Tarihçi-Yazar Zafer Bilgi ile Röportaj
Osmanlı tıbbı İslâm tıbbına dayanıyordu. İslâm dini temizliğe çok önem verdiği için, büyük şehirlerden tutun da küçük yerleşimlere kadar temizlik merkezli bir hayat benimsenmişti. Bazen camilerden önce hamamların yapılmasına özen gösterilirdi. Yerleşim merkezlerine inşa edilen hamamlarda beden temizliği, temiz giyim kuşam ve süslenme bütünleşirdi. Osmanlı’da günlük hayat, ibadet ve temizlik içinde yaşanırdı.
Osmanlı toplumunda sağlıklı yaşam, bir hayat tarzıydı. Osmanlı’da hastalık gelmeden evvel tedbirli yaşamayı öngören engelleyici, bağışıklığı güçlendirici sağlık anlayışı hâkimdi. Bu sağlık anlayışının yansımaları hayatın birçok alanında kendini göstermişti. Evler ona göre inşa ediliyor, mutfak o bilgilere göre şekilleniyor, giyinmek, yıkanmak ve uyumak bu tarza uygun yapılıyordu. Hatta izdivacı yani evliliği ve çocuk sahibi olmayı bir ibadet şuuruyla yaşayan, bunu Mevlâ’nın lütfu olarak görüp ruhsal derinleşme ve bütünlüğü önemseyen bir hayat şekli hâkimdi.
Bunu Hakk’ın rızası için ve hayırlı nesillerin hayata getirilmesine vesile kılan bir bakış mevcuttu. Bu yüzden evlilikte, birlikte yaşarken, ibadet ve dua ile niyaz etmek önemsenirdi. Bu birliktelikte bir çocuğun dünyaya gelmesi durumunda, Allah’ın emaneti olarak evlat ele alınınca, Mevlâ’dan gelen emsalsiz bir armağan gözüyle bakılırdı. Bu muhteşem olay için şükür ikramları yapılırdı.
Darüşşifalar kadim İslâm medeniyetinin bir yansıması olarak, biçarelere çare sunmak adına kurulmuştur. Bu kurumlarda, herkese bila bedel, hekim başı tarafından müşahede yapılarak, bitkisel formda şerbet-ilaçlar sunularak, hizmet etmiştir.
Hayatın her alanına farklı şekillerde yansıyan bu sağlık anlayışı, dönemin şartları içinde şu şekillerde kendini gösterirdi:
Mekânın en sağlıklı şekilde tasarımı sağlanırdı. Evlerin büyük bir kısmı kerpiç ya da ahşaptan yapılırdı. Bu malzemelerle yapılan ev doğal olurdu. Bu evlerde toprak sıcaklığı 18 derece olup vücut ısısına uyumlu olurdu.
Evleri rüzgârların latif estiği yerlere göre konumlandırırlardı. Kuzeydoğu rüzgârları önemsenirdi.
Günde iki öğün yemek yenirdi. (Sabah ve akşama doğru)Yemek sonrası misvak kullanılırdı.
Mevsimine göre yün ve pamuk ağırlıklı kıyafetler kullanılırdı.
Gıdaların temiz ve doğal olması çok önemsenirdi.
Ev, gıda üretim yeriydi. Yiyecekler genelde evde üretilirdi.
Doğayı tahrip eden bir yapılaşma yoktu. Eserler, yeşilliğe ve doğal mimarinin akışına uygun inşa edilirdi.
Toprağa dokunan bir hayat vardı. Tarımla uğraşmak, toprakla haşır neşir olmak doğanın nabzını tutmak demekti
Ruhen güçlü bir toplum vardı. Tekkeler görevini ifa ederdi. Dinî ve tarihî sohbetlere gidilir ve sosyal hayat, ilim üzerine kurulurdu.
Büyük aileler olurdu, bireyler ailevî sorunlar altında ezilmez, sıkıntılar büyük ailede erirdi.
