Hukukçuların İntibalarıyla İlim-İrfan Önderi Hulûsi Efendi
İslâm hukukunun birinci kaynağı olarak Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, ikinci kaynağı olarak ise Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in sünneti görülmektedir. Kur’an ve sünnet gibi iki temiz kaynaktan beslenen Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, toplumun her kesimi tarafından ziyâret edilen, örnek alınan bir zât-ı muhteremdir.
Hacı Hulûsi Ateş Şeyhzâdeoğlu Özel Kitaplığı adında oluşturduğu eşsiz kütüphânesi doğunun bilgi hazinelerindendir. Kütüphânesindeki “Ziyâretçi Özel Defteri”ndeki yazılan hâtıra satırlara baktığımızda istisnâsız herkesin hayranlığını kazandığını ve yaptığı doğru işlerin insanların gönlüne iyilik tohumları ektiğini görürüz. Bu yazımızda hukuk insanlarının intibalarına ve görüşlerine yer verirken, yazdıkları satırlardan dikkat çektiğimiz bir hususu ön palana çıkararak yazımızı o dikkat çekici hususların üzerine binâ etmeye çalışacağız.
Darende doğumlu olup küçük yaşlardan itibaren Hulûsi Efendi Hazretleri’ni tanıma fırsatı bulan, daha sonra Sivas’ta hâkimlik yapan A. Nami Temel şu satırları yazmış:
“Çocukluğumdan beri derin hürmet duyduğum Darende’mizin mefâhirlerinden olan Hocam Hacı Hulûsi Ateş; üstadımız İhramcızâde İsmail Efendi merhumun benim de 13 yıldan beri hizmet verdiğim Sivas’a, sizin de Darende’mize verdiğiniz hizmetlerden dolayı rızâyi bârîye mazhariyetinize emin olarak sizlere gıbta ile saygı ve tazimlerimi arz ederim.
09.04.1985 / Nami Temel / Sivas Hukuk Hâkimi”
İhramcızâde Hazretleri’nin Sivas’ı imar ve ihyâ ettiği gibi Hulûsi Efendi Hazretleri’nin de Darende’yi her yönden geliştirdiğine işaret ederken, burada gıpta ile izlemesi çok dikkat çekicidir. Gıpta kelimesi “nimete kavuşma arzusu, sevinç” demektir. Terim olarak ise “bir kimsenin, maddî veya mânevî imkân ve meziyetlere sahip olan başka birine imrenmesi, onun elindeki nimetlerin yok olmasını isteme gibi kötü bir düşünceye kapılmadan kendisinin de aynı şeylere kavuşmayı arzulaması” anlamında kullanılır.
Râgıb el-İsfahânî, başkasının nâil olduğu bir nimete bakarak kişinin aynı şeye kendisinin de sahip olmasını temennî etmesine gıpta, sadece bu temenniyle yetinmeyerek aynı imkânı veya daha fazlasını elde etmek için çaba göstermesi olarak değerlendirir. Müslümanların, maddî ve mânevî bakımdan kendilerinden daha iyi olanlara imrenerek onlar hakkında herhangi bir kötü duygu ve düşünceye kapılmadan, zararlı davranışlara kalkışmadan, olumlu ve verimli bir rekâbete girişmelerinin önemine işaret edilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “Ancak iki kişiye haset edilir, bunlardan biri Allah’ın kendisine mal verdiği ve bu malı hak yolunda tüketme irâdesine sahip kıldığı kişi, diğeri de Allah’ın kendisine ilim verdiği, hem bu ilimle amel eden hem de onu başkasına öğreten kişidir.”[1] meâlindeki hadisinde geçen haset kelimesi gıpta anlamında kullanılmıştır.[2]
Arif Hikmet Korkmaz Bey ise, ziyâretçi özel defterine duygularını ve hissiyâtını şöyle kaydetmiş:
“Darende, 07.04.1985
Müsbet ilmi; yüce dinimizin esaslarıyla birlikte mütalaa ederek insanlığın (beşeriyetin) hizmetine sunmak konusunda engin çalışmaların takdiri/tarifi mümkün olmayan Sayın “Mürşid” Hacı Hulûsi Ateş Hoca’mızın önünde saygıyla eğilmek, yüreklere gönüllere gerçekten ferahlık veriyor. Ben böyle hissettim. Değerli hocama engin saygılarımı sunarım.
