Rabb’imizi Hayatın Merkezine Almak
37.Hadis
"(Rasûlullah Rabb’inden naklederek şöyle buyurmuştur): ‘Ey kullarım! Benim hidâyete erdirdiklerim müstesnâ, hepiniz dalâlettesiniz! O hâlde benden hidâyet dileyin de sizi doğru yola kavuşturayım. Ey kullarım! Benim nimetlendirdiklerim müstesnâ, hepiniz açsınız. O hâlde benden isteyin ki, sizi doyurayım.” [1]
Somuncu Baba Diyor ki:
"Burada ârifin kalbine bir sesleniş vardır: Tefrika çölünde dalâletteyken beni talep edersen, çağır beni; seni bana, Vahdet makamına ulaştırayım. Dünya ve âhiretin yemek ve giysilerine kendini kaptırma ki, beni görmenin tatlılığını sana tattırayım ve varlığımın elbisesini giydireyim."
Hadisin Yorumu
Bizim birinci rehberimiz Allah’ın kelâmıdır. Biz onu sonsuz hidâyet ışığımız olarak kabul ederiz. Onu baştan sona okuduğumuzda Allah’a nasıl iman etmemiz gerektiği hususunun birinci konu olduğunu çok rahat görürüz. Hatta başka konulardan bahsedildiğinde bile konu bir şekilde yaratıcıya bağlanır. Böylece Allah her şeyin merkezine konulur. Bunun bir anlamı, bizim de yaşantımızı o şekilde yaşamamız gerektiğidir.
Konuyu daraltarak, âyetlere bir de Allah’ın kudreti açısından baktığımızda, her oluş ve bitişin arkasında yaratıcının olduğunu, her şeyin onun kudret ve irâdesiyle tecellî ettiğini öğreniriz. Böylece bütün işlerimizde ve düşüncelerimizde sonsuz güç sahibinin unutulmaması ve her zaman akılda tutulması gerektiği zihinlere nakşedilir. Meselâ şu âyetlere bir bakalım:
“Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; (oku) attığında da sen atmadın, Allah attı.”[2]
“Onlar tuzak kuruyorlar, Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”[3]
“Allah, kimi hidâyet etmek isterse onun İslâm’ı (kabul etmesi) için göğsünü genişletir. Kimi de saptırmak isterse gökyüzüne yükseliyormuş gibi göğsünü dar ve sıkıntılı yapar.”[4]
“Şâyet Allah sizi saptırmak istemişse, ben size nasîhat etmek istesem de nasîhatimin size bir faydası olmaz.”[5]
“Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin.”[6]
Görüldüğü gibi Allah, kâinatta bütün olup bitenlerin kendi kudretiyle gerçekleştiğini göstermektedir. Başka bir ifadeyle, her şey onun irâdesiyle ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ın öğrettiği bu öğreti çok önemlidir. Rabb’imizden kopmamamızı sağlar. Çünkü insan her bir şeyin ardındaki mutlak gücün Allah olduğunu bildiği zaman onunla bağını diri tutar. Her mutluluğu şükretmeye ve her elemi de sabretmeye götürür.
İşte Müslümanı diğer din mensuplarından ayıran temel vasıf budur. Müslüman her ne yaparsa yapsın, her ne başarı elde ederse etsin, her zaman Allah’a şükreder ve ulaştığı sonucu Rabb’inin bir lütfu olarak kabul eder. Bu sebeple de başarısı Allah’tan uzaklaşmasını değil ona biraz daha yakınlaşmasını sağlar. Üzüntüsü de sabrını ve tevekkülünü perçinler. Hidâyetin de inâyetin de Allah’ın ihsanı olduğunu Hulûsi Efendi şöyle dile getirir:
"Sen Hâdî olmasan ana kimdir ki yol bula sana
Sensin bu Hâdî-i hüdâ her fi‘l ü her ehvâ senin"
Nefsine Mâl Etmemek
Hayatta çeşitli başarılara imza atarız. Maddî anamda iyi servetimiz olur veya makamları tırmanarak çok güzel bir konuma gelebiliriz. Bunun yanında çocuklarımız önemli başarılar elde edebilirler. Bütün bunlar söz konusu olduğunda insanın mutlu olmasından daha tabii bir şey olamaz. Meselâ yılarca çabalarsınız ve sonunda hedefinizi gerçekleştirirsiniz. Döktüğünüz ter sonrasında kalbiniz mutlulukla dolar. Çünkü emeğinizin karşılığı artık karşınızda durmaktadır. Böylesi durumlarda birkaç hususa dikkat etmek gerekecektir.
Birincisi, sevinci, Allah’ın çizmiş olduğu helal kutlama dairesinin dışına taşırmamak gerekir. Gayret edip başardığı için sevinmeyi ve bu sevinci çevresiyle paylaşmayı elbette hak etmektedir lakin bunun kutlaması haramlarla olamaz. “Helal sınırlar içindeki kutlama insanı mutlu etmez.” denemeyeceğine göre, alnımızın teriyle kazandığımız başarının sonunu Allah’ın yasaklarına bulaşarak lekelemek doğru olmaz.