Erken yatılır, seherler ihya edilir, hayat güneşin doğuşuyla, sabah namazıyla başlar, akşam namazıyla, güneş batmasıyla eve çekilinirdi.
Az çeşit yemek yenirdi. Kur’an-ı Kerim ve hadislerde adı geçen gıdalar ve yemek çeşitleri tüketilirdi. Hurma, nar, muz, kiraz, üzüm, incir gibi meyveler tüketilirdi. Balıketi, bıldırcın, koyun ve keçi eti tercih edilirdi. Süt ve bal önemsenirdi. Mercimek, sarımsak, soğan, zeytinyağı, çörek otu, kimyon, zencefil kullanılırdı.
Helal beslenmeye çok önem verilirdi. Helal yolla kazanılmış parayla, sevgiyle, dua ve besmelelerle pişirilen yemekler, şükür ve neşeyle aile ortamında birlikte yenirdi. Yemeğin hangi sıraya göre yeneceği, iyi çiğnenmesi, yavaş yenmesi önemliydi.
Bilhassa sabah ve akşam saatlerinde yürüyüş ve hafif koşular yapılırdı. İnsan-doğa dengesini korumak önem arz ederdi.
Yaşanan yerde yetişen gıdaları yemek önemsenirdi. Akan su tercih edilirdi.
Ne niyetle yenip içildiği önemliydi. Ne yediğimizden çok hangi ruh hâliyle yediğimiz önemliydi.
Bilinçli beslenmenin yanında doğayla uyum şarttı. Mizaçlara göre tedavi ve ilaç kullanımı söz konusuydu. Duygusal dünyanın temizliğine, kişilerin sevdiği kişilerle beraber olmasına dikkat edilirdi. Bu şekilde kişinin iç dünyasını güçlendirmek ve enerjisini yükseltmek amaçlanırdı.
Olumlu düşünmek ve mütevekkil olmak, sağlıklı aile hayatının olmazsa olmazlarındandı.
Bu ilkeler ışığında yaşayan toplum bireyleri, Osmanlı medeniyetini oluşturuyordu. Bu medeniyetin içerisinde oluşan sıhhî kurumlar da nevi şahsına münhasır bir şekilde neşvünema buluyordu.
Osmanlı Devleti, medeniyetin kadim değerlerini hayatının her alanına yayan, bunlardan istifade eden bir devlet idi. Bu değerler sağlık kurumlarının içinde de en ince detaylarına kadar kendini göstermişti. Bu kurumlarda koruyucu hekimlik önemle uygulanmıştı. Koruyuculuk hekimlikten kast ettiğimiz, Osmanlı’da öncelikle sağlığın korunması önemsenmiş, ikincil olarak tedavi üzerine yoğunlaşılmıştı.
İstanbul’daki önemli şifahaneler ve bânilere kimlerdir?
İstanbul’daki önemli bab-ı şifalar, Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Sahn-ı Seman ve Kanûnî Sultan Süleyman tarafından bina ettirilen, Süleymaniye Darüşşifası’dır. Bununla birlikte Haseki Hürrem Sultan’ın yaptırdığı bugün Haseki Hastanesi olarak andığımız, Nisa Şifahanesi de mevcuttur.
Koruyucu hekimlik, hasta olmadan önce sağlıklı yaşamayı, kalıcı sıhhati esas alırdı. İnsan genelde sağlıklı doğmaktaydı. Bozulan hücreleri, sağlıklı olan hücreler tedavi ederdi. Bu bir inşa ve güçlendirme olayıydı. Amaç bunu korumaktı. Sağlık, insana verilmiş en önemli hazineydi. Dönemin hekimleri ve sağlık kurumları, bireylerin sağlıklı kalmasını sağlamaktan sorumluydu. Hekim, toplumu sağlıklı tuttuğu müddetçe görevini yapmış sayılırdı. Bu sayede, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” ilkesi yaşatılmış oluyordu.
