2. Bâyezîd / Adlî’ nin Na’tine Dair
Hz. Muhammed (s.a.v.) sevgisi, klasik edebiyatımızın başta gelen temalarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatının her safhası için bir edebî tür ortaya çıkmış, mübarek sözleri için kırk hadis, yüz hadis, bin hadisler kaleme alınmıştır. Her şair Hz. Muhammed sevgisini sanat gücünün, kaleminin elverdiği kudret ve güzellikte sunmaya çalışmıştır. Mürettep dîvânlarda tevhid ve münacatlardan sonra naatlar yer alır. Ancak naat yazmayı sadece bu gelenek zaruretine bağlamak doğru olmasa gerek.
Şairlerimiz, bu tür şiirlerde, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şefaatine nail olmak dileğiyle samimi sevgilerini dile getirirler. Adlî mahlasını kullanan II. Bâyezîd de bu geleneğin dışında kalmamış, “Fi Na’t-i Seyyidi’l-enâm ‘aleyhi’t-tahiyyeti ve’s-selâm” başlıklı gazelinin Hz. Muhammed (s.a.v.) medhine tahsis etmiştir. Bu gazeli, bu gazelde terennüm edilen aşk-ı Rasûlü anlamaya çalışacağız:
"Muhammed-i ‘Arabî kim Rasûl-i ekmeldür
Takarrüb ile kamu enbiyâdan efdaldur"
(En mükemmel elçi olan Muhammed-i Arabi, Allah’a yakınlıkta bütün peygamberlerin en faziletlisidir.)
Adlî, dîvânın ikinci manzumesini na’te ayırmıştır. Şair, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i överken onun içinden geldiği millete mensubiyetine dikkati çekiyor. Bu sebepsiz değildir; özellikle Yahudilerden gelecek bazı itirazlara bir nevi cevap verir. Peygamberlik, İsrailoğullarına has değildir. Onu gönderen, elçisini dilediği milletten seçebilir. Bu hususta kimseye hesap vermek zorunda da değildir. Ekmel resul olmasında yadırganacak bir durum yoktur. Hz. Muhammed Dönemi’nde insanlık, artık belli bir olgunluğa erişmiş, bir nevi ilk ve orta öğretimden üniversite seviyesine geçmiş bulunuyordu. Dünya, tek bir muallimden ders alabilecek ilmî ve sosyolojik olgunluğa gelmişti.
Daha önce gelen elçilerin oluşturdukları tarihî ve içtimaî zemin, en mükemmel nebi için hazırdı. Bunları söylerken, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in geldiği dönemde cahiliye karanlıklarında yüzen Arap Yarımadası’nın içinde bulunduğu durumu unutmuyoruz. Ancak söz konusu olan bütün insanlık…
Önceki semavî dinler mensupları tarafından tahrip edilip bozulmuş tevhid yerini şirke bırakmış; peygamberlere indirilen kitaplar tahrif edilerek insanın behimî düşünce ve duygularının ürünü olan hurafe ve efsanelerle doldurulmuştu. Böyle bir ortamda Kur’an-ı Kerim, 23 yıllık bir süreçte, ayet ayet sosyal hayatın ve bireysel tekemmülün bütün ihtiyaçlarına cevap verecek bir biçimde indirilerek ilâhî mesaj tamamlanmış, bizzat sahibi tarafından korunacağı -“(Zikri (Kur'an) biz indirdik. Onun için zikri biz koruyacağız.”[1]- vaad edilmişti.
Tek harfi bile değişmeden asırlara meydan okuyan Kur’an-ı Kerim, her bakımdan mükemmel ve mucize bir kitap olarak insanlık âleminde yerini aldı. Geldiği kavmin edip ve şairlerine meydan okumuş, bir suresine değil birkaç ayetine bile nazire yazılamamıştı. Müşrikler bu meydan okuma karşısında aciz kalarak hayatlarını tehlikeye atacak kılıçla mücadeleye girişmişlerdi. Demek ki birkaç ayetine nazire getirmeye kudretleri yetmemişti.