İkincisi, başarımızı başkaları küçük görmek ve tahkir etmek için basamak olarak kullanmamalıyız. Böylesi bir yaklaşım nefsimizi azdıracağı gibi etrafımızdaki dostlarımızın veya bizimle aynı başarıyı elde etmek istemesine rağmen muvaffak olamayanların kalplerinin kırılmasına ve küslüklere sebebiyet verir. Bir Müslüman kendi başarısını başkalarını ezmenin aracı hâline dönüştüremeyeceği için etrafındakileri küstüren bir kutlama ve sevinç içine girmemelidir. Ayrıca böylesi bir yola başvurarak nefsimizi azdırmak sonuçları itibarıyla bize manevî felaket olarak geri döner.
Esasında kibirlenmeyi hak eden biri varsa, o da yaratıcımız olan Allah’tır. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: “Kibir ve azamet bana mahsus sıfatlardır. Kim bu iki sıfattan birisinde benimle çekişirse, o kimseyi cehenneme atarım."[7] Hepimizin onun karşısında ne kadarlık bir kudretimiz olduğu bellidir. Canımız da dâhil her şeyimiz tasarrufundadır ve son nefesi verdiğimizde huzuruna çıkacağız.
Bu sebeple başarılarımız ve imkânlarımızla azgınlaşıp, sahip olmadığımız sıfatları yüklenerek karşımızdakileri tahkir etmemeliyiz. Zira kulluk bilinci olan kişi, sahip olduğu makamı yoldan çıkmak ve insanları ezmek için kullanmaz, bilakis bunu Rabb’ine bir şükür vesilesi olarak değerlendirir. İslâm’ın bize öğrettiği ahlâk budur.
“İzâ câe”[8] Sûresi’nde insanların gruplar hâlinde İslâm’a girmesi karşısında mü’minlerden istenen şey, Allah’ı tesbih edip istiğfar etmektir. Düşünsenize, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in rüyalarını süsleyen Mekke fethedildiği zaman, Rabb’imiz onun şahsında bütün Müslümanlara tevâzu sahibi olmalarını, şımarmamalarını emretmektedir. Aynı durum kurban ibâdetimizde de söz konusudur. Kesilen kurbanın etlerinin ve kanlarının Allah’a ulaşmayacağı, ulaşacak olanın bizim takvamız olduğu belirtilmektedir.[9] Yani insan ibâdeti yaptığında bile mütevâzılığı elden bırakmayacak, alçakgönüllü olacaktır. Dinimizin bizlere öğrettiği bu tevâzu ne kadar büyük bir haslettir! Bu aynı zamanda tevâzuun, Allah’ın kudretinin her şeyi kuşattığının akılda tutulması gerektiğini göstermesi açısından çok önemlidir.
Bu hususa işaret eden Allah Rasûlü şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah rızâsı için bir derece tevâzu gösterirse, Allah onu bir derece yükseltir. Kim de Allah’a karşı bir derece kibir gösterirse, Allah da onu bir derece alçaltır, neticede onu esfel-i sâfilîne atar.”[10] “Kibir, hakkı inkâr ve insanları tahkir etmektir.”[11]
Bu hadisin mânâsına yakın olarak Hulûsi Efendi böyle buyurur:
"Zilletle düşen toprağa Arş’a çıkardı pâyesin
Ucb u tekebbürle kalan kadrini noksân eyledi"
Unutulmamalıdır ki, Allah’ın nazarında -cihad meydanında düşmana gösterilen celâdet ve benzeri durumlar hâriç- tevâzu içermeyen hiçbir şey makbul olmaz. İnsan ibâdet ediyor bile olsa, enâniyet Rabb’in râzı olacağı bir durum değildir. Haccı yapıyor ve bunda gösteriş sergiliyor; namaz kılıyor ve insanların “Ne kadar güzel kılıyor!” demesini içinden geçiriyorsa, velhasıl ibâdetlerini boynunu eğerek Allah için değil de kullar için yapıyorsa, orada büyük bir sorun var demektir. Kezâ insanlarla olan ilişkilerinde “insânî olmayan yukarıdan bakış” söz konusu ise, tedavi edilmesi gereken bir hastalıktan bahsediyoruz demektir.
Kazanılan başarıların ardından dikkat edilmesi gereken üçüncü husus şudur: Zihin dünyamızda başarıyı hamd sınırlarının dışına taşırmamak gerekir. Bir kısım insanlar elde ettikleri başarılar ve dünyalıklar sebebiyle Allah’ı âdetâ unutarak her şeyi kendileri başarmışçasına nefislerini azdırmaktadırlar. Oysa elde ettiği muvaffakiyetin ardındaki emek her ne kadar kendisine ait olsa da ona sağlık, zekâ ve diğer imkânları lütfederek çalışmasını ve başarmasını ihsan eden Allah’tır. Dolayısıyla başarı biz Müslümanlar için hamd vesilesidir. İnsan bunu ihmal ederse nefsini ilahlaştırma yoluna girmiş demektir ve bu çok tehlikeli bir durumdur.