Osmanlı sağlık anlayışında, tıp ilmi, sanat gibi görülürdü. Hekimler, ağrıyı dindirmeyi ilahi bir sanat gibi algılardı. Tabipler bir nevi toplumu inşa eden mühendislerdi. İnsanın zihni ve ruhu da vücudu kadar önemsenirdi.
Şifahaneye gelen biçare kişilere, fiziksel çıkarımlar ile sıkıntılarının tespit etmesi sağlanırdı. Göz bebeklerinden, tırnak uçlarına, dudak renginden, saçlarına, beniz rengine kadar hekim ön kontrolü yapar, bazen nabzı tutarak atışını kontrol eder, bu şekilde tespitler yapılmaya çalışılırdı. Hekim tarafından tespit edilen derde göre şerbetler tavsiye edilir, güneş, toprak, koku, renk, taş ile tedavi yöntemleri kullanılırdı. Her insanın kendini iyi hissedeceği koku, renk, taş tespit edilir ve kullandırılırdı.
Tedavi merkezinde hekimlerin özellikleri ve sağlık hizmetini sunma şekilleri nasıl olmuştur?
Hekimlerin evvela şefkatli ve merhametli, vicdanî hassasiyeti yüksek olması önemsenirdi. Bu meslekî donanımdan önce gelirdi. Herkese eşit yaklaşması, tedaviyi yapanın kendi olduğu ancak şifayı Hz. Şafi ismiyle Mevlâ’dan ummak gerektiği işlenirdi.
Osmanlı’da psikolojik tedavi yöntemleri ne şekilde uygulanmıştır?
Şifahanelerde kullanılan psikolojik tedavi yöntemlerine baktığımızda, yaptığımız araştırmada, 27 adet farklı tedavi şekline tanıklık etmekteyiz. Bunların içinde, su terapisi, musiki terapi, deniz seyahati, ata binicilik, kitap ile tedavi gibi ilginç yöntemler görülmekteydi. Bunlar bireysel farklılıklar önemsenerek, ihtiyaca göre şifahaneye tedaviye gelen bireylere uygulanır ve tedaviye ulaşacak bir ortam sunulurdu.
Taşlarla, kokularla, musiki ile tedavide takip edilen uygulamalara örnekler verebilir misiniz?
Her bireyin kendi yapısına uygun taş, koku ve tını bulunur ve bununla tedavisi önerilirdi. Taşlar ile tespih yapılır ve bununla Hakk’ı zikretmesi sağlanır, kokuyu günde üç kez ferahlamak için sürmesi tavsiye edilir, tedavisini hızlandıracak musiki makamını da şifahane avlusunda dinlemesi önemsenirdi.
Renklerle tedavi şu şekildeydi: Biçare kişinin hekim tarafından hangi rengin kendisine iyi geldiği tespit ettirilirdi. Bu renk bulunduktan sonra, avluda bu renge bakması, bunu günlük hayatında daha sık kullanması, giyim kuşamında bu renk ağırlıklı olması önerilirdi. Misal, yeşil ve mavi rengi rahatlatıcı özelliği ile bahçelerde havuz ve etrafındaki ağaçların olduğu avlularda, dinlendirici yönüyle kullanılırdı.
Bu hususun ilham alındığı noktalardan biri de, muhtemelen letaif renkleri idi. Tasavvuf kaynaklarında şöyle geçer:
Nakşbendiyye yoluna göre, insanın rûhunun, ‘emir ve halk’ âlemine âit olmak üzere altı latîfesi vardır. Halk âlemine âit olan ‘nefs-i nâtıka’, emir âlemine âit olan latîfeler ise sırasıyla ‘kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâ’dır. Sûfîler, emir âleminin latîfelerini kısaca ‘letâif-i hamse’ şeklinde isimlendirmişlerdir. Sûfîler, nakledilen sıralamaya göre kesâfetin azaldığını ve kudsiyetin arttığını ifâde etmişlerdir. Yâni onlara göre bu beş latîfeden en latîf olanı ahfâdır.