Elbette bu mükemmel, mucize kitabın muhatabı, tebliğ edicisi de en mükemmel peygamber olacaktı. Onu risaletle gönderen, Mirac gibi bir iltifatla şereflendiren Zat-ı akdes, hiçbir rasûlün daha önce varamadığı bir mertebede Hz. Muhammed (s.a.v.)’i davet ederek kadrini bütün insanlığa ve semavat ehline ilan etmişti. Bu yüzden şair, “tekarrüble en efdal” nebi deyip överken ilhamını doğrudan Kur’an’dan alarak Türkçe ifade ediyordu. Aşağıdaki beyit söylediklerimizi teyit ediyor. Diğer peygamberler bir kavme, sınırlı bir coğrafyaya gönderilmişken Hz. Muhammed (s.a.v.) bütün insanlığa, cin ve inse rahmet olarak vazifelendirilmişti:
"Kalan resûllerüñ kavmineydi da’veti çün
Nübüvvetiyle bu ins ü câna mürseldür"
((Onun dışında) kalanlar peygamberlerin çağrısı kendi kavimlerine idi. Bu, nübüvvetiyle bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir.)
Adlî, zihne gelecek sorulara bu beyitle bir tür cevap veriyor: O, en mükemmel peygamberdir, zira daveti, çağrısı bütün insanlığa ve cinleredir. O, evrensel bir mesajı getirdiği için daha faziletlidir. Aslında mukayese çok açık: Bir köye, bir şehre, hatta bir ülkeye gönderilen elçi ile bütün dünyaya gönderilen resul arasında elbette bir tafdil ve tercih farkı olacak. Kaldı ki, Hz. Peygamber (s.a.v.), “Habibim, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” ilâhî müjde ve iltifatının de mazharı, muhatabıdır. O, insanlık ağacının son mükemmel meyvesi olup tebliği kıyamete kadar sürecek, hüküm-fermâ olacak bir elçi idi:
"Kim anı medh ide çün medhidür anuñ levlâk
Defâtir-i dü cihân midhatinde mücmeldür"
(Onun övgüsü levlâkdir; kim onu övebilir? İki dünyanın defterleri onun övgüsünde özettir (eksik kalır.))
Şairler, onun, layık olduğu biçimde övülemeyeceği hususunda fikir birliği içindedirler. Delilleri ise, bizzat Kur’an’da medh edilmesidir. Şairler, onu sanat kudretlerinin bütün imkânları ile övmeye çabalamış, yetersiz kaldıklarını görmüşler. Onu en iyi biçimde, layık olduğu gibi yine Kur’an övmüştür. “Levlake” kuds-i hadisi bu iltifatın zirve noktası...
Şadi Eren bu hadis hakkında şöyle der: “Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsî hadis olarak da rivayet edilen, ‘Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım.’[2] ifadesiyle kâinatın Hz. Muhammed (s.a.v.) hürmetine yaratıldığı anlatılır.” Şairler, onun övgüsüyle şiirlerini güzelleştirir. Hassan bin Sabit şöyle der. "Ben sözlerimle Muhammed (s.a.v.)'i övmüş olmadım; aslında sözlerimi Muhammed (s.a.v.)’la övmüş ve güzelleştirmiş oldum."
‘Adû-yı bî-basar ana muhâlif olsa ne tan
Sahîhi egri görürler şular ki ahveldür
(Kör düşmanları ona muhalif olsa şaşılmaz; şaşı olanlar doğruyu eğri görürler.)
