Müslümanların Vahiyle İlişkisi
İslâm tarihinde ve günümüzde saldırılar Kur’an’dan ziyâde daha çok Hz. Peygamber (s.a.v.)’in risâletine dönük yapılmıştır ve hâlâ yapılmaktadır. Sebebi, Kur’an’ın nübüvvet temeli üzerine oturmuş olmasıdır. Eğer risâletin güvenilmez olduğu kitlelere kabul ettirilirse arkasından de Kur’an “Muhammed’in uydurmasıdır.” iftirâsının tezâhür edeceği beklentisidir. Bu kötü niyet hiçbir zaman gerçekleşmemiş, bundan sonra da gerçekleşmesi mümkün değildir. Bizâtihî Kur’an’ın korunması Yüce Allah’ın garantisindedir. Bunu vahiy tarihinden şu örnek olayla anlatabiliriz:
Zaman, İslâm’ın Mekke dönemi... Bir ara Rasûlullah (s.a.v.)’e vahyin gelmesi kesilmişti. Günler geçtiği hâlde vahiy meleği Cebrâil (a.s.) gelmiyordu. Bu duruma Hz. Peygamber (s.a.v.) çok üzülmüştü. Bir kısım müşriklerle birlikte Ebu Leheb’in eşi Ümmü Cemîl gibi İslâm sevmezler kara propaganda yapmaya başlamışlardı. O’nun mübârek yüzüne karşı, “Muhammed ne oldu, şeytanını göremiyoruz. Her hâlde Rabb’in sana darılmış ve seni terk etmiş olmalı.” şeklinde konuşmaya başlamışlardı. Bu alaycı sözlerden dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.)’in duyduğu derin üzüntü üzerine Yüce Allah onu tesellî etmek adına şu âyetleri indirmişti:[1]
“Yemin olsun, kuşluk vaktine,
Kararıp sakinleştiğinde geceye ki,
Rabb’in seni bırakmadı ve sana darılmadı.”[2]
Kur’an tarihinde vahyin kesildiği bu döneme “fetretü’l-vahiy” ya da “ınkıtâ-ı vahiy” adı verilir. Acaba Mekke müşrikleri vahyin kesildiğini nereden anlamışlardı da Hz. Peygamber (s.a.v.)’i psikolojik harp taktiğiyle yıpratmaya ve bunun üzerinden de topluma hem nübüvvet ve hem de vahiy hakkında tereddütler uyandırmaya çalışmışlardı?
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) gelen her âyet ve sûreyi alenî olarak Harem-i Şerif’te okur ve bunu da müşrikler dinlerlerdi. Onlar, istemeseler de, “Bugün gelecek vahiy ne tür mesajlar taşımaktadır?” şeklinde bir beklenti ve alışkanlık içerisinde bulunuyorlardı. Müşriklerin küfr-i inâdîleri bu mesajı kabul etmeye engel oluyordu.
İşte Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) tarafından haber-i azîm olan vahyin kesilmesinden dolayı duyurulmaması onları İslâm’ın aleyhinde propaganda yapmaya yöneltmişti. Belli bir aradan sonra Duhâ Sûresi’nin inmesiyle birlikte İslâm’ın bir bengisu gibi kalplere nüfuz edeceği bildirilmiş, müşriklerin hevesleri kursaklarında kalmıştı. Hz. Peygamber (s.a.v.) ve onun kutlu yolunu takip eden mü’minler ise büyük bir sevince boğulmuşlardı. Elbette bunda da vardı bir hikmet.
Yüce Allah bu sûreye “Ve’dduhâ/Andolsun kuşluk vaktine!” diye başlıyor. Burada üzerine yemin edilen zamandır. Zamanın ne kadar önemli ve değerli olduğu bildirilmekle birlikte, ayrıca bu sûrede dile getirilen konuların önemine de dikkatlerimiz çekilmektedir. Âyette, “Andolsun kuşluk vaktine!” pasajından kuşluk vaktinin güneş ışığının yeryüzünü bütünüyle kaplaması vurgulandığı gibi aynı zamanda vahiy ışığının da Mekke semalarından bütün bir yeryüzünü aydınlatmaya başladığı ifade edilmiş oluyordu.
Yine âyette, karanlığa yemin edilmesi de Allah Rasûlü’nün bu vakitte gerek hâne-i saâdetlerinde ve gerekse Harem-i Şerif’te sesli Kur’an okuması ve bunu da müşriklerin dinlemesine işaret edilmişti. Bu fetret döneminden sonra Kur’an’ın tekrar nâzil olmaya başlaması, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i Yüce Allah’ın kendi hâline bırakmadığını ve terk etmediğini gösteriyordu. Bununla birlikte İslâm’ın gelecek günlerinin bugünlerden daha hayırlı olması da müjdelenmişti. Elbette ilâhî mesajın başlaması, müşrikleri çileden çıkarırken Allah Rasûlü’nü ve inananları da sevince boğuyordu.
Her şeyi bütün yönleriyle en üstün bilen ve hikmetine uygun bir şekilde yaratan Rabb’imizdir. Vahyin kesilmiş olması da O’nun hikmetinin bir gereğidir. Söz konusu bu görüşlerimizi, “Allah yarattığı her şeyi en güzel şekilde yapmıştır.”[3] ve “Her şeyi yaratıp düzenlerini sağlayan, uyacakları yasaları belirleyen Allah yüceler yücesidir!”[4] meâlindeki âyetlerle delillendirebiliriz.