Kulluğu Mükâfat Beklentisiyle Yapmamak
Allah ve Rasûlü, insanın güzel ameller yaptığında cennete, tersini yaptığında da cehenneme gideceğini açık bir şekilde belirtmektedirler. Ancak bütün bunların ötesinde biz mü’minlerden istenen, kulluğun cennet veya cehennem sâikiyle değil Allah için icrâ edilmesidir. Dolayısıyla mü’min kişi, cennet iştiyâkı ile cehennemden kurtulma isteğini ikinci plana atarak kulluğunu sadece Allah için yaşamaya gayret etmelidir. Bunu başardığında zaten cennet gelecek, cehennem uzakta kalacaktır. Bunun yolu ise Allah’ı sevmekten geçmektedir. Sevince, kulluk görevleri sevgiden kaynaklı olarak yapılmış olur. Bir karşılık için edâ edilmekten çıkar. Doğrusu bunu başarabilmek çok da zor değildir.
Âhiret Sınavını Kaybetmemek
Yeryüzündeki her insanın âhiret sınavı kendi şartları çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bazısı maddiyâtın fazla olmasıyla, bazısı zekâsıyla, bazısı ailesiyle, bazısı da başka şeylerle imtihan edilmektedir. Dolayısıyla yeryüzünde sınavları tam anlamıyla birbirinin aynısı olan iki kişi yoktur. Rabb’imiz hiç şüphesiz herkesin durumunu göz önünde bulundurarak âhirette âdil bir değerlendirme yapacaktır. Onun bizlerden istemiş olduğu, büluğ çağımızdan vefât anına kadar devam edecek imtihan süresince zâtından kopmamamız ve dünyaya neden getirildiğimizin bilincinde olmamızdır.
Somuncu Baba’nın ifade ettiği gibi, Allah bu dünya karmaşası içinde bizi kendisine davet etmektedir. Geçici hayatımızın, elde ettiklerimizin, başarılarımızın ve hırslarımızın âhirette hüsrana uğrama gerekçesi olmamasını talep etmektedir. Yaratıldığımız dünyada, helâlinden olmak kaydıyla nimetlerden istifade ederek yaşayacağız. Dünyayı yaşamak ile Allah’a kulluk etmek birbirlerine zıt şeyler değildir. Mü’min kimse ikisini bir araya getirerek hem dünyasını yaşar hem de Rabb’ine kulluğunu gerçekleştirir. Bu sebeple bizlerden beklenen ne dünyayı ihmal etmek ne de âhireti unutmaktır. Yarın vefât edecekmiş gibi âhiret için, ölmeyecekmiş gibi de dünya için gayret etmektir. Bunu başarabilen insan dengeyi kurmuş demektir. Böyle bir insan ne kadar çok dünyalık elde ederse etsin, ne kadar büyük başarılar gösterirse göstersin, kazancı Allah’tan uzaklaşmasına değil, tam tersine ona daha fazla yaklaşmasına vesile olur. Ne mutlu bunu gerçekleştirebilenlere.
[1] Muslim, Birr ve's-Sıla, rakam: 55.
[2] 8/Enfâl, 17.
[3] 8/Enfâl, 30.
[4] 6/En’âm, 125.
[5] 11/Hûd, 34.
[6] 3/Âl-i İmrân, 27.
[7] İbn Mâce, 4165.
[8] 110/Nasr Suresi.
[9] 22/Hac, 37.
[10] İbn Mâce, 4166; Muslim, Birr ve’s-Sıla, Rakam: 69.
[11] Muslim, İman, rakam: 147.
Enbiya YILDIRIM
YazarOsmanlı’nın askerî, ilmî ve teknolojik gelişiminin durması ve gerilemesinde, Batı’daki gelişmeleri takip etmekte gevşek davranmasının tesirli olduğu, hakikati bütün cephesiyle ortaya koymada yeterli o...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Eğitimcilerin Kaleminden: İrfan ve Kültür Eğitimcisi Olarak Hulûsi Efendi (k.s.)Tasavvuf, irfan geleneği ile özünde bir eğitim müessesesi olma özelliği taşıyan yüce bir kurumdur. Tasavvuf yoluna giren...
Yazar: Musa TEKTAŞ
“Tuhfetü’l-Fukahâ”, Hanefî fakîhi Semerkandî’nin (ö.539/1114?) bir çalışmasıdır.[1] Semerkandî, bu eseri, Kudûrî’nin (ö.418/1027) “el-Muhtasar” adlı eserini şerh etmek gayesiyle kaleme almış ancak içe...
Yazar: Fatih ÇINAR
Bundan 30 yıl kadar önce ülkemizde yaşayan insanların dinlerini öğrenmek istediklerinde mürâcaat edecekleri eserlerin sayısı oldukça azdı. Mevcût kitapların pek çoğu Arap dünyasından veya Pakistan’dan...
Yazar: Enbiya YILDIRIM