Başlangıçta “Muhammedü’l-Emîn” ismiyle övdükleri Hz. Peygamber (s.a.v.), nübüvvetini ilan edince akrabaları bile karşı çıkmış, ona eziyet ederek, doğduğu memleketten hicretine sebep olmuşlardır. Aslında ona “Emin” sıfatını verenler de onlardı. Ancak kendi inançlarına aykırı bir haber getirince şaşı insanlar gibi gözlerinin önünde dosdoğru olan zat-ı risaleti inkâr edip görmezden gelmeye çalıştılar…
Beyitte geçen “körlük”ten maksat, kalbi mühürlenmiş, gerçeği görememe durumudur. Hz. Peygamber (s.a.v.)’e düşmanlıkları, gözlerini kör edecek kadar onları sağduyudan uzaklaştırmıştır. Zamanımızda da onun getirdiği haberle yaptığı olağanüstü inkılâbı gördükleri halde, salt düşmanlık içgüdüsüyle inkâr edenler yok mudur? Onun, o mutaassıp toplulukta yaptığı değişikliği, cehalette sınır tanımayan bir kavmi dünyaya muallim ve üstat yapacak değişikliği hangi sosyal bilimci, hangi filozof gerçekleştirebilir? Veya gerçekleştirebildi?
Bugün devletin bütün imkânları kullanılarak sigara gibi basit bir alışkanlığı ortadan kaldırmak nerdeyse imkânsızken, Hz. Peygamber (s.a.v.), tebliğ ettiği ilâhî buyrukla kömürü elmasa çevirircesine insanlarda, dolayısıyla toplumlarda değişimler meydana getirdi. Çocuğunu diri diri gömen insanlar, adalette dünyaya örnek hâle geldi. Yine de kör inat, ya da bağnaz kıskançlık bu nura karşı gözlerini yummuş düşmanlığını sürdürmüştü.
"Egerçi hatm idi Yûsuf’da hüsn i’câzı
Bu hüsn-i hulk ile cümlesinden ecmeldür"
(Her ne kadar güzellik mucizesi Hz. Yusuf’ta bittiyse; bu (Hz. Muhammed (s.a.v.)), güzel ahlâk ile hepsinden güzeldir.)
Hz. Yusuf güzellik timsali bir peygamberdi. Güzellik onda tamamlanmıştı demek mümkündür. Kur’an, onun kıssasını, “ahsenü’l-kasas/kıssaların en güzeli” diye över. Şairler, onun başına gelenleri, yaşadıklarını mesnevilerde dile getirmişlerdir. Hz. Yusuf, maddî güzelliğin sembolü ise, Hz. Muhammed (s.a.v.), ahlâk güzelliğinin en mükemmel örneği idi. Çünkü onu, bizzat Rabb’i, en güzel şekilde terbiye etmişti.
Hz. Aişe’ye onun ahlâkı sorulduğunda, “Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur’an’dı.” diyerek huy ve karakter mükemmelliğine işaret etmiştir. Maddî güzellik yaşla, zamanın geçmesiyle bozulabilir, yitirilebilir. Oysa ahlâk güzelliği bakidir. Bakî olduğu gibi bakî, ebedî neticeler verir; sahibini âlâ-yı illiyyine çıkararak ebedî saadete mazhar eder. Hz. Yusuf’un güzelliği bir mucize olduğu gibi, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ahlâk güzelliği de bir mucizedir. Düşmanları bile onun ahlâkına, seciyesine hayran olduklarından Muhammedü’l-Emîn diye hitap ederlerdi.
"Eyâ mu’în-i beşer rahm kıl fütâdelere
Şefâ’at âyeti şânunda çünki münzeldür"
(Ey insanlığın yardımcısı! Madem şefaat ayeti senin şanında indirildi o hâlde düşkünlere merhamet et.)