Nasıl ki, Kur’an’ın nüzûl tarihinde meydana gelen “İnkıtâ-ı vahiy” ruhsal anlamda Sevgili Peygamberimiz’i bir insan olarak olumsuz yönde etkilemişse, Kur’an’ı okuma ve anlama konusunda ertelenecek bir davranış da bizim zihin ve gönül dünyamızda benzer gerilimler oluşturabilir. Zira Kur’an hem tertîl üzere okunacak ve hem de okunan âyetler üzerinde derinlikli tedebbür, tefekkür ve tezekkür faaliyetleri sürdürülecektir.
Bu anlamda Kur’an’la bağı kesik olan mü’minlerin durumu, nefes darlığı çeken bir hastanın oksijen tüpünden mahrum olmasına benzer. Kur’an mü’minin hem virdi/zikri ve hem de yaşama kılavuzudur. Ondan kopuk bir hayat, sudan çıkan balığa benzer. Nasıl ki sudan çıkan bir balık ölüme mahkûmsa, Kur’an’la ilişkisini kesen bir mü’min de kalbî açıdan ölü gibi olur. Esas olan fizikî dirilikle birlikte kalbî uyanıklıktır. Şair ve düşünce adamı Muhammed İkbal’in dediği gibi, “Aklın ölümü tefekkürü terk etmek; kalbin ölümü ise zikri terk etmektir.”[5] Dolayısıyla mü’minin hayatında tefekkürle zikir birlikte aktif hâlde bulunmalıdır.
Bir mü’min için Kur’an’ı anlama çabası, bir nevi yolda olmak ve yola koyulmaktır. Bilgi durumu açısından ortalama bir Müslüman, Kur’an’ı anlamada nasıl bir yöntem takip edebilir? Kur’an’a yaklaşırken âzamî derecede önyargılarımızdan uzaklaşmak sûretiyle bir okuma ve anlama biçimi seçebiliriz. Ben inanıyorum ki, niyetleri hâlis olanlara bu Kur’an, envârını ve esrârını açacaktır.
İslâm dünyasının, uzun asırlardır düşünce alanında geçirdiği bunca acı tecrübelerden sonra yeniden kendi ayakları üzerinde durabilmesi doğru bir şekilde Kur’an’ı anlama ve yaşamasına bağlıdır. Kur’an okuyup anlaşılmak ve yaşanmak için indirilmiştir. Kur’an okurken; dil, akıl ve kalp üçlüsü, sıkı bir ilişki hâlinde olmalıdır. Dil âyetlerin lafzını kalbe gönderirken; kalb de bu âyetlerin anlam alanını akla göndererek tesirini davranışlarda gösterecek şekilde sonuçlar çıkarmalıdır.
Sonuç olarak, her Müslüman Kur’an-ı Kerim’i kendisine yeni iniyormuş gibi okumalı ve okur-yaşar olmalıdır. Bizde fark etme bilinci Kur’an’ın aydınlığında gerçekleşecektir. Yoksa ne kendi coğrafyamızda ve ne de diğer coğrafyalarda olup-bitenleri anlamamız da mümkün olmayacaktır. Dün olduğu gibi bugün de dünyada meydana gelen olayların arka planını iyi okuyup analiz edebilmek için doğru yöntemlerle Kur’an’ı anlamada bilgi ve bilinç düzeyi yüksek Müslümanlara ihtiyaç vardır.
Bu sebeple her Müslüman, ilmî düzeyi ve anlama kapasitesi nisbetinde muteber müfessirlerin tefsirlerinden istifade etmek sûretiyle Kur’an’ı anlama yolunda çaba göstermelidir. Çünkü biz tek başına dünyaya geldik ve tekrar tek başımıza Allah’ın huzuruna döneceğiz. Hepimiz yaptıklarımızdan tek tek hesaba çekileceğiz. O hâlde doğru din anlayışımızın ilk referans sistemini oluşturan Kur’an’ı hem lafız planında okumak ve hem de anlamak gibi bir sorumluluğumuzun olduğu aslâ unutulmamalıdır.
[1] Hasan Çelikkaya, Âyetlerin İniş Sebepleri ve Sonuçları Üzerine Bir Deneme, İstanbul, 2004, s. 94.
[2] 93/Duhâ, 1-3.
[3] 32/Secde, 7.
[4] 25/Furkân, 2.
[5] Muhammed İkbâl, Câvidnâme, çeviri ve şerh, Annemarie Schimmel, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1958, s. 69.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarBu makalemizde tezkiye kavramı ve bu kavramın mâhiyeti üzerinde duracağız. Sözlükte tezkiye; “, temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip büyütmek, arıtmak, temize çıkarmak” gibi anlamlara gelir.[1] Dinî...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Ahlak kavramı; “seciye, tabiat, huy” gibi anlamlara gelir. Ahlakın konusu, iyi ve kötü insan davranışlarıdır. Allah her insanı iyi ve kötüyü algılayacak bir kâbiliyette yaratmıştır. Dinî b...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Gazze’de olup bitenler Gazze ile İsrail’in bir savaşı değil. Eğer öyle olsaydı, İsrail çoktan havlu atmış olacaktı. Bugün dünya Gazze ile savaşıyor. Siyonist İsrail’in arkasında ABD, İngiltere, Fransa...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Hicretin 6. yılı…Hz. Peygamber (s.a.v.) Müstalikoğullarının Medine’ye baskın düzenlemek için asker topladıkları haberini alır. Yapılan araştırma neticesinde olay doğrulanır. Bunun üzerine Rasûl-i Ekre...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