Arif Hikmet Korkmaz / Sivas 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı”
Arif Hikmet Bey’in satırlarındaki mürşid kelimesinin derûnuyla işaret etmiş olduğu hakikati açmaya çalışalım:
Tasavvufî eğitim asıl itibâriyle, mürid ile mürşid arasındaki birlikteliğe dayanır. Tıpkı Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ashâbı arasında olduğu gibi mürşid genel anlamda İslâm’ın özelde ise tasavvufun prensiplerini müridlerine örnek olmak suretiyle aktarır. Bu eğitim metodu tasavvufta sohbet olarak adlandırılır. Mürşid, müridlerine bir taraftan sözlü olarak diğer taraftan da bizzat uygulamalı olarak temel ilke ve esasların hayata nasıl aktarılabileceğini göstermektedir. Bunun karşısında mürid ise birtakım kurallara ve edeplere riâyet etmekle yükümlüdür.
Mürşid, seyr ü sülûkunu tamamlamış, şeyhi tarafından müridlerin irşadı ve terbiyesi ile görevlendirilmiş, gerek mânevî mertebeleri aşmak gerekse müridlerin eğitimi için gerekli kemâlatı almak yönüyle özel meziyetleri olan seçkin bir şahıstır. Mânevî işaretler ve şeyhinin şahsî kanaatleri doğrultusunda irşad ile görevlendirilen mürşid, kendisini müridlerin eğitimine adamakta ve mümkün olduğunca onların dünya ve âhirette Allah’ın rızâsını kazanmaları için gayret sarf etmektedir. Mürşidin bu anlamda en önemli vazifesi kula Allah’ı, Allah’a da kulu sevdirmek diğer bir deyişle kulu rızâ-ı ilâhiyyeye ulaştırmak olarak görülür. Bu yolda müridleri incitmeden onları usulüne uygun şekilde gerektiğinde sözlü gerektiğinde de hâli ile uyarmak suretiyle eğitim vazifesini yerine getirir.[3]
Bir başka hukukçumuz ise su satırlara yer vermiş:
“Sayın değerli Hocam Hacı Hulusi Ateş’in şahsî gayret ve fedakârlıkla toplamış olduğu değerli kütüphânesini gezdikten sonra kitaplara olan sevgisini takdirle karşıladım. Bir milletin atalarına olan saygısı onların bizlere devrettiği eserlere sahip olmamızla mümkündür. Bizler bunların değerli varlıklarını bizden sonrakilere de devredebilirsek ne mutlu.
Sayın hocamda bu sevgiyi görmekle çok mutlu oldum. Üstün başarılar dileğiyle.
07.04.1985 / Muammer Ünsoy”
Nakşbendi-Hâlidi mürşidlerinden Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin kütüphânesi ve kitaplara olan sevgisiyle ilgili olarak 3 Kasım 1972 tarihli Hürriyet gazetesinde çıkan haber-fotoğrafta, “20. Asrın Filozofu” olarak takdim edilirken, “İmam-Hatip Hulûsi Ateş’in 6048 kitabı var” manşeti atılmıştır. Haberin içinde de evini kütüphâne hâline getirmiş olduğu belirtilmektedir. Ayrıca Hulûsi Efendi (k.s.)’ye atfen, onun düşüncelerini okuyucularına şu satırlarla duyurmuştur: “Okumanın hududu yoktur. İnsan okudukça öğreniyor, öğrendikçe de cemiyete faydalı oluyor. Çok sevdiğim okuma yüzünden, kazandığım bütün parayı kitaba yatırdım. Bütün günümü bunları okumakla geçiriyorum.” diye nakledilmiştir.
Bir arkadaş anlatıyor:
“Osman Hulûsi Efendi’nin zâhirde en belirgin ve örnek olan alışkanlıklarından birisi de kuşkusuz, kitap sevgisi, kütüphâne kurması ve kitap okuyup inceleme alışkanlığıdır. Doğuş yolu ile edindiği bilgileri, hemen her fırsatta okuduğu kitaplar ve incelemeleriyle geliştirmesi ve pekiştirmesi bununla birlikte duyuş ve duygularını yazılı olarak eser hâline getiresidir.
Darende’deki okulların açılması ve donanımlarında katkıları olduğu gibi özel ya da kamuya ait kütüphâne kurulması; kitaba değer verilmesi, korunması ve okunmasında da büyük katkıları ve büyük teşvikleri olmuştur. ‘Darende’de bölgenin en zengin kütüphâneleri bulunmaktadır.’ tesbitinin yapılmasına zemin hazırlamıştır. Kitap sevgisi, bunca gayreti ve sıcak ilgisiyle oluşturduğu kütüphânelerdeki kitapları ‘Acaba okuyabiliyor mu? En azından buna zaman bulabiliyor mu?’ sorusu çoğu kafalarda belirir olmuştur.