Sûfî düşüncede kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâ latîfeleri birbirlerinin içerisine gizlenmiştir. Sûfîlere göre, her latîfe bir peygamberin ulaştığı mânevî hakîkati temsîl etmektedir. Bu anlamda kalp Hz. Âdem’in kademi, ruh Hz. İbrâhîm’in, sır Hz. Mûsâ’nın, hafî Hz. Îsâ’nın, ahfâ ise Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kademi/ayağı altında yer almaktadır. İnsan vücudundaki bu merkezlerin harekete geçmesiyle açılan perdelerden sâlikin mânâ âlemini seyr etmeye başlayacağını belirten sûfîlere göre, her bir merkezin kozmik renkleri bulunmaktadır. Buna göre; kalp kırmızı, ruh sarı, sır beyaz, hafî siyah, ahfâ ise yeşil renklidir.
Dua ile tedavinin öneminden ve uygulama öneklerinden bahseder misiniz?
Dua ile terapi şifahanenin olmazsa olmazlarındandı. Kur’an-ı Kerim’deki şifa ayetleri çıkarılır, peygamberlerin dua kelimeleri bulunur ve mutlaka bunlardan ilham alınırdı. Duanın müthiş bir iyileştirici etkisi vardı. Görülen tedbirler kadar görülmeyen önlemlerin de etkisi keşfedilmiş ve bab-ı şifalarda kullanılmaktaydı. Bunlar aynı zamanda serlevha olarak giriş kapılarının üstlerine hatırlatma babında asılırdı.
Geçmişten günümüze psikolojik tedavi yöntemleri nasıl bir gelişim izlemiştir. Modern tıp bu uygulamalardan nasıl istifade etmiştir?
Aslında bu yöntemlerin çoğu son döneme kadar yaşamış ancak son 50 yılda modern tıbbın baskınlığıyla bunlar ihmal edilir olmuştu. Biz yönümüzü Batı’ya her yönümüzle döndüğümüzde geleneğin getirdiği, tamamlayıcı tıbbın bazı yönlerini göz ardı etmişiz maalesef. Ancak son dönemde Batı dünyasında da bu yöntemler kendini göstermeye başlamış, dua enstitüleri, anne karnından itibaren ses terapisi gibi hususlar öne çıkmıştır.
Osmanlı’da kullanılan tedavi yöntemlerini günümüze yansımaları nasıl uygulanma alanı bulmuştur?
Maalesef bu yöntemler bizlerde kullanma imkânı çok az bulmaktadır. Bizim anlayışımız hasta hastane üzerine kurulmuş ve nüfus yoğunluğu çok fazla olduğundan bu şuan için pek mümkün görülmemektedir. Ancak şifahaneler bugün ismen yaşamakta, yanına hastane eki alarak modern tıbbın bir şubesine dönüşmektedir. Misal, Bezm-i Âlem Vakıf Gureba Darüşşifası, bugün Bezm-i Âlem Tıp Fakültesi veya hastanesi ismiyle anılmaktadır. İmkânlar dâhilinde bunun köklü bir değişimle bir nebze de olsa hayat bulması gerçekleşir umarım.
Biz bu çerçevede, Osmanlı’daki psikolojik tedavi yöntemleri adı ile bir kitap hazırladık. Önce şifahaneleri mimarî özelliklerini, ardından iş işleyişini sonra da bugün bunlardan nasıl istifade edeceğimizi ele aldık.
Bu noktada, önce Osmanlı’da sağlık anlayışına değindik. Ardından tedavi yapılan mekâna bir tarih yolculuğu yaptık.
