim bir kez daha değişime uğradı. “Kendi için yaşamak” ve “başkaları için yaşamak” arasında gidip gelirken bir karar vermem gerekiyordu. Babalık dedikleri şey aslında tam da bu seçimi yapmak anlamına geliyordu. Baba demek; “evlatları için yaşayan kimse” demekti.
Baba olduktan sonra artık okuldaki öğrencilerime de daha farklı bir gözle bakmaya başlamıştım. Tuhaf bir şekilde sürekli öğrencilerimin bebeklik hâlleri gözümün önüne geliyordu. Bilhassa hata yaptıklarında bu çok daha fazla oluyordu. Babalık ve öğretmenlik arasında bir bağ kuruyor, bir tür empatiyle öğrencilerimi kendi çocuklarımın yerine koyuyordum. Onlara her sabah dua ederek okula gelmelerini telkin ederken, ben de her sabah okul yolunda çocuklarım ve öğrencilerim için dua ediyordum.
Bebeklerimizin yavaş yavaş büyümesiyle birlikte, insan yetiştirmeye dair düşüncelerime de bir kez daha format atmam gerektiğini hissettim. Fıtrat ve tabiat kavramlarının anlamları üzerinde daha fazla yoğunlaşmaya başladım. Bu kavramların eğitimde temel kavramlar olduğunu düşünüyordum. Artık meseleye eskisinden biraz daha gerçekçi ve hassas bir şekilde bakıyordum. İnsan denilen mahlûka, hamur gibi bir şekil veremeyeceğimi, suyun önüne set koymakla suya yön veremeyeceğimi anlamaya başlamıştım. Bir öğretmen olarak benim yapmam gereken, suyun yatağını bulmasına ve denize ulaşmasına yardımcı olmaktı. Ne yaparsam yapayım fıtrat üzere yaratılan bu varlığın tabiatını zorlamadan, fıtratına yüklenmeden yapmalıydım. Bunu daha güzel anlatabilmem için Mostar Köprüsü’nü inşa eden Mimar Hayreddin’den bir örnek verelim.
Mimar Hayreddin bu köprüyü inşa ederken güçlü ve derin Neretva Nehri’nin suları ile savaşmamıştı. Köprünün ayaklarını öyle bir yere yerleştirmişti ki bu suyun akışına bir set oluşturmuyordu. Köprünün diğer unsurlarını planlarken de çok hassas davranmıştı. Balıkların beslenme alanlarını bile düşünmüştü. Hocası Mimar Sinan’ın, eserlerinin duvarlarında kuşlara yuva tahsis etmeyi düşündüğü gibi…
Gerek Mimar Hayreddin olsun gerekse Mimar Sinan olsun bulundukları tabiatla daima barışık bir şekilde yaşadılar ve hep bu anlayışla eserler ortaya koydular. Bu da mahlûkata karşı duydukları derin sevgiden kaynaklanıyordu. İşte benim öğretmenlikten anladığım da aslında buna benzer bir şeydi. Öğrencilerin tabiatları ile barışık olmaktı bütün mesele… Onlarla birlikte bir bütünü oluştururken tabiattaki en ahenkli fotoğrafı ortaya koyabilmeliydik. Bu bütünlüğü sağlamak ise ancak sevgi ile olurdu. Mahlûkatın bütününe karşı bir sevgi beslemeden belki o sevgiyi de daha yüce bir sevgi akımına bağlamadan bu bütünlüğü kavramak da mümkün değildi.
Aydın BAŞAR
YazarO yüce Mevlâ’dan aldığım güçleHer türlü engeli, aşmaya geldim.Benim öz kardeşim köpüren DicleDeli Fırat gibi, coşmaya geldim.Kavuşmak istersen o büyük üneGönül pusulanı çevir o yöneŞişte kebap gibi be...
Şair: Hanifi KARA
İslâm ahlakını benimseyen ve onu hayatında sergileyen, İslâm’ın hükümlerine ve nizamına sıkı sıkıya bağlı olan bir kimsenin dünya ve ahiret işlerinde bir takım kolaylıklar hâsıl olur. Bu durum takva s...
Yazar: Aydın BAŞAR
Allah’ın güzel kulları Yüce Allah’ın verdiği nimetleri kendilerine aitmiş gibi hissetmezler. Her şeyin Yüce Allah’ın mülkü olduğunu bilir, kendilerini de birer emânetçi olarak görürler. Bu bilinçle el...
Yazar: Aydın BAŞAR
2024 Ağustos’un ilk günleri, yıllardır hep görmek istediğim Göynük‘e gitmek etmek nasip oldu. Oraya adımımızı atmamızla beraber daha önce fark edemediğim bir duygu kapladı içimi. Osmanlı’yı ben b...
Yazar: Aydın BAŞAR