Bir öğlen sonu, iki öğretmen arkadaş, Şeyh Hamîd-i Velî Camii Derneği’nin işi için ziyâretine giderken yolda kitap ve okumadan söz ederler. İster istemez, ‘Osman Hulûsi Efendi bu kitapları okuma ve inceleme fırsatı buluyorlar mı acaba?’ sorusunu kendi kendilerine sorarlar. Eski, mütevâzı tek katlı evlerine kabul edilip huzurlarına vardıklarında, Hulûsi Efendi’nin önündeki sehpa üzerinde beyaz kalın ciltli büyücek bir kitabı inceliyor olarak bulurlar. Kapıdan içeri girer girmez bizi gördüklerinde biz daha bir şey söylemeden ilk sözleri: ‘Evet kardeşlerim fırsat buldukça bu kitapları okuyor ve inceliyoruz.’ oldu.”[4]
1958 yılında Darende’de Hulûsi Efendi Hazretleri’ni ziyâret eden merhum Sezai Karakoç da kütüphâneden bahsettiği hatıratında şu tespitlerde bulunuyor:
“Ben Akçadağ'dayken, İhsan (Babalı) da Malatya'dan Darende'ye geçti. Darende'de Maliye’nin defterleri yanmış olduğundan kayıtların yeniden tesisi gerekiyormuş. Bir pazar günü, Akçadağ'dan, Mal Müdürü’yle, Ziraat Müdürlüğü’ne ait bir ciple Darende'ye gittik. Mal Müdürü, ayrılıp arkadaşlarının yanına gitti. Ben ve İhsan ise Hulûsi Efendi'yi ziyârete gittik. Hulûsi Efendi, Somuncu Baba ahfâdından olup o zaman dahi tasavvufî şiirlerinin meydana getirdiği bir Dîvân’a sahip bir zât idi.
Hulûsi Efendi'nin oturduğu Zaviye Mahallesi ise, Darende'den uzakta, ayrı bir semtti. Hatta oraya giderken, yıkılmış eski bir mahallenin tek başına kalmış minaresini gördük. Bu minarenin yalnızlığı bana dokunmuştu. Bu anımı asla unutamıyorum.
Zaviye Mahallesi kavak ağaçları içinde sevimli bir yerdi. Hulûsi Efendi, bizi vakur, samimi bir şekilde karşıladı. Kütüphânesinde oturduk. Daha sonra taştan duvarlar gibi yükselen, yazın en sıcak gününde serin bir havası olan bir boğaza, Tohma Irmağı’nın kıyısına gittik. Suyun kenarında ağaç altına kilimler serilmişti. Semaver süreklice kaynıyordu. 15-20 kadar kişi, ak saçlıları da dâhil, son derece saygı gösteriyorlardı Hulûsi Efendi'ye. Aşkla hizmet ediyorlardı. Orada oturup çay içip sohbet ettik.”[5]
1988 yılında Hulûsi Efendi Hazretleri’yle tanışma şerefini nail olan Hâkim Orhan Eren’in ziyâretçi defterine yazdığı satırlar yukarıdaki kitap sevgisini ve irşad yöntemini desteklerken bir yandan da ilim ve irfan önderine hayranlığına işaret ediyor:
“İntibâ-i şahsiyem
Bir huzme ki ilim iman ile birleşmiş, birleştirilmiş olarak gözlerden gönüllere akıyor ışık ışık burada… Gerçek mânâ-yı ilim; iman temeli ile ve iman potasında dövülüp karışarak bulur. İlim ve iman sentezinin burada bu müze oda da, bu kütüphânede baş mimarı fazîlet numunesi, hizmetlerinin üstün gayretleriyle her geçen gün çoğalıp âbideleşmesinin mutluluğunu tadan Hulûsi Efendi Hazretleri’ni takdir ve tazimle kaydetmek zarûrîdir. Hulûsi Efendi Hazretleri iman ve fazîlet mânâsında ışığı bütün gönüllerce su gibi istenecek, aranacak içilecek bir örnek ve kutup insandır. Türk’ün İslâm’da ve İslâm ilimlerinde mânâsını bulan üstün kültür kâbiliyeti ve ebedî takdire lâyık sanat eserleri ilme ve kitaba verdiği büyük değer; insanlığın aslâ inkâr edemeyeceği fevkalâde medenî meziyettir.