Bu çalışmamızda, Osmanlı’daki psikolojik tedavi yöntemleri merkezinde konuya odaklandık. Önce dönemin sağlık anlayışına ve şifahanelere değindik, ardından mekânın sırlarına, hekimlerin dikkat çekici hasletlerine, tedavi hizmetinin işleyişine bir yolculuk yaptık. Ardından ana konumuz olan, bu mekânda uygulanan psikolojik tedavi yöntemlerine derinlemesine ışık tutmaya çalıştık. Çalışmalarımız sırasında 26 farklı tedavi yöntemi olduğunu tespit ettik. Bu birbirinden ilginç hazine niteliğindeki bilgileri ana başlıklar altında sunduk.
Bugün hastalıklarla mücadele eden pek çok insanın sıkıntılarının önemli bir kısmının psikolojik kaynaklı olduğu bilinmektedir. Manevî boşluk veya ruhsal tedavilerden yoksunluk, modern dünyadaki hastalıkları tetiklemektedir. İnsanların modern tıp tedavi yöntemlerinin yanında alacakları psikolojik tedavi desteği, dipte yatan sıkıntıyı kökünden tamamıyla iyileştirecektir.
Bu çalışmadaki bir amacımız da, kadim tıbbın sırlarını gençlere tanıtmak ve gelecek kuşaklara aktarmaktır. Ayrıca bir gayemiz de bu kıymetli şifa sırlarının insanların istifadesine sunmakla kalmayıp, tıp hekimleri gözetiminde bu bilgilerin kullanılarak hayatımızın iyileşmesine vesile olmaktır. Bu hazine bilgiler, tarihin satır aralarından sıyrılıp, tamamlayıcı tedavilere ilham olur umarız.
Bu konu hakkında yazılan eserleri incelediğimizde, ya tamamen Tıp âlimi gözüyle ya da tamamen Tarihçi gözüyle eserler yazıldığını gördük. Biz bu konuyu irdelerken bazen tıp hekimi çerçevesinden, bazen bir tarihçi penceresinden, bazen bir mimar açısından, bazen sanat tarihçi zaviyesinden bakmaya gayret ederek, farklı açılardan destekleyici bilgilerle, bu alandaki çalışmaları harmanladık.
Kitabımızı kaleme alırken, yaptığımız araştırmalardaki hazine niteliğinde çok önemli bilgilere rastladık. Amacımız bu hazineyi geleceğe taşıyacak kuşaklara tanıtmak oldu. Ayrıca bu bilgilerin bir kısmını kullanarak hayatımızı iyileştirmeye katkımız olacağını gördük. Bu altın niteliğindeki şifa sırlarının insanlar tarafından kullanılmasını ve yayılmasını istedik.
Şerif Hamideddin TEKTAŞ
YazarHocam sizi böylesi bir eser yazmaya sevk eden etken nedir?Bu eserin kaleme alınış sebebi, günümüz insanının rol model arayışına cevap verebilmek arzusudur. Osman Hulûsi Efendi aramızdan biridir. Konuş...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Osmanlı medeniyetinin inşasında, temiz toplum ve insan kaynağı büyük rol oynadı. Manevî, ahlâkî ve insanî kemâlât ve itminanı yakalamayı başaran Osmanlı toplumunun, beden, fizik ve çevre temizliğine d...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Prof. Dr. Mahmut Kaplan ile Röportaj: “Edebiyatımızda Ölüm ve Kabir Kitabeleri” Ölüm, insanoğlunun hayat kadar önem taşıyan bir gerçeğidir. İnsanın kendisini güzel ve etkili bir biçimde ifadesi olan s...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Cerrahî alanına getirdiği yeniliklerle tanınan Endülüslü tıp bilgini Zehravî’nin, tam ismi Ebul-Kasım Halef b. Abbas ez-Zehravî’dir. Zehravî’nin, 936-1013 yılları arasında yaşadığı düşünülmektedir. En...
Yazar: Resul KESENCELİ