Hz. Muhammed (s.a.v.), şefaat hakkına sahip Peygamber’dir. Kullarına merhameti gazabını geçen Yüce Yaratıcı bu hakkı ona tanımıştır. O, bu hakkı mahşerde günahkâr ümmeti, düşkün ümmeti hakkında kullanacaktır. Şair, burada “üftadeler” kelimesi içine kendini de dâhil ediyor, çerçeveyi geniş tutuyor. Ey insanların yardımcısı, diyor: Beşere yardımcı ol, şefaat et. Duanın şümulü dikkat çekici. Şair, bir padişah, ders aldığı peygamberinin izinden giderek şefaatini bütün insanlara yaymasını diliyor. Gönül enginliği bu olsa gerek…
"Kapun gedâsı durur ‘Adlî anı redd itme
K’aña muhabbet-i âlüñ deliḥ-i a’deldür"
(Adlî, kapının dilencisidir, onu reddetme, geri çevirme. Onun bu hâline, senin âline, nesline duyduğu sevgi en adil şahittir.)
Adlî, padişah da olsa Allah katında aciz bir kul; Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ümmet olduğunun şuurunda. O, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kapısında dilenen bir geda, bir dilencidir. Dilendiği şefaattir. Bunun delili ise Hz. Peygamber (s.a.v.)’in âline, nesline duyduğu derin sevgidir. Şair, bu “âl sevgisi”ni şefaatçi yaparak Hz. Muhammed (s.a.v.)’den yardım diliyor. Kapından eli boş geri çevirme, diyor ve ekliyor: O, seni ve neslini samimi sevmektedir.
Adlî’nin gazeli şiir olarak başarılı, üslûp olarak samimi duygularını terennüm ediyor. Bu ifadelerde yapmacık, sun’i bir eda söz konusu değil. Padişah, içinden geldiği gibi, sevdiği Peygamber (s.a.v.)’ine duyduğu içten, halis sevgiyi dile getiriyor. Çünkü o, onu sevmenin aynı zamanda Allah’ı sevmek demek olduğunu biliyor. Allah’ı sevmek, onun rızasına ulaşmanın en sağlam merdivenidir. Kul, Allah’ı sever, onun sevdiklerini sever; bu sevgi tekrar Allah’ın da kulu sevmesi olarak kendisine akseder. Siz onu seversiniz, ta ki o da sizi sevsin. O, sizi sevince bütün müşküller, problemler, sorunlar hallolur: Bayram, o bayram olur…
Sözü, Adlî’nin başka bir gazelden alınan “Sen ay yüzlüyü sevmem diyen âşık olur mu? Mustafa’yı sevmem diyen ümmet olur mu?” mealindeki beytiyle bitirmek istiyoruz:
"Âşık olur mı diyen sen meh-likâyı sevmezin
Ümmet olur mı diyen kim Mustafa’yı sevmezin"
* Prof.Dr. Mahmut Kaplan / Beykent Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
[1] 15/Hicr, 9.
[2] Acluni, II: 164; Hâkim el Müstedrek, II: 615.
Mahmut KAPLAN
YazarOsmanlı edebiyatında; insanları iyiye, güzele ve doğruya, başka bir ifadeyle hayra yönlendirmek, topluma ve devlete yararlı, İslâmiyet’in erdemlerini şahsında yaşayan ve yaşatan iyi ahlâklı örnek ins...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Aile Hukûkuna Örnek Olan Kadınlar: Cemîle Bnt Übey ve Muhâla’aAllah’ın emri ve Peygamber (s.a.v.)’in kavliyle kurulan İslâm ailesi, Allah ve Rasûl’ünün ölçüleri doğrultusunda varlığını sürdürür. Aile ...
Yazar: Ali AKPINAR
Tasavvuf ilmi tecrübeye dayalı bir disiplin olup kişinin mânevî gelişimini esas almaktadır. Başlangıçtan son merhaleye kadar dervişin gelişim ve kazanımlarını artırmayı hedeflemektedir. Tasavvuf eğiti...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
İnsan sınırsız duygu ve isteklerle donatılmış bir varlık. Doymak bilmeyen bir iştah ve hırsla malûl. Hangi duygusunu gözden geçirse “Daha yok mu?” sorusuyla karşılaşır. Daha yok mu? Daha yok mu?...
Yazar: Mahmut KAPLAN