Gençlerimiz ile iman pınarlarından içirilerek başlatılmalıdır. Her türlü ilminde sanatın da mayası ve merdiveni iman ve fazîlettir. Cumhuriyetin emânet edilebileceği nesiller de ancak böyle yetiştirilmelidir. Hulûsi Efendi Hazretleri bu fevkalâde meziyetleri ile maddî eserlerinin yanında bu iman ve ilim kütüphânesini de kurarak mânâ ve gelecek dolu müstesnâ bir hâli de ortaya koymuştur. Ona Cenâb-ı Hak’tan sıhhat ve muvaffakiyetlerini sürdürecek ilâhî mükâfatlar niyaz ediyorum.
10.5.1988 Orhan Eden / Hâkim”
Kur’an-ı Kerim’in yetiştirmeyi hedeflediği, inşâ etmek istediği gönül insanları, ilim ve irfanlarıyla olduğu kadar, kendileri gibi başkalarına örnek olan ve iyilikleriyle gönüllere taht kuran kimselerdir. Gönüllere hitap ederken, mürşid-i kâmiller öncelikle Yüce Yaratıcı’ya karşı görevlerinin bilincinde olup, O’nun kullarına hizmeti Yaratan’a hizmet olarak gören kimselerdir.
İşte Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi (k.s.), o örnek mürşitlerden biridir. O, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in soyundan gelmeyi, sözlü bir iddiada bırakmayıp O’nun davasını anlatan söylem ve O’nun sünnetine uygun eylemleriyle O’na lâyık olmaya çalışmış bir gönül sultanıdır. 20. yüzyılda sâlih insanların toplumda giderek azaldığı, iyilik ve hayır yapan önderlerin sayısının az olduğu bir dönemde yaşadığı yetmiş altı senelik (1914-1990) bereketli ömrü ile etrafındaki insanlara ilim ve irfan saçmıştır. Her alanda ve herkese yansıyan fiilî hizmetleriyle öncü olmuş bir hayır önderidir. Sahip olduğu ilim, irfan, edebiyat, sanat, kültür birikimi ile herkesin takdirini kazanmıştır ve bu birikimi pratiğe dönüştürmesi ile kazanmıştır.
Hukukçuların gözüyle ziyâretçi defterine yazılan satırları iyi incelendiğinde Hulusî Efendi (k.s.)’nin, Kur’an ve sünnet merkezli düşüncenin mânevî temsilcilerinden olduğu çok iyi anlaşılır.
[1] Müsned, II, 9, 36; Buhârî, “ʿİlim”, 15, “Zekât”, 5.
[2] Hüsameddin Erdem, TDV İslam Ansiklopedisi, “Gıbta” Maddesi, C.14, s.51, İstanbul, 1996.
[3] Mahmud Esad Erkaya, “Hâlidiyye Tasavvuf Geleneğinde Mürid-Mürşid İlişkileri”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, Cilt:9 Sayı:2, s.839-861, Kasım-2017.
[4] Somuncu Baba A.K.M. Arşivi, Röportajlar Dosyası, nr. 9/81.
[5] Musa Tektaş, Basında Hulûsi Efendi, s.153-154, Nasihat Yayınları, Ankara, 2109.
Musa TEKTAŞ
YazarBireyin ruhsal travmalardan kurtulmasını amaçlayan tasavvuf terapisi, kişinin mânevî olgunluğa ermesi yanında anksiyete, fobia ve panik atak gibi psikolojik temelli rahatsızlıkların önüne geçilmesini ...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Mûsikî, sesleri kulağa hoş gelecek şekilde terkip etmek, ölçülü sesler vasıtasıyla estetik bir tesir ve heyecan husule getirme sanatıdır. Mûsikî, kelimeler ile anlatılması mümkün olmayan duygularımız...
Yazar: Ercihan ÜLGER
Tasavvuf ehli zikri; ruhlar yaratılırken “elest bezmi”nde Allah’a söz verenlerin bu dünyada hatırlanması olarak tarif ederler. Çünkü Cenâb-ı Allah, âyetlerde insanı hatırlamaya davet etmektedir. İnsan...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Tasavvufî bir terim olan “sıdk”; gerçeği ifade etme, dürüstlük ve güvenilirlik kavramlarını kapsayan derin bir ahlâkî erdemdir. Bu terim, bir şeyin objektif gerçekliğine uygun bir şekilde ifade edilme...
Yazar: Musa TEKTAŞ